Arama

Bireysel Psikoloji - Tek Mesaj #2

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
27 Kasım 2009       Mesaj #2
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
BİREYSEL PSİKOLOJİ

Adler çevresindekiler tarafından olağanüstü enerjik, insan davranışlarına gösterdiği ilgi ve çalışmalarında yorulmak bilmeyen bir kişi olarak tanımlanmıştır. "Ortalama insan"a karşı duyduğu ilgi yazılarının çoğunda belirgindir. Öğrencilik yıllarından başlayarak, yaşamı boyunca toplumsal sorunlara eğilmiş ve üni-versiteden mezun olduktan sonra Viyana'nın yoksul bir mahallesinde çalışmayı yeğlemişti. O dönemde Avusturya'da reformcu bir grup olan sosyal-demokratların çalışmalarına da katılan Adler, eğitimde reform ve çocuk yetiştirme yöntemlerinin geliştirilmesi gibi konularda etkin çalışmalar yapmış, insanın basmakalıp ölçütlerle değerlendirilmesine karşı çıkan yazılar yazmıştır.

Toplumsal sorunlara karşı geliştirdiği tepkici tutumlarına karşın Adler, eğlenceyi ve toplulukları seven, müziğe ve yemeğe düşkün, sıcak ve candan bir insan olarak tanımlanır. Ortalama in¬sana karşı duyduğu ilgi nedeniyle, geliştirdiği kavramlara halkın da anlayabileceği bir anlatım biçimi aramış ve bu konuda gerçek-ten de başarıya ulaşmıştı.

Adler, insan davranışlarının kişinin kendi içsel yaşantılarının çözümlenmesiyle açıklanabileceğine inanmıştı. Ona göre, davranışların ortaya çıkış nedenleri bireyin çevresindeki olaylarda aranmamalıdır. Davranışlar o anda kişinin "derisinin altında" yaşanan olayların ürünü olarak ortaya çıkar. İnsanın bedeni içinde gelişen bu öznel yaşantıların başlıca belirleyicileri, o kişinin değer yargıları, geliştirmiş olduğu tutumlar, ilgi alanları ve düşünce biçimleridir. Dolayısıyla, bu insanın gerçeği yorumlama biçimini yansıtan düşünceler davranışlarının başlıca belirleyicileridir. Bir başka deyişle, davranışların oluşumunda, çevredeki ''gerçek" olaylardan çok, bireyin onları nasıl gördüğü ve yorumladığı önemlidir.

Gerçekte Adler, nesnel etmenlerin rolünü tümden reddetmemiştir. Doğuştan var olan gizilgüçlerden, organ eksikliği karmaşasından ve çocuk yetiştirme yöntemlerinden söz ederken bunlara da değinmiştir. Ancak, sakat bir bacak, yoksulluk, aşırı cezalandırıcı ana-baba tutumları gibi nesnel olaylar değerlendirilirken asıl önemli olan, bireyin bu durumlara karşı hangi tepkileri geliştirmiş olduğudur.

Bireyin davranışlarına yön veren düşünceler, çevresindeki gerçek olayların simgesel temsilcileridir. Bu düşünceler onlara ilişkin olaylarla özdeş değildir, "gerçek" olmaktan çok "imgelemsel"dir; dünyada inananların sayısı kadar inançlar vardır. Çoğu inanç gerçeğe oldukça yakındır; ancak inançlardaki "yanılgı" oranı nevrozun belirleyicisi olur.

Bir olaya ilişkin düşünceler o olayın soyutlaşmış biçimi olduğundan, yanılgı da olağan bir sonuçtur. Ama insan yine de bu düşünceler aracılığıyla çevresindeki olaylarla baş edebilir.

İnsan bu kavramları, yaşam kargaşası içinde yolunu bulabilmek için yaratır. Kendisine özgü ve imgeleminin ürünü olan bu düşünceler, yaşamının amaçlarını saptar, duygu ve davranışlarını da bu amaca doğru yönlendirir. Adler bunun için imgclemsel amaç (fictional goal, fictional finalism) terimini kullanır. Bu kavrama göre, davranışlar insanın geleceğe yönelik amaçları tarafından belirlenir. Terapist, kişinin amaçlarını bilirse onun hangi davranışları göstereceğini önceden kestirebilir. Adler'in burada tanımladığı, nesnel bir gelecek olmayıp, kişinin o anda var olan geleceğe yönelik düşünce ve beklentileridir.

Adler, insanın en önemli ayırıcı niteliğinin, bütünlüğünü ve özgünlüğünü gerçekleştirme ve sürdürme eğilimi olduğu görüşünü savunmuş olan ilk araştırıcıdır. İnsan, arada bir uygunsuz ve sapkın tepkilerde bulunsa da, davranışlarında belirli bir tutar-lığı sürdürmek için çaba gösterir. Algılar, düşünceler, düşler, eylemler ve nevrotik belirtiler, Adler'in sonradan yaşam biçimi adını verdiği içsel bir sistemle ilişki durumundadırlar. Kişinin alışılmış davranış örüntüleri, bir başka deyişle yaşam biçimi, genel bir amaca ulaşabilmek için geliştirilir. Yaşam biçimi her insanın tek ve özgün olduğunu açıklayan bir ilkedir. Yaşam biçimi yaklaşık dört ya da beş yaşlarına kadar oluşur ve sonraki yaşam bu biçime uygun olarak sürdürülür (Adler, 1963). İnsan sonraki yaşamının kendine özgü yaşantı biçimlerine anlatım bulabilmek amacıyla yeni yollar geliştirebilirse de, genellikle, bunlar ilk yaşlarda oluşan temel biçimin uzantıları niteliğindedir.

