ENDÜLÜS'ÜN YIKILIŞ SÜRECİ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR
Özet
Endülüs Müslümanlarının 732 senesinden sonra sürüklendikleri asabiye savaşları, İspanya'yı İslâm'ın mutlak hakimiyetinden çıkararak, kuzeyi Hıristiyanların güneyi ise Müslümanların hakimiyetinde olmak üzere ikiye bölmüş, daha da önemlisi bu ülkeyi iki taraf arasında sekiz asır dürecek bir mücadele zeminine dönüştürmüştür. Bir başka deyişle Müslüman fatihler, kendi aralarında mücadeleye dalmakla adeta kendi düşmanlarını kendileri ihdas etmişlerdir.
Emevilerin 756 senesinde Endülüs'ü bağımsız bir devlet haline getirerek siyasi birliğini sağlamaları, Hıristiyan ilerlemesine karşı ciddi bir engel teşkil etmiştir. Bu sayede çok erken tarihlerde gerçekleşebilecek bir zevalin önüne geçmiştir.
976 senesine kadar Endülüs'ün siyasi birliğini başarıyla temin ve temsil eden Emevi hanedanı, bu tarihten itibaren güç ve nüfuzunu yitirmeye başlamış; Âmiriler ailesinin rakip bir güç olarak ortaya çıkışı, devletin bütün dengelerini alt üst etmiş ve neticede sistemi çözüm üretemez hale getirmiştir. Merkezi idarenin bu acziyeti, neticede mahalli aristokrasilerin güçlenmesine ve ülkenin bölünmesine vesile olmuştur.
Emevi halifeliğinin 1031 senesinde yıkılması üzerine, Müslümanlar arasında ideal birliği ve ortak yaşama azmi kaybolduğu için, 1031-1090 seneleri arası Endülüs'te siyasi bölünmenin kemikleştiği yıllar olmuştur. Bu bölünme, tıpkı 732 senesi sonrasında olduğu gibi Hıristiyan İspanya için Reconquista fikrini yeniden gündeme getirmiştir. Endülüs'ün tamamının işgalini hedefleyen bu fikir uygulamaya konulurken tedriciliğe dayalı bir strateji takip edilmiştir. Bu strateji çerçevesinde, önce Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflar olabildiğince tahrik edilerek zayıf düşmeleri için çalışılmıştır. Bunu, zayıflayan ve kendiliğinden teslim olaya hazır hale gelen Endülüs şehirlerinin işgali takip etmiştir. Bu süreç, en son 1492'de Gırnata'nın teslim alınmasıyla son bulmuştur.
1492'de Gırnata'nın işgaliyle Reconquistanın askeri hedefi bitmiş, dini cephesi başlamıştır. Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hakimiyetinde kalan Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır. Engizisyon mahkemeleri, baskı, işkence ve katliam bu kampanyanın ayrılamaz bir parçası olmuştur. Ancak, bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden koparmak ve kilisenin isteği ölçüsünde Hıristiyan yapmak için yeterli olmamıştır. Bu durumda, Hıristiyan İspanya'yı, bir asırdır tatbik etmekte olduğu imha siyasetinin son adımını atmaya, yani Endülüs Müslümanlarını 1609 senesinde İspanya'dan sürmeye sevk etmiştir. Böylece, 1492'de Yahudiler için kullanılan sürgün mekanizması, bu sefer Müslümanlar için harekete geçirilmiş ve bu suretle en az yarım milyon insan, kendi öz yurtlarından kovulmuşlardır.
Giriş
İlk İslam fetihlerinin son halkasını, 711-714 yılları arasında gerçekleştirilen İspanya'nın fethi teşkil eder. Müslümanlar, bu yeni ülke için İspanya yerine hep Endülüs adını kullandılar. İslam'ın Endülüs'teki siyasî varlığı, 1492 senesine kadar tam 781 sene, bir başka ifadeyle yaklaşık sekiz asır sürdü.
Bu sekiz asrın siyasî tarih açısından, iktidarı elinde bulunduranlar esas alınarak aşağıdaki şekilde beş ana bölümde ayrılarak incelenmesi, adet haline gelmiştir:
I- Valiler Dönemi (714-756): Bu dönemde Endülüs önce doğudaki Emevîlere, bilâhare ise Abbasîlere bağlı bir vilayettir. Dolayısıyla merkezi idare adına valiler tarafından idare edilmektedir.
