Arama


Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
30 Eylül 2005       Mesaj #3
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
2. Sistemim Tıkanması

Devletin ulaştığı bu seviyenin korunabilmesi için, III. Abdurrahman ve oğlu II. Hakem tarafından canlandırılan güçlü devlet, güçlü hükümdar imajının zedelenmemesi gerekirdi. Bunun için bu hükümdarlardan sonra tahta oturacak hükümdarlar da en az onlar kadar dirayetli olmalıydılar. II. Hakem, 976 senesinde ölüp de yerine kimin geçeceği bahis konusu olunca, devlet erkanından bir kısmı aynen böyle düşündüler. Ancak şahsi çıkarlarını devlet çıkarlarının üzerinde tutanlar, ehil bir aday yerine II. Hakem'in hayatta kalan tek oğlu 12 yaşındaki Hişam'ı tahta oturtmakta bir beis görmediler. Devletin en üst ve en önemli mevkiinin bir çocuğa hasredilmesi, devletin tepesinde otorite boşluğuna sebep oldu. İşte bu boşlukla birlikte daha önce III. Abdurrahman'ın tatbikata koyduğu Güçlü iktidar + Güçlü ordu + Kaynaşmış toplum modeli çok ağır bir darbe yedi: zira, yeni halife II. Hişam'ın zayıf şahsiyeti, iktidarın fiilen yeni bir Arap ailenin yani Âmiriler'in eline geçmesine sebep oldu. Babadan oğula hâciplik (başvezirlik) makamını ele geçiren bu aile, öyle bir siyaset izledi ki, daha önce Emevi sülalesine bağlı olan idare ve ordu, bu sefer onlara bağlı hale getirildi. İdarede Âmirî ailesine rakip olabilecek herkes tasfiye edildi. Orduda Emevi sülalesine bağlı Sakalibe'nin yerine çok sayıda ücretli Berberi askerler yerleştirildi. Böylece tamamen Âmiriler'in güdümünde yeni bir idare ve yeni bir ordu oluşturuldu. Bu adımların tabii bir sonucu olarak Emeviler'in, baştaki göstermelik halifenin kendilerinden olması dışında devlet hayatında nüfuzları kalmadı. Bunun neticesi ise kaybettikleri nüfuzlarını geri alabilmek için Âmiriler'e karşı gizli bir muhalefet hareketi başlatmaları oldu. Öyle anlaşılıyor ki, Âmiriler'in Kuzey Afrika'dan getirdikleri yeni Berberi askerlerin kalabalıkları, taşkınlıkları ve kısa sürede büyük servete kavuşmuş olmaları gibi sebeplerle Kurtuba halkı da Âmirîler'den pek hoşnut değillerdi ve bunun için Emevi muhalefetine sempati besliyorlardı.



Âmiriler'in idareyi ve orduyu güdümlemelerine aldıktan sonra attıkları en cesur adım, 1008 senesinde "Halifelik" makamının da kendilerine ait olduğunu ilân etmeleri oldu. Daha önceki icraatlar neyse ama, bu son teşebbüs Endülüs'te ne halk ne de Emeviler tarafından kabul edilir veya sineye çekilebilir cinsten değildi. Zira bu, kelimenin tam anlamıyla bir "darbe"ydi. O günün dünyasında bu darbe, açıkça devletin adının değişmesi demekti. Ya da bir başka deyişle Endülüs'te Emevi hakimiyetin resmen sona ermesinden başka bir anlama gelmiyordu. İşte bu durumun farkına varan Emeviler ve Kurtuba halkı, 1008 senesinde Âmiriler'e karşı büyük bir isyan başlattılar. Bu isyanları Âmirîler'in iktidardan düşürülmesi için yeterli olduysa da, ülkede istikrarın sağlanması mümkün olmadı. Bilakis ülke, kaynaklarda Büyük Fitne (el-Fitnetu'l Kübrâ) diye tavsif edilen ve yaklaşık 20 sene süren bir darbeler dönemine girdi. Toplum Endülüslüler, Sakâlibe ve Yeni Berberciler olmak üzere üçe bölündü. Her üç grubun da gayesi Kurtuba'ya hakim olup hilafet tahtını ele geçirmekti; ancak hiçbir grup tam anlamıyla buna muvaffak olamadı. Hilafet merkezi olması yüzünden bir zamanlar Batının diplomasi merkezi haline gelen Kurtuba, bu darbeler döneminde yine hilafet merkezi olması yüzünden, bu sefer tarihinin en ağır talan, tahribat ve kıyımına maruz kaldı. Nitekim olayların muasırı meşhur alim İbn Hazm el-Endelusî, bu tahribat karşısındaki hissiyatını şöyle dile getirmektedir:



"Bütün izlerinin silinip yok olduğunu, bilinen yerlerin gizlendiğini ve zamanının orayı değiştirdiğini gördüm. Şimdi orası bayındır ve insanlarla dolu bir yerden boş ve kurak bir çöle dönüşmüştür. Kendilerinden etrafa nimetler yayılan ve keskin kılıçlara benzeyen insanlardan ve aslanlar gibi olan kahramanlardan sonra şimdi orası kurtların sığındığı cinlerin oyun sahası, hayaletlerin yuvası, vahşi hayvanların ve hırsızların gizlendiği bir yer olmuştur."



Sözü edilen darbeler sonucu halk o kadar sinmişti ki, halifelik makamını ele geçirmek için mücadele veren taraflardan birinin ordusunda bulunan gayr-i Müslim askerlerden biri, şehrin en büyük meydanında Hz. Peygamber hakkında hakaret dolu sözler sarf ettiği halde, onun bu davranışını sineye çekmekten başka bir şey yapılamamıştır.



Kısacası, Endülüs Emevî halifeliği, 1008 senesinden itibaren kelimenin tam anlamıyla tıkanmıştır. Sistem bu tıkanıklığı aşacak bir çözüm üretememiştir. Bağlayıcı olması gereken hilafet makamı, bu özelliğini yitirerek fitne sebebi olmuştur. Bu durumu yakinen müşahede ettikleri içindir ki, Kurtuba eşrafı, 1031 senesinde hilafet makamının ilgasına ve bu makamı uhdesinde taşıyan Emevî sülalesinin Kurtuba'dan sürülmesine karar vermiştir. Endülüs Emevî hilafetinin yıkılması demek, 275 senedir tek bir devletin çatısı altında yaşamış olan Endülüs'ün artık devletsiz kalması demekti. Bu gelişme 1008 senesinden beri devletin tıkanması sebebiyle, merkezî otoritenin kontrolünden uzak kalan mahallî aristokrasiler için bağımsızlık yolunu açtı. Hemen her şehir, hatta çok küçük kaleler bile, dört gözle bu anı beklermiş gibi, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu devletçiklerin sayıları hakkında farklı rakamlar söylenmekle beraber, yirmiden az değillerdi.

Özetlenecek olursa, Amirîler'in Emevîler'i alternatif bir hanedan olarak öne çıkarmalarıyla ve bu durumun devletin tepesinde kavgaya dönüşmesiyle başlayan sistemin tıkanıklığı, neticede hem devletin yıkılmasını hem de bölünmesini sağlamıştır.



3- İdeal ve Ufuk Daralması

Az önce de kısmen ifade edildiği gibi, 1031 senesine kadar Endülüs Müslümanlarının tek devletleri vardı. Her Endülüslü "benim devletim" dediği zaman, sadece ve sadece bu devleti kastediyordu. Keza, bu devlet, sıradan bir devlet değil, Müslümanların birliğinin sembolü olan bir halifelikti. "Devletin sınırları" sorulduğunda, Hıristiyan hakimiyetinin dışındaki bütün İspanya toprakları gösteriliyordu. "Dış düşman" denilince ilk önce akla gelen, kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarıydı. 1031senesine kadar Endülüs Müslümanlarının veya daha dar anlamda Endülüslü idarecilerin ideali, Endülüs'ün birliğini muhafaza etmekti, ufukları da bu ideale göre daha gelişti, zira onlar başlarını kaldırıp Kurtuba'dan baktıklarında, ufuklarına Hıristiyan İspanya, Kuzey Afrika hatta Mekke-Medine giriyordu.