Adler, insan davranışlarının, yaşamın ilk gününden başlayarak, toplumsal bir yapı içinde geliştiğini vurgular. Aile içinde doğan çocuğun, anne ve diğer aile üyeleriyle çok yakın ilişkiler geliştirmesi kaçınılmaz bir durumdur. Çocuğun çevresindeki insanların oluşturduğu koşullar, sonradan geliştireceği davranış örüntülerinin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Çağdaş toplum öylesi bir düzendir ki, yetişkin bir insanın davranışları çevresindeki diğer kişilerin davranışlarıyla iç içe geçişmiş bir durumdadır. Kimse kendisini bu düzenden soyutlayamaz ve düzen, her insanın öğrenmesi gereken ve "hangisini oynayacağı önceden belirlenen oyunun kuralları"na göre işler. Dolayısıyla, insan davranışları ancak toplumsal içeriğiyle birlikte incelenebilir. Bundan ötürü Adler, Bireysel Psikoloji'yi bir sosyal psikoloji kuramı olarak nitelendirmiştir. Bireysel Psikoloji, insanın toplumsal davranışlarını vurgular ve onun kişilerarası ilişkilerde gösterdiği tepkilere öncelikle önem verir.

Bireysel psikolojide veriler, inceleme konusu olan insanın öznel dünyasından toplanır. Dolayısıyla, Adler'in davranışları inceleme yöntemi, kişiyi, algıları, düşünceleri, amaçlan ve diğer öznel tepkileri üzerinde konuşmaya yöneltme biçimindedir. Bu yöntem, günümüzde sözü çok edilen fenomenolojik yaklaşımla özdeş niteliktedir. Adler, insanı incelerken, onun olayları nasıl algıladığına ve diğer insanlarla ilişkilerinde kendisim nasıl değerlendirdiğine önem vermiştir. Dolayısıyla davranışı incelemede izlenecek yöntemde asal olan, gözlemcinin kendi algıları değildir. Davranışları çözümleme durumunda olan kişi öznel gözlemci durumunda olmalıdır. Bu ise empati yoluyla gerçekleştirilebilir. Bir başka deyişle, gözlemci, olayları kişinin onları gördüğü gözle görmeye, kendini onun yerine koyarak düşünmeye, hissetmeye ve davranmaya çalışmalıdır. Adler bunu, "onun gözleriyle görebilmeli, onun kulaklarıyla işitebilmeliyiz" sözleriyle dile getirir (Adler, 1963).

ORGAN EKSİKLİĞİ, EKSİKLİK (AŞAĞILIK) DUYGUSU VE ÜSTÜNLÜK ÇABASI

Her insan belirli biçimde işleyen bir fizik yapıyla dünyaya gelir. Ancak, insanlar fizyolojik donanım yönünden farklılıklar gösterirler. Adler bu farklılıkları, zekâ gerilikleri dışında, fazla önemli bulmaz. Ona göre, her insan kendisi için gerekli olan her şeyi yapabilir, farklılıklara karşın önemli olan, bireyin kendi donanımıyla neler yapabildiğidir. Adler bu görüşlerini açıklarken, bedensel eksiliği olan kişilerin durumunu sıklıkla vurgulamış, organ eksikliği başlığı altında, doğuştan var olan çeşitli sakatlıklara geliştirilen tepkileri incelemiştir.

Konjenital kalp hastalıkları, kısa boyluluk, ileri oranda görme bozuklukları, fizyonomik kusurlar, bazı hastalıklara yapısal eğilim vb. durumlar çoğu kez kalıtsal kökenlidir ya da doğuştan vardır. Adler'e göre önemli olan, böyle bir bedensel kusurun biyolojik niteliğinden çok, kişinin bu durumu nasıl karşıladığı ve onun yaşamını nasıl etkilediği hususudur. Organ eksikliğine karşı yapıcı tepki geliştirmiş kişiler arasında, kekemeliğini Ödünleme çabası sonucu ünlü bir konuşmacı olan Demosten, aksayan bacağına karşın spor tarihine olağanüstü başarılarla geçmiş olan ünlü koşucu Nurtni sayılabilir. Buna karşılık, örneğin bazı kekeme kişiler, bu özürlerini, eksikliklerine karşı geliştirdikleri saygınlık kazanma düşlerini sürdürebilme amacıyla kullanırlar. Böyle bir kişi, eğer kekeme olmasaydı ne denli üstün bir varlık olabileceğini düşler. Bu düş, özürünün yarattığı eksiklik duygularını ödünlemede ona yardımcı olur. ,

Freud ve izleyicileri kekemeliği, id'den gelen içgüdüsel dürtülerin ağız bölgesinde doyum araması sonucu oluşan ruhsal bir davranış örüntüsü olarak açıklar. Adler için bu tür bir işlevsel kusur ancak, yukarıdaki örneklerde belirtildiği gibi, saygınlık kazanma çabasında ya da eksiklik duygularının ödünlemesinde bir odak noktası haline geldiği zaman önem kazanır. Odak noktası her zaman Demosten örneğinde olduğu kadar bilinçli değildir. Bilinçdışında okula gitmekten korkan bir çocuk, sabahları kusabilir, çünkü midesi onun en zayıf organıdır. Freud'un izleyicileri böyle bir olguyu bir savunma mekanizması türü olarak yorumlar. Adler ise aynı olayı ruhsal bir gerilim durumunun zayıf bir organda yansıması olarak değerlendirir.
Adler ayrıca, "organların dilinden" söz eder. Örneğin, kusma durumları, çocuğun çoğu kez farkında olmadığı ve kabul etmediği korkunun bir anlatımıdır. Böyle bir çocuğun mide sorununu sürekli bir belirti durumuna getirmesi ya da getirmemesi, onun yaşama karşı geliştirdiği genel tutumuna bağlıdır. Burada önemli olan, çocuğun bedensel zayıflığından çok, duruma geliştirdiği tepkidir.

Çocuk, güçlü yetişkinler arasında yaşayan çaresiz bir varlıktır. İnsan doğa güçlerine, hatta bazı hayvan türlerine oranla da zayıf bir varlıktır. Bundan ötürü, her insanın varoluşunda eksiklik duygusu bulunur. İnsan, çocukluk dönemlerindeki durumu ve sonraki yıllarda da evrenle olan ilişkisinden ötürü yaşamına normal bir çaresizlik içinde başlar. Yaşamı boyunca, daha önce kendisine egemen olan insanlar ve doğal güçler üzerinde üstünlük kurmak ve gücünü kanıtlamak için çaba gösterir. Bir başka deyişle, "kusursuz", bir varlık olmaya çalışır. Freud da yaşamının ilk dönemlerinde çocuğun kendini çaresiz hissettiğinden söz eder. Ancak, Adler'e göre bu durum, sonraki yaşamdaki davranışların temel belirleyicisidir. Çocukluk döneminin çaresizliği, insanda normal olarak var olan eksiklik duygusunun ve bu duygunun sonucu ortaya çıkan üstün ve kusursuz olma güdülerinin biyolojik kökenidir.

