Arama

Sait Faik Abasıyanık - Tek Mesaj #5

_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
4 Aralık 2009       Mesaj #5
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi

Öykücülüğü üzerine:


Sait Faik gibi bir yazar ve eserleri üzerine yapılmış pek çok değerlendirme var kuşkusuz. Bu değerlendirmeler içinde Tahir Alangu'nun "huriyetten Sonra Hikaye ve Roman" çalışmasında yer alan Sait Faik bölümü, hem yazarın etkilerinin hala sıcaklığını koruyor olması, hem de Alangu'nun titizliği açısından- en başarılılarından bir tanesi. Yazının geri kalan bölümünü onun çalışmasından alıntılarla sürdürürken, Sait Faik'i tanıtmanın yanı sıra, Tahir Alangu'nun eleştiri tarzını da hatırlatmayı amaçladım.
Ad:  Sait Faik Abasıyanık4.jpg
Gösterim: 1840
Boyut:  47.2 KB

"Düşünce ve duygularını, hele kendi kurallarını getiren yeni bir sanatçı olarak başıboş ve özgür yaşama tutkularını anlamayan, buna karşı olan bir çevrede yetişti. Ancak on beş yıl çabaladıktan sonra kendini bu topluma bir parça kabul ettiren, küçük bir üne sahip olabilen Sait Faik'in, aile çevresinden başlayarak yaşadığı öteki çevrelerle tam ve düzenli, doyurucu ve destekleyici bir anlaşma içinde olduğu söylenemez. İlk hikayelerinden başlayarak bütün eserlerinin, artistçe kendi uslubunda bir yaşamayı yadırgayanlarla çatışmalarının aynası olduğu görülür. Bu tür bir çatışmanın olmadığı yerde de, çağının sanatını ve yerleşmiş sanat ölçülerini aşan bir yeni ve güçlü sanat eserinin yeşermeyeceği de açıktır. Böylece onda, edebiyatı, özentilerden, romantik ucuzluklardan kurtarmak, bir başka kata yükseltmek isteyen bir davranışın varlığı daha ilk adımlarından belli olmaktadır. Sait Faik, hikayeyi "edebiyat yapanların" elinden kurtarmaya gelmiştir.

Onun ilk hikayelerinden başlayıp gerçeklerden düşlere doğru yürüyen anlatışındaki zaman zaman değişen kuruluş denkleminin, ölümüne yakın yıllarda tamamiyle değişeceğini, gerçeğin allegoriler, gerçeküstü unsurlarla kapatılacağını göreceğiz. Git gide gerçekten; küçük adamlar kalabalığının yaşadığı hayattan koparak, yalnızlığın vahşiliğine, "kavun acısı yalnızlık"ın dehşet verici bunaltılarına, yaklaşan ölümün ezici gölgeleri arasına karşıp yürüyüşünü, yine hikayelerinin aynasından seyredeceğiz. Hayatı ve eserlerinin iç içe oluşu, onun sanat anlaşının olduğu kadar, ancak çok iyi bildiği konuları ve hayatları anlatmak istemesinin de bir sonucuydu. Düşünce ve sanata karşı alabildiğince kayıtsız, sağır bir çevrede, dış çatışmalarla bezgin, içe dönük ve kavgacı, umutla umutsuzluk arasında, kaybettiklerini kenar mahalleler, köprü altları, balıkçılar ve küçük insanların yaşamlarına katılarak bulmak istedi.

İlk hikayelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir gerçekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikayeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam"ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren, en güzel hikayelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikaye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, direnmeyi güzel ve umutlu bir hale getiren paylaşılmış sevgidir.

Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikayelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikayede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde herşeyi unutmağa, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve mesleklerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütünlüğünü veren mozayiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikayede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikayeleri yaşaması birbirinden ayrılamıyacak denli içe içe geçmiştir.

Sait Faik, kuruluşuna katılmadığı bir dünyanın kendine uymazlığı yüzünden dışa düşmüştü. İçinde yaşadığı toplum o süre içinde, Osmanlı yaşama uslubundan kopuşunu çabuklaştırmış, yeni bir yaşama düzeni ise "yeni insanı" destekleyecek ölçüde gelişmemişti. İnsan yenileşmesi başka yenileşmelerle orantılı olmadığından, yaşam bir yerde kuruyuvermişti. Sanata, bilime, devrimlere yönelen kuşaklar, kurulu düzenin çıkarcı tersliği karşısında bocaladılar. Devrimlerin duraklayışı, devletin aydın ve sanatçı kuşaklardan koruyucu ve yol açıcı desteğini kesişi de, bu yeni edebiyat öncülerini toplumdan kopardı, yabancılaştırdı. Sanatçıları çoğu, eski uygarlık düzenini yitiren, yenisini kuramayan düzensizliğin kargaşası içinde, evrime değil, yokluğa düştüler. Sait Faik'in arkadaşlarının çoğunun başına gelen budur. Sait Faik'in hayat dramı, onu yokluğun da, evrimin de karşısında kalıp direnmeye zorladı. Onun son hikayelerinde "gerçeküstücülüğe yönelik özellikler bulanlar oldu. Onda düşünceden, bilinçli seçmeden gelen bir gerçeküstücülük değil, yukarıdaki şartlara göre ve o anlamda bir "gerçeği örtme", yaşadığı dramı ifade etme sözkonusudur.