Emevî halifeliğinin yıkılması, Endülüs'te çok şeyi temelinden değiştirmiş veya eskisinden daha farklı hale getirmiştir. Bu bağlamda, öncelikle "tek devlet" fikri yok olmuştur. Zira her şehir bağımsız bir şehir devleti olmuştur. Endülüs'ün birliği ve bu birliğin muhafazası gibi bir hedef kalmamış, kimse de böyle bir hedefi gerçekleştirmek peşine düşmemiştir. Her ne kadar ulemadan bazı meşhur simalar -mesela fakih Ebu'l-Velid el-Bacî, İbn Hazm el-Endülüsî gibi- Endülüs'ün yeniden birliğe dönmesi için çaba sarf ettilerse de bu teşebbüsler kimse tarafından ciddiye alınmamıştır.



Yeni kurulan küçük emirliklerin (Mulûku't-Tavâif) temel hedefleri, her şeyden önce kendi sınırlarını muhafaza etmek olmuştur. Bu hedef istikametinde "dış düşman" faktörü de değişmiş ve birbirine sınırdaş olan emirlikler, aynı zamanda birbirlerinin düşmanı olmuşlardır. Mesela, Zinnûniler ile Hûdiler, Zinnûnilerle Cevheriler, Cevheriler ile Abbadîler, Abbadîler ile Eftasiler, Ziriler ile Abbadîler ve Eftasiler ile Zinnûniler arasında yaşanan savaşlar bu anlayışın tabiî bir sonucuydu. Onlar güçleri kafi geldiğinde dış yardım aramaksızın mücadele etmişler, ancak dış yardım gerektiğinde Hıristiyan krallıklara müracaat etmekte tereddüt göstermemişlerdir. Mesela Tuleytula'ya hükmeden Zinnûniler, Sarakusta'ya hükmeden Hudîler karşısında üstünlük sağlamak maksadıyla Navar krallığından yardım istemiş, yardıma gelen askerler, hasat mevsiminde Hudîlerin arazilerini (tarla, çiftlik, bahçe) iki ay süreyle talan ederek geri dönmüşlerdir. Bir sene sonra, bu sefer Hudîler, Hıristiyan krallıkların desteğini sağlayarak Zinnûniler'in topraklarını yağma ve talan etmişlerdir.

Bütün bu gelişmeler Endülüs Müslümanlarında ideal birliğinin kaybolmasına ve neticede ufuk daralmasına sebep olmuştur. Zira her şehir devleti sultanının mesafesi, ancak kendi hududuyla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla daha uzağı görememişler, göremedikleri için de asıl düşman olan Hıristiyan İspanya'yı gözden kaçırmışlar ve bu suretle aslî düşmanlarına Endülüs'te İslam'ın ve Müslümanların kökünü kazımayı hedefleyen "Reconquista"yı yeniden başlatma imkanını sunmuşlardır.



4- Reconquista

750 senesinde İspanya'nın kuzeybatısında Astruias Krallığı'nın kuruluşundan itibaren, Müslümanların Endülüs'ten kovulmaları, Hıristiyan İspanya'nın bir "megalo idea"sı olmuştur. 756 senesinde Emevî devletinin kuruluşu, bu idealin önüne çok ciddi bir engel olarak dikilmiş ise de bu devletin 1031 senesinde yıkılması Hıristiyan İspanya'da özellikle de Asturias Krallığı'nın genişlemiş şekli olan Kastilya Krallığı'nda Müslümanların Endülüs'ten kovulmaları veya kendi ifadeleriyle "Reconquista" fikrini yeniden şuur altından şuur üstüne çıkarmıştır. Nitekim Reconquista fikrine canlılık kazandıran Endülüs'teki değişimi göstermesi bakımından budönemde yani Mulûku't-Tavâif döneminde Kurtuba'ya gelen Hıristiyan bir komutanın Müslümanları kastederek söylediği şu sözler, dikkat çekicidir:



"Biz cesaretin, dindarlığın ve hakkın hep Kurtuba halkı (aslında Endülüslüleri kastediyor) ile birlikte olduğunu zannederdik. Oysa ne görelim, ne dinleri ne cesaretleri ne de akıllı önderleri var. Onların kaydettikleri gelişme ve zaferler aslında geçmiş hükümdarları sayesindeymiş. Ne zaman ki bu hükümdarlar gittiler, Endülüslülerin gerçek yüzü ortaya çıktı."