II- Endülüs Emevîleri Dönemi (756-1031): Bu dönemde 750 senesinde Abbasîlerin iktidardan indirdikleri Emevîler, 757 senesinde Endülüs'ün hakimiyetini ele geçirerek, doğuda yıkılan saltanatlarını batıda yeniden diriltme imkanı bulmuşlar ve 1031 senesine kadar tam 275 yıl süreyle Endülüs'ün kaderini ellerinde tutmuşlardır.
III- Mulûku't-Tavaif veya Küçük Sultanlıklar Dönemi (1031-1090): Bu dönemde, Endülüs'ün daha önce Emevî hanedanı tarafından muhafaza edilen siyasî birliği dağılmış, ülkenin hemen her şehri bağımsızlığını ilân etmiştir.
IV- Murâbıtlar ve Muvahhidler Dönemi (1090-1227): Bu dönemde Endülüs, Kuzey Afrika'da birbiri ardına kurulan iki güçlü imparatorluktan önce Murâbıtlara sonra da Muvahhidlere bağlı bir vilayet durumuna düşmüştür.
V- Gırnata Sultanlığı veya Nasriler Dönemi (1231-1492): Bu dönemde Endülüs'te Müslümanların elinde sadece Gırnata ve civarı kalmıştır. Dolayısıyla Endülüs denilince, siyasî tarih açısından sadece Gırnata akla gelmektedir.
Alışılan bu taksimin yanında, Endülüs tarihini bir de İslam hakimiyetinin gücü bakımından bir sınıflandırmaya tabi tutmak istediğimizde, meseleyi şu ana başlıklar altında ortaya koymamız mümkündür:
I- Mutlak Üstünlük Dönemi (711-1031)
II- Savunma ve Yıpranma Dönemi (1031-1227)
III- Gerileme ve Yıkılış Dönemi (1227-1492)
IV- İmha Dönemi (1492-1609).
I- Üstünlük Dönemi: Bu dönem Endülüs'ün fethiyle başlar. Bilindiği gibi 711 senesinde İspanya'ya giden İslam orduları, 3 sene zarfında bu ülkenin yüzde doksanının fethini tamamlamış, daha sonraki yıllarda Preneleri aşarak Avrupa'nın fethine koyulmuştur. Nitekim 732 senesine gelindiğinde, İspanya'dan başka Güney Fransa'nın büyük bir bölümü de İslam hakimiyetine girmiş ve Müslümanlar bugünkü Paris'in 100 km. kadar yakınına ulaşmışlardır.
756 senesinde Endülüs Emevî Devleti'nin kurulması Endülüs'ü Abbasîlere bağlı bir uç vilayet olmaktan çıkarıp, siyasî gücü ve çatısı her geçen gün pekişen, X. yüzyıla gelindiğinde bölgesinin en güçlüsü olan bir devlet konumuna kavuşturdu. X. yüzyılda III. Abdurrahman ve II. Hakem gibi Endülüslü sultanların isimleri zikredildiğinde, onların sırf Endülüs Müslümanlarının halifeleri oldukları değil, kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarının ve Kuzey Afrika'daki bazı Müslüman Berberî hanedanlarının efendileri oldukları da çağrışım yaptırıyordu. Bu güç ve nüfuzdur ki, kendisini Müslümanların birliğini temsil etmek üzere halife ilan eden III. Abdurrahman'ı, kendi sülalesi dışında hiç kimsenin bu unvanı kullanma hak ve gücüne sahip olmadığını söyleyecek kadar ileri götürmüştür. Onun "hiç kimse" derken hem Abbasî hem de Fatımî halifelerini kastettiği aşikârdır. Endülüs Emevî Devleti'nin sahip olduğu aynı güç ve nüfuzdur ki, Kuzey Afrika'yı Şiîleştirmek için varını yoğunu harcayan Fatımîleri Mısır'a kadar sürmüş, Bizans imparatorlarını, Almanya ve Danimarka hükümdarlarını Kurtuba ile siyasî ilişkiler kurmaya sevk etmiştir.