Onun eserlerinde bir çağın bütün anlamı, kendi kuşağının düşünce ve davranış çıkmazlarının zengin bir tasviri vardır. Bu eserlerde yalnız Sait Faik'in değil, kargaşanın ortasında bırakılmış kuşakların dramı da anlatılmıştır".

Öykü:

  • Semaver (1936, Remzi Kitabevi);
  • Sarnıç (1939, Çığır Kitabevi);
  • Şahmerdan (1940, Çığır Kitabevi);
  • Lüzumsuz Adam (1948, Varlık Yayınları);
  • Mahalle Kahvesi (1950, Varlık Yayınları);
  • Havada Bulut (1951, Varlık Yayınları);
  • Kumpanya (1951, Varlık Yayınları);
  • Havuz Başı (1952, Varlık Yayınları);
  • Son Kuşlar (1952, Varlık Yayınları);
  • Alemdağ'da Var Bir Yılan (1954, Varlık Yayınları);
  • Az Şekerli (1954, ö.s. Varlık Yayınları).

Öykü Örneği


Havuz Başı


Beyazıt havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini sevinçlerini yaşamış ne demektir diye düşünüyorum: Belki bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları kederleri çocuklukları uzatma temayülü. Ama bu uzayan yaz kışın gelmeyeceğine alâmet değil. Kış müthiş olacak kar yolları kapayacak bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek... Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara insan sesleri arasında her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım. Herkes geçti siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim. Bayramım çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu. Soğuktan mı titriyordum yoksa heyecandan üzüntüden mi bilmem.

Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12´yi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok.Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı?... Yoksa kimselerin oturmadığı kanepelerde bu saatlerde yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler âşık değil mi bu şehirde? Kimseler bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?

Önce yanımdaki kanepeye oturdular. Biri kadın öteki erkekti. Erkek bana gülümsedi. Halim yok gülmeye; yoksa tatlı tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi. Bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? Sizi bekliyordum. Hâlâ sizi bekliyordum. Belki de bugun bu saatte buradan çıkmayacaktınız... Yoksa hasta mıydınız? Bir ara bir başkasında saçlarınızı yürüyüşünüzü seyreder gibi olmuş siz olmadığınızı görünce yeniden merak etmiş üzülmüş; sonra belki de benim burada oturduğumu tahmin etmiştir de öteki kapıdan çıkmıştır şüphesine düşmüştüm. Bu şüpheden çabucak caydım. O kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?