Endülüslü ünlü tarihçi İbn Hayyam'ın Hıristiyan tecavüzlerine karşı sınırları korumakla mükellef bulunan Müslüman askerler hakkında yaptığı şu tenkitler, Hıristiyan komutanın yukarıdaki sözlerinde hiç de mübalağa etmediğini göstermektedir:



"Allah hudutlarda bulunan Müslüman askerlere düşman korkusunu öyle musallat etti ki, bunlardan birisi herhangi bir yerde Hıristiyan ile karşılaşsa Allah'tan utanmadan sırtını döner ve kaçardı. Allah'ın düşmanları Müslümanların bu davranışlarını çok sık gördükleri için alıştılar."



Endülüs Müslümanlarının içine düştükleri bu acziyeti iyi kavradığı içindir ki, Kastilya kralı VI. Alfonso, kendisine gelen bir Endülüs heyetine Reconquista fikrini açıkça dile getirmekten çekinmemiş ve aynen şunları söylemiştir:



"Biz sizden bir zamanlar bizim olduğu halde elimizden aldığınız toprakları istiyoruz.orada oturacağınız kadara oturdunuz... Artık geldiğiniz yere (K. Afrika) dönün ve yurdumuzu bize bırakın. Bugünden sonra sizin bizimle birlikte kalmanızın bir faydası yok."



Reconquista fikrinin birbirini tamamlayan iki yönü bulunuyordu. Birisi siyasî-askerî yön ki, bununla Endülüs'te veya kendi deyişleriyle İspanya'da İslam hakimiyetine son verilecekti. Diğeri ise dinî yöndür ki, bunla da İslam'ın cemaat potansiyelinin eritilmesi ya da tasfiye edilmesi hedefleniyordu. Mamafih, gerek Endülüs Müslümanlarının gerekse İslam aleminin aşırı tepkisine maruz kalmamak için bu fikrin tatbikinde tedriliciğe dayalı bir strateji izlendi. Bu strateji çerçevesinde önce Endülüs'te yeni kurulan taife sultanlıklarının kendi aralarındaki savaşlar olabildiğince tahrik edildi. Bundan maksat, hem bu sultanların azami ölçüde can ve mal kaybına uğratılmalarını hem de Hıristiyan İspanya'nın yardımını talep eder hale gelmelerini sağlamaktı. Nitekim Zinnûniler ile Hudîler, Eftasiler ile Zinnûniler ve Abbadîler ile Zirîler arasında yaşanan savaşlar, üzerinde durulan konunun açık şahitleridir. Stratejinin bundan sonraki adımı ise, sözü edilen Müslüman sultanlıkları haraca bağlamak oldu. Müslüman sultanlıkların ödedikleri bu haraç vergileri Hıristiyan İspanya için çok önemli bir gelir kaynağıydı; Müslümanların kendileri açısından ise, ekonomilerini çökertecek ve dahilî istikrarı sarsacak kadar ağırdı. Zira zikredilen sultanlıklar, bu vergileri karşılamak için ya birbirlerine saldırıyorlar ya da halkın vergi yükünü arttırıyorlardı. Bu durum ise, halkı, başlarındaki "zalim sultan"ın tasallutundan kurtuluş için isyana sevk ediyordu.



Stratejinin üçüncü adımını, kendiliğinden teslim olmaya hazır hale gelmiş şehirlerin kuşatılıp istila edilmesi teşkil ediyordu. Bu son adımın tatbiki için, ilk hedef Endülüs'ün ikinci büyük şehri ve stratejik önemi son derece fazla olan Tuleytula şehri olmuş ve bu şehir maalesef o günkü Zinnûnî sultanı el-Kadir'in de desteğiyle 1085 senesinde bir daha dönmemek üzere Hıristiyan hakimiyetine geçmiştir.