Ne var ki, siyasî gücü, yakaladığı refah seviyesi ve sağladığı medenî gelişmeyle gözleri kamaştıran ve değil yıkılacağına zayıflayacağına bile kimsenin ihtimal vermediği bu devlet, bir devlet hayatı için göz açıp kapama müddeti kadar kısa sayılabilecek 20 senelik bir sürede aniden çöktü (1031).
II- Savunma Dönemi: 1031 senesindeki çöküşle Endülüs için artık üstünlük dönemi bitmiştir. Zira Emevî Devleti'nin çöküşü neticesinde ülke bir bölünme süreci yaşamıştır. Bu bölünme, İspanya'da daha önce Müslümanlar lehine olan güç dengesinin bozulmasına ve Hıristiyan İspanya lehine dönmesine sebep olmuştur. Endülüs Müslümanları bundan sonra hep ellerinde olanı muhafaza etmekle meşgul oldular. Ne var ki, ilerleyen zaman, onların bunu da beceremeyeceklerini ortaya koydu. Daha II. yüzyılın sonlarında gerçekleşebilecek top yekun bir Hıristiyan işgali, ancak, Kuzey Afrika'dan yardıma gelen, önce Murâbıtlar'ın sonra da Muvahhidler'in çabalarıyla bir asır daha geciktirilebildi.
III- Gerileme ve Çöküş: Murâbıtların ve Muvahhidlerin Endülüs'e geçişleri, az önce de ifade edildiği gibi, Hıristiyan işgalini geciktirmekle beraber, 1031 senesinde Emevî Devleti'nin çöküşüyle içine düşülen bölünme olgusunu kökünden halledemedi. Bu keyfiyet Hıristiyan İspanya'yı yeniden harekete geçirdi ve Muvahhidler idaresinin Endülüs'te gücünü yitirdiği 1227 senesinden 1250 senesine kadar geçen 23 senelik süre zarfında, Kurtuba, İşbiliye, Belensiye, Ceyyan, Tudela, Sarakusta, Mâride, Mürsiye gibi İslam şehirleri birbiri ardına Hıristiyan egemenliğine geçti. Müslümanların elinde sadece Gırnata ve civarı kaldı. Böylece, bir zamanlar Paris önlerine uzanan İslam hakimiyetinin Avrupa'daki sınırları, şimdi sadece Gırnata'ya münhasır kalmış oldu. Bu hakimiyet, bütün menfî gelişmelere rağmen 1492 senesine kadar iki buçuk asır daha devam edecektir ancak bunda Gırnata sultanlarının takip ettikleri başarılı siyaset yanında, Hıristiyan İspanya nezdinde Gırnata'nın işgalinin tâlî derecede bir mesele konumuna düşmüş olmasının da rolü bulunduğunu unutmamak lazımdır. Nitekim, birinci derecede önemli meselelerini hallettikten sonra Hıristiyan İspanya için Gırnata'yı işgal etmek ve bu suretle Müslümanların Endülüs'teki siyasî varlıklarına son vermek hiç de zor olmamıştır. Böylece İspanya veya bizim deyişimizle Endülüs, tıpkı 711 senesi öncesinde olduğu gibi tamamen Hıristiyan hakimiyetine girmiştir.
IV- İmha Dönemi: 1492 sensinde siyasî hakimiyetlerini kaybetmelerine rağmen, Endülüs Müslümanlarının büyük çoğunluğu, verilen taahhütlere güvenip, Hıristiyan hakimiyetinde de olsa, kendi topraklarında kalmayı tercih ettiler. Ne var ki işgalin üzerinden daha beş yıl bile geçmeden bu Müslümanlar, tarihte benzerine ender rastlanan bir imha hamlesiyle karşı karşıya kaldılar. Ayrıntılarını zorla Hıristiyanlaştırma, katliam, engizisyon mahkemeleri ve toplu sürgünlerin oluşturduğu bu hamle, 1609 senesinde tamamlandı. Neticede ne hayatta kalan bir Müslüman, ne de ayakta kalan bir cami bırakıldı. Kısacası, sekiz asır İspanya'nın kaderinde söz sahibi olan Müslümanlar, sanki bu ülkeye hiç ayak basmamışlardı.