Adler her insanın yaşamına "yoğun eksiklik duygularıyla başladığı görüşünü savunur. Bu duygular evrenseldir, herkeste vardır ve bundan ötürü "normal" sayılmalıdır. Bu duygular de¬ğişmez ve bireyin ölümüne dek varlığını sürdürür.

Birçok insan böyle bir duygunun varlığını kabul etmek istemez. Çünkü, eksiklik toplumsal ölçütlere göre arzu edilmeyen bir durumdur. Ne var ki, insan kendisiyle ilgili değerlendirme yaptığı durumlarda eksiklik duygularıyla yüzleşmek zorunda kalır. Benzer değerlendirmeler ve bunun sonucu yaşanan duygular çocuk için de söz konusudur. Eksiklik, can sıkıcı bir duygu olmakla birlikte, olumlu bir acıdır da. Boşalım arayan bir gerilim durumuna benzer. Özetle, eksiklik duygusu

(1) insanın kendisini yetersiz bir varlık olarak algılaması ya da düşünmesi ve (2) buna eşlik eden gerginlik ya da tedirginlik gibi olumsuz duygulardan olu-şur. Eksiklik bazı durumlarla yüz yüze gelindiğinde fark edilir ve davranışları güdüleyen bir güç olarak bireyin eyleme geçmesini sağlar.

Doğadaki tüm varlıklar "eksi bir durum"dan "artı bir durum" a geçmek için sürekli çaba içindedirler. Adler (1964) bu du¬rumu eksiklikten kurtulma çabası ya da üstünlük çabası olarak adlandırmıştır. "Üstünlük çabası", "eksiklik duygusu"nun doğal bir sonucudur. Eksiklik duygusu, insanlarda yarattığı hoşnutsuzluğa karşın yaşanması kaçınılmaz bir olgudur. Üstelik, insanın yaşa- mini sürdürebilmesi ve gelişebilmesi için zorunludur. İnsan soğuktan rahatsız olduğu için bedenini koruyacak giysi ve barınaklar yapmış, hastalık ve ölümden korktuğu için tıp bilimini geliştirmiştir. Bir yandan kendisini tedirgin eden eksiklik duygularından kaçınması, öte yandan toplumsal ilgi gibi olumlu duygularına anlatım araması, insanın sürekli bir gelişme içinde olmasının temelini oluşturmuştur.

YARATICI GÜÇ, TOPLUMSAL İLGİ, YÜREKLİLİK VE SAĞDUYU

Adler, insanın bazı gizilgüçlere sahip olduğu ve bunların yaşam boyu giderek etkinlik kazandığı görüşündedir. Bu gizilgüçleri sistematik bir biçimde incelemiş olan Adler, bunları iki ana grupla toplamıştır:

(1) Yaratıcılık, toplumsal ilgi, yüreklilik ve sağduyu gibi genel birimler;
(2) algılama, öğrenme, bellek, dikkat, düşleme, duygu ve eylem gibi sınırlı birimler. Adler yazılarında özellikle birinci gruptaki kavramları incelemiştir.

İnsan, bebek ve çocuk da dahil, dış dünyadan gelen uyaranlardan edilgin bir biçimde etkilenen ya da kendi içinde oluşan dürtülerin tutsağı olan bir varlık değildir.- Adler'e göre insan, kendi algılarım, eylemlerini, düşüncelerini ve görüşlerini oluşturma ve biçimlendirme konusunda doğuştan yeteneklidir ve yarattığı kavramlar, kendisini ve dünyasını anlamlı bir biçimde temsil ederler. Adler, insanın bu yeteneğini yaratıcı güç olarak adlandırmıştır. Adler'in toplumsal ilgi adını verdiği davranışlar dizisi, normal bir insanın uyum yapabilmesi için kesinlikle zorunlu bir öğedir. Bu tür davranışların geliştirilmediği durumlarda kişilik bozukluğu söz konusudur. Adler'in toplumsal ilgi kavramını çok iyi işlemiş olduğu söylenemezse de yazılarından derlenebilenler aşağıdaki biçimde özetlenebilir.

Toplumsal ilgi doğuştan var olan bir yetenektir ve toplumsal ortam içinde kendiliğinden ortaya çıkar. Toplumsal ilgi belirtileri ilk kez çocuğun annesiyle ilişkisinde gözlemlenir. Başlangıçta ol¬dukça ilkel biçimde olan bu eğilim, çocuk büyüdükçe birbirini izleyen gelişme dönemlerinden geçer ve yetişkin yaşama ulaşıldığında, "yaşam felsefesi"nin de oluşmasıyla, karmaşık bir biçim alır. Toplumsal ilginin ilk belirtileri, çocuğun birinci yaştan itibaren çevresindeki insanlara sevgi ve yakınlık tepkileri göstermesi, daha sonraki yıllarda oyuncaklarını diğer çocuklarla paylaşması, ana-babasına yardımcı olmaya çalışması gibi davranışlarda görülür. Adler'e göre, insan aslında dost ve yardımsever bir varlıktır. Benmerkezcilik, çocuğun çevresiyle etkileşiminde "öğrenmediği" kusurlu bir davranıştır.