Tuleytula'nın kaybedilişiyledir ki, Endülüslü küçük sultanlıklar Hıristiyan İspanya'nın gerçek niyetini hisseder oldular. Zira Tuleytula'nın kaybı demek, Endüüs'te dengenin Hıristiyan İspanya lehine bozulmuş olması demekti. Bunu hissettikleri ve Hıristiyan İspanya karşısında direnemeyecek kadar yıprandıkları için de, kendi güvenliklerini önce Murâbıtlar'a sonra da Muvahhidlere havale ettiler.

Murâbıtlar ve Muvahhidler her ne kadar, bir asrı aşkın bir süre Tuleytula dışındaki Endülüs topraklarını muhafazaya muvaffak oldularsa da, Endülüs'ün bölünmüşlüğüne bir çare bulamadılar. Nitekim 1227 senesinde Muvahhidlerin kontrollerini kaybetmeleri üzerine, Endülüs yeniden eski parçalanmış haliyle gün ışığına çıktı. Bu esnada kuzey Afrika da bir bölünme süreci yaşıyordu. Dolayısıyla Endülüslülerin "Bizi himaye edin" diyebilecekleri ciddi bir Müslüman siyasî güç yani devlet yoktu. İşte bu durum papalığın verdiği destekle meşhur Haçlı Savaşlarının bir parçası haline gelen Reconquistayı yeniden harekete geçirdi. Reconquista bu sefer o kadar hızlıydı ki, 1236'dan 1250 senesine kadar 14 senelik bir sürede Kurtuba, İşbiliye, Ceyyan, Belensiye, Denia, Şâtıbe, el-Garb (Algarbe), Santarem şehirleri ve Balear Adaları Hıristiyan hakimiyetine girdi. Bu şehirlerden bazılarının işgaline, sırf ellerindeki toprakları muhafaza edebilmek maksadıyla bazı Müslüman liderlerin de askerleriyle birlikte katkı sağladıklarını belirtmeden geçmemeliyiz.



Bu işgallerden sonra Müslümanların ellerinde sadece Gırnata ve civarındaki birkaç şehir kalmıştı. Bir başka ifadeyle bir zamanlar Batının tartışmasız en büyüğü olan Endülüs, şimdi Gırnata'ya hapsolunmuştur. Hıristiyan İspanya Gırnata'yı da işgale hazırlandığı bir sırada, kendi içinde beliren karışıklıklar nedeniyle bu işgali tehir etmek zorunda kaldı, ta ki 1462 senesine kadar. Bu senede dahili problemlerini halletmiş olan Hıristiyan İspanya Reconquistayı tamamlamak üzere yeniden harekete geçti. Bu esnada top gibi ateşli silahları da kullanan Hıristiyan orduları, son olarak 1492'de Gırnata'yı istila ederek İspanya'da İslam'ın siyasî varlığına son vermiştir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, 1031 senesinde yıkılan Endülüs Emevî halifeliğinden sonra Endülüs ile Hıristiyan İspanya arasında yaşanan mücadele, idealist bir toplumla idealini yitirmiş bir toplumun mücadelesinden ibarettir. Kazanan idealist taraftı ki, bu da Hıristiyan İspanya idi.



B- Kayıp Sonrası Müslümanlar

1492 senesinde Gırnata'nın işgaliyle İspanya'da siyasî bakımdan İslam sona erdiyse de bu ülkede kendilerine yapılan taahhütlere güvenerek yığınla Müslüman kalmıştır. Söz konusu taahhütlere bakılacak olursa Müslümanlar, canlarını, mallarını, dinlerini, dillerini, örf ve adetlerini muhafaza hakkına sahiptiler.



Müslümanlar arasında bu taahhütlerin birer aldatmacadan ibaret olduğunu fark edenler yok değildi. Nitekim Gırnata'nın teslimi için hazırlanan anlaşma metninin meşhur el-Hamra sarayında imzalanması esnasında, devlet ricali arasında ağlaşmaların başlaması üzerine ünlü komutan Musa b. Ebi'l-Gassân'ın şu sözleri oldukça dikkat çekicidir.