A. Yıkılışa Götüren Sebepler
Pekiyi, Endülüs nasıl oldu da böyle bir sonla noktalandı? İşte bu çalışmada esas itibariyle bu soruya cevap aramaya gayret edilecektir. Meseleyi bütün yönleriyle ortaya koymak ve tartışmak, taktir edilir ki, böyle mütevazi bir çalışmanın sınırları dışında ek bir incelemeyi gerektirir. Bu çalışmada esas itibariyle yapılmak istenen iş, Endülüs'ün zevalini sorgularken göze takılan bazı hususların altını çizmektir. Bu hususları başlıca dört başlık altında ele almak mümkündür: Asabiye Problemi, Sistem Tıkanması, İdeal ve Ufuk Daralması, "Reconquista".
1. Asabiye Problemi
Umumi bir değerlendirme çerçevesinde konuya yaklaşıldığında görülen odur ki, Endülüs'ün zevali süreci bir çoklarının iddia ettiği ve çoğumuzun zannettiği gibi güçlü Endülüs Emevî Devleti'nin 1031 senesinde yıkılışıyla ya da Muvahhidler hakimiyetinin 1227 senesinde zayıflamasıyla değil, fetih hareketinin hemen sonrasında başlamıştır. Birbiriyle çelişik gibi görünse de Endülüs'ün iniş grafiği çıkış grafiğiyle birlikte harekete geçmiştir. Bir başka ifadeyle, yıkılışa öncülük edecek gelişmeler, kuruluşu tamamlamak için sarf edilen gayretler esnasında yaşamıştır ki, bu gelişmelerden biri Müslümanların kendi içlerinde, kendileri yüzünden; diğeri ise kendilerinin bahşettikleri imkanlar sayesinde mağlup Hıristiyan cephesinde yaşanmıştır. Açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, fetih hareketlerinin üzerinden henüz bir çeyrek asır bile geçmemişken, 732 senesinden sonra Müslüman fatihlerin içine düştükleri asabiye girdabıdır ki, Endülüs için zeval sürecini başlatan ilk ciddi gelişme olmuştur.
Doğrusu asabiye, sırf Endülüs'ü değil ilk dönem İslam tarihinde İslam coğrafyasının önemli bir kısmını meşgul eden bir mesele olup, kökü İslam öncesi döneme kadar gitmektedir. Bilindiği gibi cahiliye dönemi Araplarının ictimai bünyeleri bakımından dikkat çeken en önemli yanları, muhtelif kabilelere ayrılmış olmalarıydı. Bu bünyede nihai bağlılık unsuru kabile asabiyetidir ve bu asabiyet, parçalayıcı bir asabiyettir. Bundan dolayıdır ki, bedevi, kendi kabilesi dışında hiçbir beşeri otoriteye boyun eğmemiş, dolayısıyla " devlet " kavramını idrak edememiştir. Yine bundan dolayıdır ki, Cahiliye dönemi Arapları daha çok " Eyyam "larıyla, yani kendi aralarında gerçekleşen kabile çatışmalarıyla meşhur olmuşlar ve Arap yarımadası üzerinde, dünya ve ya bölge tarihinde hatırı sayılır bir siyasi güç haline gelememişlerdir; oysa beşeri potansiyelleri bunun için fazlasıyla yeterliydi. Bunu başaramadıkları için de Hicaz hariç Arabistan'ın Güney ve Kuzey bölgeleri, dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasaniler'in nüfuzu altına girmiştir. Sözü edilen parçalayıcı kabilecilik anlayışı yerine kuşatıcı ve kucaklayıcı bir ümmet anlayışını yerleştirmek, Hz. Peygamberin temel hedeflerinden biri olmuştur. Bu kavram çerçevesinde iman kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçirilmiştir. Bu yeni İslami anlayışın, kök salması sayesindedir ki, Arap yarım adası, tarihinde ilk kez Hz. Peygamberin önderliğinde tek bir siyasi çatı altında birleşme imkanına kavuştu. Hz. Peygamberin vefatından sonra çölden çıkan İslam orduları, çok kısa bir süre içinde o günün iki süper devletinden biri olan Sasaniler'i tarih sahnesinden silerken, bir diğeri olan Bizans İmparatorluğunu büyük miktarda toprak kaybına uğrattılar.