Sevgi gösterilerine annenin ve diğer aile üyelerinin karşılık vermesiyle çocukta bu tür tepkiler giderek artar ve zenginleşir, çocukla çevresindeki insanlar arasında karşılıklı bir sevgi bağı oluşur. Çocuk bu yetişkinleri sevdiği için, onların konuşmalarını dinler, davranışlarını gözler, onların düşüncelerini ve eylemlerini örnek alır ve onlarla dost olabilmek için çaba gösterir. Çevresiyle ilişkileri uyum içinde gelişirse, çocuk, bir yandan diğer insanlarla sevgi alışverişini geliştirirken, diğer yandan algılamayı, düşünmeyi, davranışlarını yönelteceği amaçlan saptamayı öğrenir. Her iki davranış grubu birlikte ve birbiriyle ilişki durumunda gelişir. Adler'in diliyle, eksiklik duygusundan kurtulma çabası ve top¬lumsal ilginin gelişimi birbirini tamamlayıcı öğelerdir. Böylece çocuk, başarılar kazanır ve engelleri aşarken bunları, yalnız kendisinin değil, diğerlerinin de yararlanabileceği biçimde gerçekleştirir; amaçlarına ulaşma yöntemlerini diğer insanlara zarar vermeyecek bir biçimde seçer; toplumun onayını yitirmeden üstün olabil¬menin yollarını arar. Gerçek üstünlüğe, yıkıcı olmadan ve diğer insanlarla sevgi ilişkisini geliştirerek ulaşılabileceğini öğrenir.

Adler'e göre, toplumsal duygunun eksikliği ya da yokluğu normaldışı davranışların temel belirleyicisidir. Çevresi tarafından sömürülen ve itilen çocuk diğer insanlara karşı sevecenlik geliştirmediği gibi, amaçlarını da diğer insanların çıkarlarına karşıt bir biçimde tasarlar. Örneğin, bir insan toplum sorunlarına çözüm getirebilme isteğiyle politikaya atılabilir, bir diğeriyse aynı atılımı insanlar üzerinde ezici bir üstünlük kurmayı amaçlayarak gerçekleştirir. Adler'e göre böylesi bir bencillik, Freud'un savunduğu gibi, biyolojik bir gerçek olmayıp, toplumsal bir geli-şim kusurudur. Sevgi duygusunun doğal gelişiminin engellenebilmesi için çocuğun oldukça aşırı bir baskı altında kalmış olması gerekir. Psikolojik tedavide engeller kaldırılabildiği oranda, insanda doğal olarak var olan bu eğilim kendiliğinden ortaya çıkar.

Adler, her insanda sevgi duygusunun var olduğunu, ancak oranının bir kişiden diğerine farklı olabileceğini savunur. Bir insanın toplumsal ilgisi yalnızca kendi aile üyeleri ve yakın dostlarıyla sınırlanabildiği gibi, tüm insanlığı, hatta hayvanları, bitkileri ve bazı cansız nesneleri de kapsayabilir. İnsan doğuştan eksik bir varlık olduğu için ancak elverişli koşullarda ve özellikle diğer insanların yardımıyla yaşamını sürdürebilir. Bir çocuk ana-babasız, bir yetişkin toplum olmadan varlığını sürdüremez. Kişisel ve toplumsal, amaçlarına "diğer insanlarla birlikte" ulaşabileceği yolu bulabilmek, insanın doğal eksikliğine karşı geliştirebileceği en sağlıklı ödünlemedir.

Adler her normal insanda yüreklilik ve sağduyunun geliştiğini savunur. Normaldışı davranışlar gösteren kişi, bu niteliklerden yoksundur, ama başarılı bir tedavi sürecinde bu yetenekler geliştirilebilir. Adler'e göre, yüreklilik, kişinin amaçlarını diğer insanların çıkarlarına ve ihtiyaçlarına yönelik bir biçimde gerçekleştirebilmesidir. Adler sağduyu sözcüğünü, konuşma dilinde alışılagelmiş yüzeysel anlamından farklı, Freud'un "gerçeklik" kavramının karşılığı olarak kullanmıştır. Ona göre sağduyu, kişinin kendisinin ve diğer insanların ortak amaçlarına uygun düşen değer yargıları geliştirebilmiş olmasını tanımlar. Sağduyuyla gerçekleştirilen çözümler daima toplumun çıkarlarını da içerir. Sağ-duyudan yoksun insan, kendisini ve dünyayı yalnızca kendi bakış açısından görür, kendi çıkarlarına yönelik amaçlardan başkasını düşünemez.

Adler'in tanımına göre sağlıklı bir insan, varoluşunun getirdiği sorunlara güvenli ve gerçekçi bir biçimde yaklaşır. Yenilgiden korkmadığı için karşılaştığı durumlardan ve kendisiyle ilgili gerçeklerden kaçmaz, içsel çaresizliği ve dış güçlükler onu yapıcı çabalara yöneltir. Buna karşılık, benzer koşullar içinde olan sağlıksız bir insan gereken çabayı göstereceği yerde yanıltıcı düşlere sığınır. Güçlükleriyle yüzleşmemek için kendi zihninde kurmuş olduğu yapay üstünlük dünyası ile gerçek dünya arasındaki uzaklık giderek büyür. Adler'in tedavi yaklaşımında hastanın bu açığı kapatabilmesine yardımcı olunur, büyüklük düşlerini terk ederek sorunlarına gerçekliğe uygun çözümler araması beklenir.

AİLE VE KÜLTÜRÜN ROLÜ


Adler, çevrenin birey üzerindeki etkilerini tartışırken, özellikle aile üzerinde durmuştur. O da Freud gibi, yaşamın ilk beş yılının ve bu süredeki aile içi ilişkilerin kişilik özelliklerinin belirlenmesinde büyük önem taşıdığına inanmıştı. Freud, çocuğun sorunlarını, onun biyolojik dürtüleriyle ailenin çocuğun karşısına çıkardığı gerçeklerin bir çatışması ve cinsel gelişim süresince çocuğun annesine (ya da babasına) karşı bir tutku geliştirmesiyle açıklamıştır. Buna karşılık Adler, kuramında, ebeveynin ve de özellikle annenin tutumlarına ve kardeşler arasındaki ilişkilerin niteliğine önem vermiştir.