"Ağlamayı çocuklara ve kadınlara bırakınız. Biz erkeğiz: kalplerimiz gözyaşı değil kan akıtmak için yaratıldı. Görüyorum ki Gırnata'nın kurtuluşuna dair kimsede umut kalmadı. Fakat onurlu nefisler için hala bir kurtuluş yolu daha vardır ki, o da şerefli bir ölümdür. Geliniz hürriyetlerimizi savunarak ölelim. Bu suretle bizi işgalcinin zincirleri saracağına, toprak anamız bağrına bassın. Cesetlerimizi koyacak kabir bulunamazsa, gök kubbe de yok olmadı ya, o örter..."



"Kendinizi aldatmayın. Hıristiyanların vaatlerine sadık kalacaklarını da beklemeyin. Ölüm daha az korkutulacak bir iştir. Önümüzdeki günlerde evlerimizin yağmalanması, mescitlerimizin kirletilmesi, kadın ve kızlarımızın tecavüze uğraması, vahşet, zorbalık, kırbaçlar, zincirler, zindanlar, diri diri yakılacağınız ateş çukurları sizleri bekliyor. Ölümden korkan zayıf nefisler bunları görecektir. Ben ise, Allah'a yemin ederim ki bunları görmeyeceğim..."



Musa'nın bu sözleri elbette ki bir kehanet değil, fakat düşmanını yakından tanıyan basiret sahibi birinin olabilecekleri iyi tahmin etmesiydi. Maalesef, 1492 senesinden sonra olanlar onu haklı çıkardı. Bu seneye kadar Müslümanlara, bilhassa dinleri konusunda, hiçbir müdahalede bulunmayacaklarını taahhüt eden Hıristiyan idareciler, bu seneden sonra çok kesif bir Hıristiyanlaştırma hareketi başlattılar. Böylece askeri fetih tamamlanmış, sıra kilisenin istekleri istikametinde Müslümanların dini bakımdan imhalarına gelmişti. İspanyol tarihçi Marmol Carvajal'ın konuyla ilgili şu tespiti dikkate şayandır:



"Gırnata işgal edilir edilmez kilise çevreleri, Kral Ferdinand'tan ısrarla Muhammed'in taifesinin kökünün kazınması için çalışmasını, onlardan İspanya'da kalmak isteyenleri ya Hıristiyanlığa girmeye ya da İspanya'yı terke zorlamasını istediler. Böyle davranmasının anlaşmayı ihlâl etmek anlamına gelmeyeceğini, ülkenin selameti, Hıristiyanlığın safiyeti için bunun gerekli olduğunu söylediler. Onlara göre, Hıristiyanlarla Müslümanların bir arada yaşamaları kesinlikle mümkün değildi."



Marmol Carvajal'ın bu tespiti, Hıristiyanların asli temsilcileri olmaları itibariyle din adamlarının başka dinlerden insanlar hakkında taşıdıkları temel kanaati ortaya koyması bakımından son derece önemlidir. Bu kanaat esas itibariyle Hıristiyanlık, daha dar anlamda Katolik Hıristiyanlık dışında mevcut inançların hiç birine hayat hakkı tanımamak şeklinde özetlenebilir. Bu kanaate sahip oldukları içindir ki, İspanyol kilisesi 1492'de Endülüs'te İslâm hakimiyeti sona erer ermez kendi dini safiyetlerini bozduklarını düşündükleri Endülüs Müslümanlarına karşı acımasız bir imha hareketi başlamıştır. Bu hareketin baş mimarlarından olan kardinal Ximenez'i 1497 senesinde Gırnata'ya giderek önce, mal ve para dağıtmak suretiyle Müslümanları Hıristiyanlığa cezbetmek istemiştir. Ancak, Gırnata Müslümanlarının bu teşebbüs karşısındaki tepkileri son derece sert oldu. 1499 ve 1500 senelerinde Gırnata'nın muhtelif bölgelerinde ayaklandılar. Ne var ki, koca bir İspanyol ordusu karşısında bir şehrin ayaklanması ne kadar başarılı olabilirdi. Nitekim 1500 senesi sonunda bu ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı. Teslim olmayı kabul eden Müslümanlara hayatlarının bağışlanması için tek bir tercih hakkı tanındı: Hıristiyanlığa girmek. Bu durumda istemeye istemeye de olsa Gırnatalı Müslümanların büyük bir bölümü şeklen Hıristiyanlığa girdi. Öte taraftan Gırnata'da Müslümanların ellerindeki çok değerli Arapça yazmalar toplanarak şehrin en büyük meydanında yakıldılar. Bu arada çok sayıda Müslüman kadın ve genç kız ya tecavüze uğradılar veya esir pazarlarında satılığa çıkarıldılar. Gırnatalı bir çiftçi, şahit olduğu olayları anlatırken şöyle demektedir:



"...Hiçbir halk Gırnata Müslümanları kadar acı gözyaşları dökmemiştir. Ben gördüklerimi anlatıyorum,sözümde mübalağa yok. Daha dün üç yüz Müslüman kadın ve kızın esir pazarında satılığa çıkarıldığını gördüm. Kadınlarımız tecavüze uğradılar. Bizzat ben üç oğlumu ve iki kızımı kaybettim; elimde sadece altı aylık şu ufacık kızcağızım kaldı. Ben mazi için ağlamıyorum; zira mazi geçti, artık geri de dönmeyecek; fakat, bundan sonra göreceklerimiz için ağlıyorum. Bu gördüklerimize tahammül edemiyorsak, bundan sonra göreceklerimize nasıl tahammül edeceğiz. Bize taahhütlerde bulunan kral (Ferdinand)ın bizzat kendisi bu taahhütlerini bozuyorsa, onun yerine oturacaklardan ne bekleyebiliriz?"



Gırnatalı bu çiftçi, geleceğe dair endişelerinde hiç de haksız değil, zira, bundan sonraki günler Endülüs Müslümanları için daha büyük sıkıntılara gebeydi. Her halükarda beklenen, daha çok gözyaşının akması, daha fazla zulüm ve daha fazla işkenceden başka bir şey değildi. Nitekim 1524 senesinde çıkarılan bir fermanla, İspanya'da kalıpta henüz Hıristiyanlığa girmemiş olan Müslümanlardan ya Hıristiyan olmaları yada ülkeyi terk etmeleri istendi. Ayrıca, bu iki şıktan birine uymayanların köleleştirilecekleri, henüz dokunulmamış olan mescitlerin tamamının kiliseye çevrilecekleri,; Arapça'nın, Arap isimleri kullanmanın, İslamî kıyafetleri giymenin yasaklanması kararlaştırılmış bulunuyordu.



Hıristiyan İspanya'nın bu yasakların uygulanmasını sağlamak üzere ihdas ettiğien önemli mekanizma, engizisyon mahkemeleriydi. Aslında bu kuruluşlara "mahkeme" yerine kilisenin dünyada kurduğu cehennemin "azap hücreleri" demek daha doğrudur. Katolik Hıristiyanlığın safiyetini korumak maksadıyla ihdas edilen bu azap hücreleri, güya Allah adına sebep olduğu zulümler yüzünden Hıristiyanlık ve Ortaçağ Avrupa tarihinin bir yüz karası olarak tarih sayfalarındaki yerini almış bulunmaktadır.



Endülüs Müslümanlarının Osmanlı Padişahı II. Bayezid'a gönderdikleri bir kaside vardır ki, bu kaside kilisenin engizisyon mahkemelerini alet olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirdiği zulümlerin adeta kelimelerle işlenmiş bir fotoğrafı gibidir. 105 beyitlik bu kasidenin tamamını burada vermek mümkün olmamakla beraber, birkaç beytini vermeden de geçmek istemiyoruz:



Büyük bir felakete uğramış esirlerden size selam,

Ne büyük felakettir o,


Şerefli bir hayattan sonra kır saçları yolunarak koparılan yaşlılardan size selam,

Daha önce kapalıyken kafirler önünde açılan yüzlerden size selam,


Papazın zorla yatağa götürdüğü şerefli genç kızlardan size selam,

Kendilerine zorla domuz ve haram kokuşmuş etler yedirilen yaşlılardan size selam.