Ne var ki İslam'ın getirdiği ümmet anlayışı Hz. Osman'ın öldürülmesi hadisesi ile, derin bir yara aldı. Kabilevî eğilimler ve kabile asabiyeti yeniden su yüzüne çıktı. Emeviler'in iktidara gelişinden sonra bu eğilimler ve bu eğilimlerin sebep olduğu kabileler arası çatışmalar daha da arttı. Emeviler dönemindeki kabile çatışmalarında kâh kökleri çok eskilere dayanan husumetlerin görmelik bahanelerle yeniden depreşmesi, kâh devlet hayatında ve idaresinde daha etkin yer edinme gayretleri ve kâh da bazı Emevi idarecilerinin siyasi nüfuzlarını pekiştirmek maksadıyla kabileler arasındaki husumetten yararlanma teşebbüsleri ve ya ganimetten daha pay alma hırsı gibi siyasi, içtimai ve iktisadi amillerin rolü bulunuyordu. Asıl önemli olan husus, bu kabile çatışmalarının muayyen bir bölge ile sınırlı kalmayıp, Arap kabillerinin yerleştiği Irak, Horasan, Kuzey Afrika gibi o günkü İslam coğrafyasının hemen her tarafına yayılmış olmasıydı.
Öte taraftan Emevîlerin idarî tasarruflarında ve sosyal münasebetlerinde, İslam'ın musâvât (eşitlik) anlayışını bir tarafa bırakıp Arapları öne geçiren, yani "Arapçılık" görüntüsü veren bir politika izlemeleri, İslam coğrafyasını bu sefer de Araplarla Arap olmayan Müslümanlar (mevâli) arasındaki çatışmalara sahne yaptı. Böylece kabile asabiyetine kavim asabiyeti de eklenmiş oldu. Bu asabiyetin neticeleri Orta Asya'da Türk-Arap, Horasan'da Fars-Arap, Kuzey Afrika'da ise Berberî- Arap çatışması şeklinde tezahür etti. İslam dünyasında görülen bu kabile ve kavim asabiyeti ve asabiyetten kaynaklanan çatışmalardan Endülüs de nasibini aldı.
Bilindiği gibi Endülüs'ün fethini gerçekleştiren İslam ordusu, Araplar ve Berberîlerden oluşuyordu. 711-714 seneleri arasında İspanya'yı, 732 senesine kadar ise Güney Fransa'yı İslam hakimiyetine katan bu ordu, 732 senesinde Fransa'daki Puatye (Poitiers, Balâtu'ş-Şühedâ) savaşında Franklara mağlup olduktan sonra, artık dışa değil içe dönük bir mücadele sürecine girdi. Zira, Emevilerin mevâli siyasetinin temel bir sonucu olarak Kuzey Afrika'da Berberîlerin 741 senesinde Araplara karşı topyekün isyan etmesi, çok geçmeden Endülüs'e sıçradı. Ülkenin idaresini ellerine geçirmeyi başaran Endülüs Berberîleri, Arapların yerleştikleri merkezlere karşı harekete geçtiler. Hareket kısa zamanda bir Arap katliamına dönüştü. Araplar bu soykırımdan ancak Kuzey Afrika'dan Endülüs'e sığınan 10-12 bin kişilik Suriyeli askerlerin yardımları sayesinde kurtuldular. Hemen akabinde bu sefer de Araplar Berberîlere karşı bir soykırım başlattılar. Bu gelişmenin bir sonucu olarak Berberîlerin özellikle de İspanya'nın kuzeyine yerleşenleri, kafileler halinde Kuzey Afrika'ya göç ettiler.
Berberî isyanının bu şekilde bastırılmasından sonra beklenen, Endülüs'te istikrarın yeniden sağlanıp, fetih hareketlerinin kaldığı yerden devam ettirilmesiydi. Ancak bu sefer Şam'dan gelen Arap askerleri ile daha önce Endülüs'e gelip yerleşmiş olan Araplar -ki bunlara kaynaklarda "Belediyyûn" denmektedir- arasında ihtilaf çıktı. Belediyyûn'un "Artık geldiğiniz yere dönünüz; Endülüs'te kalmanız doğru değildir zira bu topraklar bize bile zor yetiyor" demeleri üzerine, Suriyeli askerler buna itiraz ettiler iki taraf arasındaki bu ihtilaf, sonunda son derece kanlı çarpışmalara dönüştü. Problem, doğudan gönderilen yeni Endülüs valisi Hüsam b. Dırar el-Kelbî'nin, Suriyelileri gayr-ı Müslimlerin ellerindeki bazı topraklara yerleştirmesiyle çözümlendi. Fakat, bu problem çözümlendi derken, hemen akabinde Endülüs'teki iki büyük Arap kabile kolu olan Kayslılar ile Yemenliler arasında savaş patlak verdi. Bu savaş esnasında taraflardan birinin diğerinden ele geçirdiği esirleri müzayede değil "münakada" (açık indirme) usulüyle satışa arz ettiğini, mesela esirlerden birini bir oğlak, bir diğerini ise bir köpek karşılığında sattığını söylemek, aradaki husumetin boyutu hakkında bir fikir vermeye yeterli olsa gerektir.