Ebeveyn-çocuk ilişkisinde Adler, özellikle şımartılmış çocuk ve sevilmeyen çocuk kavramları üzerinde durmuştur:

Her isteği yerine getirilen şımartılmış çocuğun güçlüklerle karşılaşması iki nedenle açıklanabilir. Şımartılmış çocuk, yaşamının ilk günlerinde her türlü ihtiyacının karşılanacağı beklentisini geliştirir ve isteklerinin buyruk niteliği taşıdığına inanır. Adler, suç işleyen insanların çoğunun, çocukluklarında şımartılmış kişiler olduğuna dikkati çeker. Böyle çocuklar, yetişkin yaşama ulaştıklarında, kendilerinin katkısı olmadan da, toplumun kendilerine bir yaşam sağlamakla yükümlü olduğuna inanırlar. Dolayısıyla, toplumun vermediği hakları kendilerine tanımaya kalkışırlar. Ana-babalarından gördükleri hayranlık sonucu kendilerini büyük görürler. Temelde bağımlı oldukları halde bir veliaht gibi çevrelerine buyurma eğilimindedirler.
Sevilmeyen çocuk da hatalı bir eğitim görmüştür. Çevresinde düşman kişiler görmeye alıştığı için, yetişkin yaşama ulaştığında, insanların kendisine daima karşı olacaklarına inanır ve haklarını savaşarak almayı yeğler. Böyle bir insanla birlikte yaşamak ya da çalışmak oldukça güçtür. Geçimsizliği ve düşmanca davranışları kendi çıkarlarını yitirmesine ve amaçlarına ulaşamamasına neden olur.

Sağlıklı koşullarda ana-baba, çocuğa sevgi verir, girişim yeteneğini ve kendine güvenini kazanabilmesi için onu destekler. Çocuğa ne çok az, ne de çok fazla yardım edilir. Böyle bir ana-babanın sağladığı disiplin ve eğitimin etkileri olumludur, çünkü çocuğun istemini engellemez. Çocuğun aşırı davranışları anlayışla karşılanır ve yumuşak bir yaklaşımla düzeltilir. Böyle bir ortamda çocuk, yürekli ve topluma yönelik bir insan olarak yetişir, yaşamını yapıcı çabalar üzerinde kurmayı öğrenir.

Adler, ailedeki diğer çocukların varlığına ve bunun çocuğun gelişimi üzerindeki etkilerine dikkati çeken ilk kuramcıdır. Ona göre, çocuğun diğer kadeşler arasındaki durumu, özellikle dünyaya geliş sırası açısından, kendine özgü bazı sorunları da birlikte getirir. Ancak, büyük, ortanca ve en küçük çocuğun bu sıralanmadan doğan olası sorunları, kesin beklentiler olarak yorumlanmamalıdır:

En büyük çocuk, tacını yitirmiş kraldır (Munroe, 1955). Yaşamının ilk yıllarında çevresinin ilgi merkeziyken ve her türlü yardım ve destek yalnızca kendisine sağlanırken, yeni gelen kardeş bu durumun ansızın bozulmasına neden olur. Çeşitli nedenlerle, çevrenin ilgisi yeni doğan bebeğe yönelir. Yaşından ötürü, ana-baba kendisinden, diğer kardeşlerden beklenilenden daha fazlasını ister. Gücünden ve yeteneğinden ötürü, özellikle yaşamın ilk dönemlerinde, kardeşlerinin doğal bir lideri olur. Ebeveynin eleştirileri en çok ona yöneltilir, kendisinden bazen kardeşlerinden de sorumlu olması beklenir. Çocukluk yıllarının bu örüntüsü sonradan bir yaşam biçimine dönüşme eğilimi gösterebilir. En büyük çocuk yetişkin yaşama ulaştığında, otoriteden ve sahip olduğu durumları başkalarına kaptırmaktan ürkebilir. kinci çocuk, kendisinden daha güçlü ve yetenekli büyük kardeş ile kendisinden sonra gelen kardeşin yarattığı ikili sorunlarla baş etmek zorundadır. Bu nedenle, ikinci çocuk, diğer kardeşleri kadar yetenekli olmadığı inancını geliştirebilir ve yaşıtlarıyla sürekli bir yarışma içine girebilir. Çocuk eğitimi konusunda ana-baba, çoğu kez, ikinci çocuklarına birinci çocuklarına oranla daha ılımlı davranırlar. Bundan ötürü, ikinci çocuğun otoriteyle fazla bir sorunu olmaz. Diğerleri kadar yetenekli olmadığı inancı, ikinci çocuğun ileriki yaşamında tepkici, başkaldırıcı ve kendisini aşma çabası içinde bir insan olmasına ya da yenilgiyi kolay kabul ederek ezik ve karamsar bir kişilik geliştirmesine neden olabilir.

En küçük çocuk, kendisinden sonra gelen bir kardeş olmadığı için, yarışmak ve annenin ilgisini paylaşmak zorunda kalmaz. En küçük çocuk, bazen ailenin ilgisinin başka yönlere çevrildiği "geç" bir dönemde gelebilir ve "fazlalık" olarak karşılanabilir. Ancak, çoğu kez ailenin oyuncak bebeği olur ve şımartılır. Çevresi onunla "sevimli küçük çocuk" olarak ilgilenir, onların gözünde her zaman çocuk kalır. Böyle bir durum, en küçük çocuğun ben-merkezci tutumlar geliştirmesine, kendisinden daha güçlü ve yetenekli gördüğü kardeşlerinin varlığından kaynaklanan bîr yetersizlik duygusu yaşamasına neden olabilir.

Yalnız başına yetişen tek çocuk, toplumsal davranışların gelişmesi için gerekli olan alışveriş ortamından yoksundur. Çoğu kez ebeveyni tarafından aşın korunduğu ve şımartıldığı için ileriki yaşamında da çevresinden benzer tutumlar bekler. Tek çocuk için ciddi bir tehlike de, çocuk sevmeyen ana-babanm bu duygularının yöneldiği tek nesne olarak, istenmeyen ve sevilmeyen çocuk durumunu yaşamasıdır.

Adler, aile dışında kalan, okul, toplum ve kültür gibi etmenlerin birey üzerindeki etkilerini bazı yazılarında tartışmışsa da bu konulara gereğince eğilmiş olduğu söylenemez.

YAŞAM BİÇİMİ

Adler, çocukluk dönemlerindeki etkileşimler sonucu kişinin kendine özgü bir davranış örüntüsü geliştirdiği görüşünü savunur ve buna yaşam biçimi adını verir. Bu kavram, bir anlamda, kisinin geliştirmiş olduğu yaşam tasarısıdır. Bireyin, amaçlarını, kendisine ve dünyasına ilişkin görüşlerini ve amaçlarına ulaşabilmek için edindiği alışılmış davranışları içerir. Adler, insanın, yaşadığı çoğu duruma karşı giderek tek ve genel bir tepki örüntüsü geliştirdiğinden söz eder. Yazılarında çok iyi açıklanmamış olmakla birlikte, genel tepki kavramı, benlik ya da ego, kişilik, genel tutum, sorun çözümünde kullanılan genel yöntem vb. kavramlarla eşanlam taşımaktadır.