Ya hasta iseniz!... Sanki hasta idiniz. Koşup yatağınızın başucuna gelmiştim. Gözlerinizi açtınız. Alnınız terli idi. İki açık sarı tel terli alnınızın üstüne yapışmıştı. "Ateşim düşmüyor" demiştiniz. Şehre küsmüştüm. Karaborsalardan ilaçlar getirmiştim. İyileşmiştiniz. Rıhtım boyunca yürümüştük. Taze kırmızı idiniz. Alnınız terli idi. Gülüyordunuz. Alay ediyordunuz. Koşuyordunuz yakalayamıyordum. Allah esirgesin! Hasta olmayın!
Dört beş saniye içinde bunları düşündüğümden adamın selamına karşılık vermemiştim. Dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de güldüm. Bunun üzerine adam yerinden kalktı yanıma geldi:
- Bu caminin ismi ne?
Bir türlü bulamadım caminin ismini dersem inanır mısınız? Hâlâ sizinle beraberdim. Hayır hasat filân değildiniz çok şükür! Beni görmemek için arka yollardan gidişinizi görür gibi oldum. İçimi mütevekkil bir sıkıntı sardı. Kızamıyorum size... Dünyaya kızıyorum. En iyi arkadaşıma kızıyorum.
-Yok a...- Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum. Size kızamıyorum. Arka sokaklardan beni görmemek için kaçtı ise beni düşünerek gitmiştir diyorum. Hatırladım caminin ismini:
-Beyazıt camii canım!
Kadın da yerinden kalktı. Adamın mühim bir sual sorduğunu cevabının bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir yüzle yanımıza geldi. Yanına oturdu adamın. Bu sefer o sordu:
- Ali Sofya hangisi?
-Şu tarafta... Bir işaretle sol tarafı gösterdim. Anlayamadılar ne taraftadır Ali Sofya... Elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. Gösterdiğim yerde kocaman binalar birbirini kesen biçen yollar dükkânlar vardı. Oradan Ayasofya´yı nasıl bulacaklar? Ama ne yapsınlar çaresiz kabullendiler. Zahir oralardadır diye akıllarından geçmiş gibi yüzüme baktılar. Son bir defa daha:
“-Her halde ıraktır.” dediler.
“-Yok pek ırak değil.” dedim.
Adam ellisini asmıştı. Toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı.
“-Bunu getirdim köyden” dedi.
Çarşaflı kadını gösterdi: Sütlaç gibi buruşuk ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl dişleri bembeyaz yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oldum. Bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel bir kan akıyordu kimbilir...
-Hiç İstanbul görmedi bu. Bakıyor hoşlanıyor da gülügülüveriyor. Hoşlanıyor pek. Biz Lüleburgaz´lıyız. Ben geldim birkaç defa İstanbul´a. Bu gelmemişti. Camileri gezdiriyordum.
- Taksim´e de bir gidin.
- Gideceğiz. Beyoğlu´nu da görürüz ha? O da Taksim´e ulaşmadan değil mi?
- Evet.
- Tramvayla mı gidelim?
- Tramvayla gidin ya!
- Ama biz Tünel´den geçmek istiyoruz.
- Tünel işlemiyor kapalı.
Yaa Tünel kapalı demek... Tünel´in kapalı olmasına beraberce üzülüyoruz. Kadın elinde gazete kâğıdına sarılmış bir şeyi bana gösteriyor:
-Bakır ucuzlamış ucuza aldık.
- Kaça aldınız?
- Kilosuna... ne verdikti?.. 450 kuruştan verdiler. Te bak şuna 310 kuruş verdik. Pahalı değil değil mi?
-325 kuruş verdik. 700 gram geldi.
-Sen beş lira verdin. Ne geri verdi sana bakırcı?
Hesap ettiler. Önce anlaşamadılar. Sonra anlaştılar. 310 kuruşa almışlardı tencereyi. Ben senin gelmen ihtimali olan yola gözlerimi dikmiştim. Onlar hesaplarını yapmış havuzu seyrediyorlar. Ben geçmenizden ümidi kesmişim. Sizi nerede bulabileceğimi: "Bana bakın! Beni dinleyin nolur? Bırakın da bir gün samimî olayım. Söyleyeceklerimi söyletmiyorsunuz. Dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz. Bırakın anlatayım..."
-Bu dibinden mi kaynar?
-Yok canım? Babacığım bu pınar mı? Boruyla içine terkos gelir.
Adam yanındakine dönüyor:
-Borularla doldururlarmış. Dibine boru döşemişler senin anlayacağın.
Bana:
-Pekii hani bu suları fışkırtırmış?..
-Bayramlarda sıcak havalarda... Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar.
Adam kadına:
-Hava soğuk soğuk da ondan fışkırtmıyorlar anladın mı? Sıcak havalarda fışkırtırlar da insanları serinletir...
Bana da dönüyor:
- Peki... -diyor-. Hani üstüne top korlar da sular lastik topu havaya fırlatır oynatır durur; öyle de yaparlar mı?
Elli yaşında adam ellisine yakın kadın.. fıskiyeler toplar... Onlar benden de çocuk. Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. Taksim´den öteki camilerden meydanlardan Boğaziçi´nden Kızkulesi´nden söz açıyoruz. Sonunda lakırdılarımız bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman. Ben size bir mısra bulup söylemek istiyorum. Yağmurlu havalardan dağ yollarından katırlardan çıngıraklardan bahseder mısralar yok mu yeryüzünde?
Bu sırada adam kadınına Kızkulesi´ni Haydarpaşa´yı Selimiye Kışlası´nı anlatıyor... Bir ara üçümüz de susuyoruz. Mühim şeyler düşünüyor gibiyiz. Hele ben neler düşünmüyorum: Kapıdan çıkıyorsunuz. Koşa koşa yanıma geliyorsunuz. Kolunuza bile giriyorum. Tam bu sırada adam:
-Kışın donar mı bu su?
Ne diyeyim ben şimdi? Üzüntüm yine dağılıyor:
-Donar diyorum donar da çocuklar üstünde kayarlar.
Kadına dönüyor adam:
-Donarmış; çocuklar üstünde kayarlarmışdiyor. Ne dersin sevgilim Beyazıt Havuzu kışın donar mı? Murtaza çavuşla karısı Hacer anaya ben donar dedim.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:40