(Kral) gözümüzü boyadı anlaşmalara uymadı, bizi,

baskı ve güç kullanarak istemeye istemeye Hıristiyanlaştırdı


Hiçbir Müslümana ne bir kitap ne de bir Kur'an bıraktılar,

Oruç tuttuğu, namaz kıldığı bilinen herkes ateşe atılıyor.


Bizden kiliselerine gitmeyen kişileri papaz feci bir şekilde cezalandırıyor,

Peygamberimize küfretmeyi, iyi ve kötü günlerimizde


onu anlamamamızı bize emrettiler

.......

Cahil, kaba, Arap olmayan insanların adlarıyla

adlarımız değiştirildiğinde ne kadar yazık oluyor,


Temiz ve paklıktan sonra, kafirlerin çöplükleri olmaları

için, duvarlarla çevrilen mescitlere ne kadar yazık,


Ezan yerine, çanlar asılan minarelere yazık,

........

Köleleştik, ne fidye ile geri alınabilecek esirler,

ne de şehadet getiren Müslümanlarız.

..............................



Bütün bu baskılar, Müslümanların sadece şeklen Hıristiyanlaşmalarına yetebildi. Gerçekte ise, onlar İslâm'a olan bağlılıklarını gizlice de olsa devam ettiriyorlardı. Nitekim Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin başlamasının üzerinden bir asırlık bir süre geçtikten sonra 1601 senesinde Piskopos Ribera'nın hazırlayıp kraliyet katına sunduğu şu rapor da açıkça bunu göstermektedir:



"...Hıristiyanlık, İspanya Krallığı'nın temel direğidir. Fakat, Moriskolar (Müslümanlar), bu dine gerektiği gibi sarılmıyorlar; dini vecibelerini gerektiği gibi yerine getirmiyorlar, domuz eti yemiyor, şarap içmiyorlar. Gerçek Hıristiyanlar gibi davranmıyorlar. Bütün bunlar, onların zayıf imanlı olmalarından değil, bilakis ataları gibi Müslüman kalmaya azimlerinden, dolayısıyla de Hıristiyanlığa hiç inanmamış olmalarından kaynaklanıyor. Engizisyon müfettişleri gayet iyi biliyorlar ki, onlar iki veya üç sana hapiste kaldıkları ve bu esnada kendilerine Hıristiyanlık esasları öğretildiği halde, hapisten çıkarken öğrendiklerinden bir kelime bile hatırlamıyorlar. Kısaca onlar Hıristiyanlığı bilmiyorlar, çünkü bilmek istemiyorlar."



Endülüs Müslümanları, kilisenin istediği şekil ve ölçüde Hıristiyanlaşmadıkları dolayısıyla da Hıristiyanlaştırma siyaseti başarısızlıkla sonuçlandığı içindir ki, İspanyol Krallığı meselenin hali için başka çözüm yolları aramaya başladı. Yeni teklifler ileri sürüldü. Bir teklife göre, Müslümanlar belli merkezlerde toplanarak, topluca öldürülmeliydiler. Bir başka teklife göre, gemilere doldurulup denize atılmalıydılar. Bir diğer teklife göre ise, topluca sürgün edilmeliydiler. Neticede sonuncu teklif daha fazla kabule şayan bulundu ve 1609 senesinde çıkarılan bir kanunla Endülüs Müslümanlarının İspanya'dan sürgün edilmeleri kararlaştırıldı. 1609-1614 seneleri arasında gerçekleşen bu sürgünle en az yarım milyon Müslüman, sırf başka bir inancın mensubu oldukları için, kendi öz yurtlarında yaşama haklarından mahrum bırakıldılar. Böylece, Müslümanların dokuz asırlık Endülüs serüveni de noktalanmış oldu.



Prof.Dr. Mehmet Özdemir (Bu yazı, Endülüs'ten İspanya'ya, TDV, İstanbul 1996 adlı kitaptan alınmıştır.)