İnsan, yaşam biçimini geliştirmesinin bir sonucu olarak kendini "yaratır". Yaşam biçimi, yaklaşık olarak, çocuk beş yaşlarına geldiğinde yapılaşır ve sonraki yaşamda belirgin bir değişiklik göstermez. Yaşam biçimi bireye özgüdür ve bir diğer insanda eşine rastlama olanağı yoktur. Yaşam biçimi tutarlıdır; bir kez oluştuktan sonra tüm tepkilerin belirleyicisi olur ve kişinin her türlü davranışı onun egemenliği altındadır. Dolayısıyla, davranışların bütünleşimini ve kişiliğin birleşimini sağlayan da yaşam biçimidir (Ansbacher ve Ansbacher, 1956).

Adler, tüm davranışların kişinin yaşam biçimine göre düzenlendiği görüşündedir. Bir insanın değer yargılan, ilgileri, düşünsel yetenekleri, algısal tepkileri, düşleri, yeme, uyuma ve cinsel davranış alışkanlıkları, geliştirdiği amaçların ve dünyası hakkındaki yerleşmiş görüşlerinin egemenliği altındadır. İnsanın hangi yönü incelense kişilik bütünlüğünün etkisiyle karşılaşılır.
Mosak (1954) yaşam biçiminin yönelim dayanaklarını dört grupta toplar:

1) Benlik kavramı - kişinin kim olduğu konusundaki inançları.
2) Benlik ideali - ne olması gerektiği konusundaki inançları.
3) Kendi dışındaki dünyanın ne olduğu ve bu dünyanın ondan ne beklediği konusundaki görüşleri.
4) Vicdani inançları - kişinin geliştirdiği "doğru-yanlış" yönergesi.

İnsan, yaşamını daha kolay sürdürebilmek için bu şemayı kullanır. Bu şema, yaşantısını anlayabilmesini, değerlendirebilmesini, olayları önceden kestirebilmesini ve kendi denetimi altına alabilmesini sağlar. Ne var ki, yaşamını sürdürebilmede gerekli olan bu araçları kullandığının genellikle bilincinde değildir. Eğer yaşam biçimi toplumun beklentileriyle uyuşma durumunda değilse ve kişilik yeterince gelişmemişse, sürekli bir gerilim yaşanır. Adler'e göre, düşmanlık, saldırganlık ve sadistlik insanın birincil eğilimleri değildir. Ancak, bir insanın kişiliği ve yaşam biçimi yeterince gelişmemişse ya da aşırı zorlanma durumlarında kolayca ortaya çıkarlar.

Bazen bir insanın yaşam biçimiyle toplumun beklentileri arasındaki uyuşmazlık maskelenmiş durumdadır ve ancak dış dünyayla ilişkisindeki bazı değişiklikler sonucu ortaya çıkar. Bir çocuk, ailesi içinde veliaht davranışlarını sürdürebildiği sürece, toplumsal yaşam için yetersiz oluşu fark edilmeyebilir. Zengin ve toplum içinde yeri olan bir ailenin "şımartılmış" üyesi, bu duru¬mu sarsılmadığı sürece, etkin, üretken ve verici bir insan imgesini sürdürebilir. Beklenmedik bir durum değişikliği bu kişiler üzerinde bir "şok" etkisi yaratır. Evinde her zaman neşeli, etkin ve uyumlu görünen şımartılmış çocuk, ilkokula başladığında ansızın içine kapanabilir. Çoğu kez bu durum, okula gitmenin yarattığı değişikliğe, öğretmenin katı tutumuna ve öğrencilerin haşarı davranışlarına yorumlanır ve çocuğun toplumsal yaşam koşullarına yeterince hazırlıklı olmadığı gerçeği yadsınmak istenir.

Adler'e göre, değişen koşullara uyumsuzluk rastlantısal bir olay değildir. Dış dünyadan gelen şok, toplumsal ilgi eksikliğinin ve yaşama hazırlıklı olmama gerçeğinin ortaya çıkmasına neden olur. Böyle bir kişinin çocukluk dönemi incelendiğinde, uyku düzensizlikleri, gece idrar kaçırma, öfke nöbetleri, yemek seçme vb. uyumsuzluk belirtilerine sıklıkla rastlanır.

Olağan yaşam koşullarına gereğince hazırlanmamış bir insan, dış dünyadan gelen bir engellenmenin yarattığı şokun etkisiyle, esasen aşın biçimde kendine dönük olan yaşam biçimini daha da katılaştırır. Gerilim ve toplumun beklentilerinin yükü altında, benmerkezciliğe eğilim de giderek artar. Bu durum uyumsuzluğun artmasına, uyumsuzluğun artması ise benmerkeziciliğin yoğunlaşmasına neden olur ve böylece kaçınılması mümkün olmayan bir kısır döngü oluşur.

Adler, kişiliği incelerken, yaşam öyküsünün ana çizgilerini, bi¬reyin baş etmek zorunda kalmış olduğu çevresel koşullan ve bunlara karşı geliştirmiş olduğu tutumları vurgular. Bu tutumlar, kişinin seçtiği meslek, geçirdiği hastalıklar, bilinçli davranışları, heyecansal durumları, ailesi, dostları, çalışma arkadaşları ve karşı cinsle olan ilişkileri, yemek ve uyuma alışkanlıkları gibi dıştan gözlemlenebilen davranış örüntülerinde açıkça görülebilir. Deneyimli bir gözlemci, insanların davranışlarındaki tekrarlamaları fark edebilir ve her bireyin kendine özgü niteliklerini kestirebilir. Bir başka deyişle, bireysel psikoloji kişiliği incelerken, gerekli verileri, bireyin olağan ve bir oranda da olağan dışı durumlarda gösterdiği tepkilerden toplar.