756 senesinde Endülüs Emevî Devleti'nin kuruluşuna kadar aralıklarla on yıldan daha fazla süren bu asabiye savaşları, Endülüs Müslümanlarını tam anlamıyla bir kaosa sürükledi. Bu kaosun içerdeki bedeli çok sayıda can ve mal kaybıydı. Fakat dışarıdaki bedeli çok daha ağırdı ve Endülüs'ün geleceği açısından asıl önemli olan da işin bu tarafıydı. Zira bu savaşlar sebebiyledir ki, İspanya'nın kuzey batısındaki dağlık Asturias bölgesine tutunmuş olan ve sayılarının üç bini hatta üç yüzü aşmadığı rivayet edilen çok küçük bir Hıristiyan gücü, bu bölgedeki Berberîlerin Kuzey Afrika'ya göçmelerini fırsat bilerek yeniden toparlandılar ve nüfuz alanlarını gittikçe genişleterek 750 senesinde bağımsız Asturias Krallığı'nı kurdular. İlerleyen zaman içerisinde bunu Navar Krallığı ve Barselona Kontluğunun kuruluşu izledi. Ayrıca Güney Fransa Frankların hakimiyetine girdi. Böylece Müslümanlar, 711-732 seneleri arasında gerçekleştirdikleri fetihlerle elde ettikleri toprakların yarısına yakınını kaybettiler. Yine böylece 711-714 seneleri arasında tamamen Müslümanların hakimiyetine giren İspanya, yani Endülüs, kuzeyi Hıristiyanların, güneyi ise Müslümanların egemenliğinde olmak üzere ikiye bölündü. Bundan sonra iki taraf arasında tam sekiz asır sürecek ve neticede Müslümanların hezimetiyle kapanacak bir mücadele süreci başlamış oldu.
Endülüs'ü kaosa iten ve İspanya'nın yerli halkının karışmadığı, yani fatihlerin kendi aralarında cereyan eden bu hesaplaşma ancak doğuda 750 senesinde iktidardan düşürülen Emevîlerin 757 senesinde bu sefer Endülüs'te iktidarlarını yeniden ihya etmeleriyle, tamamen söndürülmediyse de önemli ölçüde geriletti. Endülüs Emevî Devleti'nin yaptığı ilk iş, düzenli bir ordu kurmak oldu. Bu ordu esas itibarıyla Araplara dayandı, ancak bir denge unsuru olması için Arap olmayanlardan (Berberîler, Sakâlibe) da birlikler teşkil edildi. Öte taraftan kuzeyde yeni kurulan Hıristiyan İspanyol krallıklarının Endülüs aleyhine gelişmelerini engellemek için iyi bir sınır müdafaa sistemi oluşturuldu.
İçe ve dışa dönük bu düzenlemelerle Endülüs kısmî bir istikrara kavuştu. Dışarıda her sene düzenlenen askerî seferlerle Hıristiyan kesimi yıpratılmaya çalışıldı. İçeride imar ve ıslah faaliyetlerine girişildi. Bu arada İspanya'nın yerli halkı arasında oldukça hızlı sayılabilecek bir İslamlaşma ameliyesi başladı, öyle ki kanunların sunduğu malumatı yanlış değerlendirmiyorsak, İslam hakimiyeti altında kalan ve sayıları yaklaşık dört milyon olarak tahmin edilen Hıristiyan İspanyolların yarısından fazlası Müslüman oldu. Kaynaklarımızda bu yeni Müslümanlar için daha çok "Muvelledûn" ismi kullanılmaktadır. Sözü edilen İslamlaşma hareketi, Endülüs'te İslam'ın ve İslam hakimiyetinin pekişmesi açısından önemli bir gelişmeydi; ne var ki, bu gelişme en az o kadar önemli yeni bir gelişmeyi de beraberinde getiriyordu. Arap-Muvelledûn çatışması...