Sanat yapıtları, rüyalar, düşler ve günlük yaşantı içeriğinin dışında kalan anılar, yaşam biçiminin incelenmesinde özel önem taşırlar. Çünkü bunlar, gerçekliğin doğrudan denetimi altında değildir. Freud gibi Adler de rüyaların içeriğinin yorumlanabileceği görüşündedir. Rüyaların genellikle bireyin içsel dünyasına ilişkin anlamlar taşıdığına, ancak bazı tipik rüyaların her insan için ortak bir açıklamasının yapılabileceğine inanır. Örneğin, birçok insanın görebildiği ve yüksek bir yerden "düşüş"ü içeren rüyalar, kişinin değerini yitirmesine ilişkin kaygılarının anlatımıdır. Aynı zamanda, bu kişinin kendisini üstün bir yerde sanmakta olduğunu da yansıtır.

Yaşam biçiminin tanımlanmasında Adler'in vurguladığı diğer bir öğe de, kişinin ilk artışıdır. Adler her hastasına çocukluk gülerinden çağrıştırabildiği ilk yaşantıları sorardı. Çünkü, böyle bir anının rastlantısal olmadığına inanmıştı. Ona göre, bir insana ilk anısı sorulduğunda verdiği yanıt o insanın yaşam biçimini aydınlatıcı nitelikte olabilir. Tıpkı bir rüya ya da sanat yapıtı gibi, görünüşte rastlantısal olan ilk anı, terapiste kişinin yaşamı biçimi yönünden önemli bir ipucu verebilir. Böyle bir anı görünürde hiçbir özellik taşımayabilir, ancak önemli olan, neden diğerlerinin değil de, bu anının tüm canlılığıyla hatırlandığıdır. Rüyaların yorumlanmasına benzer bir yaklaşım, ilk anının seçimindeki gerçek nedenleri ortaya koyabilir (Mosak, 1965).

ERKEKSİ PROTESTO

Erkeksi protesto, Adler'in geliştirmiş olduğu önemli kavramlardan biridir. Adler, doğuştan var olan eksiklik duyguları yönünden erkekle kadın arasında önemli bir fark olmadığı görüşünü savunur. Ancak, tüm babaerkil toplumlarda olduğu gibi, Batı dünyası da erkeğe ve erkek rolüne öncelik tanır. Buna karşılık, kadın ve kadının yaptığı işler üstü kapalı bir biçimde küçümsenir. Çoğu toplumda kız çocuğa erkek çocuktan daha az değer verilmesi, eksiklik duygularının kadında erkeğe oranla daha fazla yaşanmasına neden olur. Bu durum uyumlu bir aile ortamında sağlıklı bir biçimde çözümlenebilir ve kalıntıları yetişkin yaşama aktarılmaz. Ancak, eğer kız çocuğun kendisini ve hemcinslerini küçümsemesi aşırı oranda olmuşsa, ileriki yaşamında kadınlığından vazgeçme yolunu seçebilir ve toplumun yeğlediği erkeksi davranışları benimseyebilir. Böyle yapmakla kendisini daha çok kabul ettirebileceği sanısındadır. Bu davranışların yalnızca erkeklerde görüldüğünde toplumun beğenisini kazandığını ve bir kadının bu tür davranışları benimsemesinin onu daha da küçük düşüreceğini göremez.

Kimi kadın, cinsiyetinin yarattığı eksiklik duygularına karşı farklı bir tepki biçimi geliştirir ve kadınlığını abartılmış bir biçimde yaşar. Cinselliğini kullanarak erkekleri incitme, onlardan öç alma ya da onları sömürme yolunu seçebilir. Erkeksi protesto türünde davranışlar, erkek rolünün beklentilerini karşılayamamış ve bundan ötürü davranışları bir kız çocuğuna benzeyen erkek çocuklarda da gelişebilir. Böyle bir çocuk, ileriki yaşamında abartılmış ve saldırgan bir erkek kimliğini benimseyebilir ya da kadınsı eğilimlerini çevresine meydan okurcasına yaşar.

Adler, erkeksi protesto niteliğindeki davranışları, kiliniğinde izlediği pek çok kişide gözlemlemiş olduğundan söz eder. Bazen bu tür tepki biçimleri, kişinin tüm varlığını egemenliğinin altına alarak, yaşam biçiminin temel örüntüsü durumuna gelebilir

NORMALDIŞI DAVRANIŞLARIN OLUŞUMU

Adler, tüm davranış bozukluklarının temelinde aynı ilkeler bulunduğu görüşündedir. Bundan ötürü, normaldışı davranışların bir bölümlemesini yapmak yerine, problemli çocuklar, nevrotikler, psikotikler, intihara eğilimli kişiler, suça yönelik kişiler, fahişeler gibi ayrıntısız bir liste kullanmıştır. Adler, çeşitli davranış bozuklukları arasındaki farklılıkları kabul etmekle birlikte, en önemli değişkenin kişinin kendisi olduğu görüşündedir.

Adler'e göre, davranış bozuklukları gösteren kişi normal insandan farklı iki özellik taşır:

1) Normaldışı nitelikte davranışlar gösteren bir insan, özellikle yaşamının ilk dönemlerinde, normal insana oranla daha yoğun eksiklik duyguları içindedir. 2) Bu duyguları Ödünleme1 çabası içinde, uyumsuzluğunu artırıcı davranışlar geliştirir. Bundan ötürü, normaldışı davranışlar gerek yoğunluk, gerek nitelik yönünden normalden farklılık gösterirler.
Adler'e göre, normaldışı eksiklik duyguları aşağıdaki koşullarda ortaya çıkar:

1) Organ Eksikliği: Bedenlerinde yapısal kusur ve işlevsel bozuklukla doğan çocuklar, sağlıklı çocuklara oranla daha ciddi sorunlarla karşılaşırlar. Ancak bu bir kural olmayıp olasılık fazlalığıdır. Bazı sakat çocuklar, durumlarını ciddi bir kusur olarak yorumlamayabilir ve eğer çevreleri de aynı tutum içinde olursa, aşırı eksiklik duygulan ortaya çıkmayabilir. Eğer çocuğun kendisi ve çevresi söz konusu sakatlığa aşırı önem verirse, çocuk kendisini diğer insanlardan eksik hissedebilir. Böyle bir durum, çocuğun üstünlük çabasının abartılmasına neden olur. Adler, bu tür tepki-lerin çoğu kez kusurlu organla doğrudan ilişkili olduğu görüşündedir. Örneğin, kas yapısı zayıf olan bir çocuk halterci olabilmek için büyük çaba gösterebilir. Adler bunu, organın dili deyimiyle tanımlamıştır.

2) Aşırı Korunma: Aşırı korunan ve şımartılan çocuk, eksiklik duygularını yoğun yaşar. Çünkü böyle bir çocuk, eksik bir insanmışçasına yetiştirilmiştir. Çocuğun kendi başına hiçbir şey yapamayacağını, doğru karar veremeyeceğini, caddeyi yalnız başına geçemeyeceğini savunan anne, çocuğun bu durumlarda gerçekten korkuya kapılmasına neden olur. Çocuk giderek yetersizliğine, hiçbir işi yardımsız yapamayacağına, zayıflığına ve kolayca hastalanabileceğine inanır. Günlük yaşamındaki değişikliklerden ürker ve sürekli olarak bir koruyucu arar. Böyle bir çocuk, kendisini yaşıtlarından daha eksik görür ve bundan ötürü duygusal so-runlar geliştirir.

3) İlgisizlik: Nefret, ceza, red, ilgisizlik vb. koşullarda yetişen çocuk için Adler, istenmeyen çocuk terimini kullanır. Böyle bir çocuğa sürekli olarak istenmediği, kötü, aptal ya da çirkin olduğu söylenir. Bu koşullarda yetişen çocuğun durumundan etkilenme¬mesi ve eksiklik duygularına kapılmaması beklenemez.

Adler, normaldışı davranışların tanımlamasında kullanılabilecek ölçütleri üç bölümde toplar:

1) Abartılmış.Üstünlük Çabaları: Nevrotik davranışların en önemli özelliklerinden biri,, düşsel bir üstünlük düzeyine ulaşmak için aşırı çaba harcama biçiminde görülür. Bu nedenle kişi, kendini tanrılaştırmak umuduyla, abartılmış amaçlar tasarlar ve bunlara ulaşmak için esneklikten yoksun yöntemler geliştirir.

2) Gelişmemiş Toplumsal İlgi: Nevrotik kişi, çevresindeki insan¬lara gerçek anlamda ilgi ve sevgi veremez. Bu durum özellikle çocukken istenmemiş kişilerde daha sık görülür. Adler, toplum¬sal ilgi noksanlığının üç ayrı niteliğinden söz eder:

A) Nevrotik kişinin, kendisi, çevresindeki insanlar ve dünya hakkındaki düşünce ve algıları yanılgılarla doludur. İstenmeyen £ocuk, olayları normal koşullarda yetişen çocuklar gibi göremez; diğer çocuklardan ayrı tutulan bir çocuk, onlarla ortak görüşler geliştiremez. Böylece, sağduyunun yerini "kendine özgü bir dünya görüşü" alır. Örneğin, istenmemiş birçocuk,, dünyası hakkında karamsar, bir görüş geliştirir; insanları sevgisiz ye tehlikeli varlıklar olarak algılar.

B)Uyumsuz bir ortamda yetişen çocuk ileriki yaşamında insanlarla ilişki kurmayı beceremez. Meslek, arkadaş ve cinsel ilişkilerinde ortaya çıkabilecek sorunların işbirliğiyle çözümlenebileceğinin bilincinde değildir. Aşırı korunmuş çocuk da işbirliği konusunda yeterince eğitilmemiştir. İstenmeyen çocuk ise diğer insanlardan uzak durmayı yeğler.

C) Nevrotik kişinin seçtiği amaçlar topluma değil, kişisel çıkarlarına yöneliktir Tasarılar bencil niteliktedir. Eksiklik duygularından kurtulup üstünlüğe ulaşmak için gösterdiği çaba ben-merkezcilikle sonuçlanır. Üstelik, kişisel üstünlüğünü sağlayabilme yolunda, diğer insanlara zarar verebilecek girişimlerde de bulunabilir. Suç işleyen kişi, diğer insanların ihtiyaçları pahasına güç ve para kazanmak ister; intihar eden kişi geride bıraktığı ailesini-düşünmez; entelektüel üstünlüğünü kanıtlamak için çevresini sürekli eleştiren ve yanlışlarını arayan obsesif-kompulsif kişi, onların düşünce ve isteklerine saygı gösteremez, Ne var ki, diğer insanlara karşın bencil amaçlarını gerçekleştirmek isteyen nevrotik kişi sonunda yenilir ve toplumun dışında kalır. Saygınlık uğruna bu denli çaba harcadığı halde çevresinin saygısını kazana¬maz.

D) Etkinlik Düzeyi: Nevrotik kişinin etkinlik düzeyi normal insana oranla düşüktür. Bu durum özellikle insan ilişkilerinde belirgindir. Nevrotik kişi ilişki kurmak ve yardımlaşmak için çaba göstermez.

Nevrotik kişi üstün olmak "zorundadır", seçtiği amaçlar ola¬ğan dışı yüksetir ve bunları değiştirmeyi düşünemez. Diğer in¬sanların görüşlerini paylaşmamak için onlardan uzak durur. Di¬ğer insanları kendisine yabancılaştırır ve kendisini onlardan so¬yutlar.

Nevrotik kişi, yukarıda sözü edilen durumların ve bu durumlara karşı geliştirdiği tepkilerin farkında değildir. Bu eğilimleri, konuşma ve mantığın yeterince gelişmemiş olduğu ilk çocukluk dönemlerinde oluşmuştur. Bundan ötürü, kendisini güdüleyen etmenler bilinçdışmda kalmıştır. Aynı şey normal insan için de söz konusudur. Ancak, normal insanın çocukluğunda geliştirmiş olduğu davranış örüntüleri diğer insanlara yönelik olduğundan, sonraki yaşamında aynı güçlüklerle karşılaşmaz.

Kaynak:
Psikolojik Danışma Kuramları
Ersin Altıntaş
Mücahit Gültekin