Endülüs Emevileri emirlik döneminde (756-929), Doğu Emevîleri kadar olmasa da yine de devlet hayatında tercihlerini Araplardan yana yaptılar. Ordu esas itibarıyla Araplardan teşekkül ediyordu. Emirlerin hâssaları çoğunlukla Araplardı. Öte taraftan muhtelif bölgelere yerleştirilen Araplar da kabilevî kimliklerini olduğu gibi muhafaza ettiklerinden, yerli halkla hemen kaynaşmadılar. Üstelik onlara, kendileri gibi Müslüman olmalarına rağmen, deyim yerindeyse tepeden baktılar.
Arap idareciler ve Arap kabileleriyle yerli Müslümanlar arasında görülen bu farklılıklara, bazı iktisadî sıkıntılar da eklenince, Endülüs Emevî Devleti, IX. yüzyılın ikinci yarısının son çeyreğinde, bir öncekine göre daha sarsıcı ve daha uzun vadeli yeni bir etnik çalışmalar dönemine girdi. Ülkenin değişik bölgelerinde çoğu Müvelled asıllı mahallî aristokrasiler, Kurtuba'ya kafa tutmaya, bu bağlamda devlete vergi vermemeye, dahası kendi iradelerini ve ordularını oluşturmaya yöneldiler. Bu durumda Emevî hükümdarının nüfuzu Kurtuba dışına taşmaz oldu. Devlet hazinesi boşaldı. Dışarıda Hıristiyan İspanyol krallıkları (Austrias Krallığı, Navar Krallığı, Barselona Kontluğu) siyasî varlıklarını iyice pekiştirdiler. Ayrıca dahilî mücadeleler yüzünden Endülüs sınırlarının muhafazasız kalması üzerine, Endülüs'ün sınır şehirlerini taciz etmeye başladılar; keza bazı Müvelled isyancıları açıkça himaye etmek ve desteklemek suretiyle Endülüs'ün iç işlerine müdahale eder hale geldiler.
Emevî idaresi kuruluşundan yüz yıl sonra karşılaştığı ve yaklaşık altmış sene süren bu kriz dönemini, ancak III. Abdurrahman (912-961) gibi dahi bir hükümdarın uygulamaya koyduğu ve oğlu II. Hakem (961-976) tarafından da aynen devam ettirilen (Güçlü idare+Güçlü ordu+Kaynaşmış toplum) formülüyle aşabildi. Bu formül çerçevesinde, öncelikle merkezî idareye çeki düzen verildi. Bir başka ifadeyle merkezî idare güçlendirildi; merkezî idarenin yetkilerini en iyi şekilde kullanabilmesi için güçlü bir orduya ihtiyacı vardı ki, ikinci olarak da, asabiye faktöründen uzak, Araplardan daha çok Sakâlibe'ye dayanan yeni bir ordu vücuda getirildi. Pek tabiî, bu yeni düzenlemeyle Arapların ordudaki imtiyazlarına büyük bir darbe indirilmiş oluyordu. Bahis konusu formülün üçüncü şıkkını, yani "kaynaşmış toplum"u oluşturmak için ise yine asabiye kavramının ikinci plana itildiği bir "ümmet" politikası izlendi. İslamiyet birleştirici ana öğe olarak kullanıldı. Mezralarda, uzak kalelerde yaşayan halk daha büyük yerleşim alanlarında ve birlikte yaşamaya teşvik edildi. Bu tedbirlerin bir neticesi olarak toplumu oluşturan değişik etnik unsurlar özellikle Araplar ve Berberîler, etnik veya kabilevî çatışmalara dalmak bir tarafa, mensup oldukları kabilelerin isimlerini bile unutur ve kabilelerine değil, doğdukları şehirlere nispetle anılır oldular. Kısacası gidiş, bir "Endülüslüler toplumu"nun oluşması istikametindeydi ve oldukça da sağlıklıydı. Öte taraftan ülkenin iktisadî seviyesi ve siyasî gücü de doruktaydı. Bundan dolayıdır ki, Endülüs Emevî Devleti, Batının tartışmasız en güçlüsü haline gelmişti.