Bana seni sordular, Anlattım. Bana beni sordular, Sustum… Düşündüm... Daldım... Rol yaptım… Maske sözcüğü genellikle iticidir. Tiyatrodan söz etmiyorsak, bizde hemen olumsuz bir duygu veya düşünce uyandırır. Oysa, bebekler dışında, her toplumda herkes bir(kaç) maske takar. Üstelik, çoğumuz maskelerimizin bilincindeyizdir. Fakat sosyal etiklerimiz ve çağdaşlığımız bunları yadsımamızı ve yadırgamamızı dikte ettiği için; maskelerden iğrendiğimizi çoğu kez yüksek sesle dile getirme gereksinimi duyarız. Bazen de maskelerden nefret ettiğini söyleyen birine rastladığımızda, “evet, ben de…” dercesine başımızı sallarız. Bu durum yüksek kabul görmüş gizli bir sosyolojik kural haline gelmiştir, hatta üstü kapalı, vazgeçilmez bir gelenek olmuştur artık. Bu aşikar ikiyüzlülüğümüzü ne ayıplar, ne de sorgularız. Farkına varmadan, bunu veciz bir ifadeyle adeta göksel bir kurala da dönüştürmüşüzdür: Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol. Kişinin olduğu gibi görünmesi hiç mümkün olmuş mudur ki? Ve göründüğü gibi olması maske takması anlamına gelmiyor mu? diye hiç düşündüğünüz oldu mu acaba? Benim aklıma dün geldi bu soru ve yanıtlarını ararken yoğun bir kavram kargaşası ile karşı karşıya kaldım. Galiba burada, elmalardan ayıracağımız bir sürü portakal var… Peki ne yapmalı bu taklitçilikten kurtulup, özümüzü yaşamak ve yaşatmak için? Kendimizin olmayan yüz ve kişilik, kendimiz olmaya ve bizi başkalarının sahteleri yapmaya başlamadan önce? Öncelikle sormaktan çekindiğimiz hayatî soruları sormamız lazım bence. Daha sonra da kavram kargaşalarını giderip taşları yerli yerine oturtmamız gerekir. Çözümler, o zaman daha kolay ortaya çıkacaktır. İlk soru ile başlayalım böylece: Olduğumuz gibi görünmemiz mümkün müdür? Evet ve büyük bir hayır… Hayır, çünkü hiç kimse olduğu gibi görünemez. Çünkü herkesin sadece kendine ait, derin ve gizli mi gizli sırları vardır. Bunları açığa vuramayız ve mezara kadar da vuramayacağız. Hepimizin aşkları, tutkuları ve nefretleri vardır. Bunları alenen ortaya dökersek, hem kendimiz hem de bir(kaç) kişi rahatsız olabilir, üzülebilir, bunalıma girebilir ve hatta pek çok taş yerinden oynayıp bir deprem etkisi yaratabilir. Hepimizin büyüklü küçüklü kompleksleri var. Bunları yeninceye dek açığa vuramayız. Hepimizin zaafları, tembellikleri, eksiklikleri, bilgisizlikleri, huysuzlukları, israf ettiği zamanları, yaşamını etkilemiş büyük hataları, pişmanlıkları ve kırdığı kalplerdeki cinayetleri vardır. Bunları ifşa edemeyiz kolaylıkla. Hepimizin yaparken suçluluk duyduğu, vicdan azabı çektiği ve fakat yapmaktan vazgeçemediği alışkanlıkları var. Bunları bildiremeyiz. Hepimizin yakın çevrede ve toplumda kendimizi kabul ettirdiğimiz bir yerimiz var. Bunu kaybedip, rüzgarın önünde sürüklenen kuru bir yaprak olmak istemeyiz. Hepimizin çok, daha çok, pek çok iltifata, beğeniye, övgüye ve bazen de tapılmaya ihtiyacımız var. Bunları dile getiremeyiz. Hepimizin farklı farklı inançları var. İnanç dünyasına dair şüpheleri, çelişkileri ve kendi kendimize bile itiraf edemediğimiz büyük inkarları ve “günah”ları var. Bunları her zaman ve her yerde itiraf edemeyiz. Hepimizin aldattığı insanlar, söylediği yalanlar, yaptığı küçük-büyük hırsızlıklar ve çektiği kopyalar var. Bunları beyan edemeyiz. Hepimizin dağıttığı maddi, manevi, fiziksel ve duygusal rüşvetler var. Bu suçlarımızı ihbar edemeyiz. Hepimizin aşağıladığı, yüzüne tükürdüğü, evinden kovduğu ve hayatından çıkardığı kişiler var. Bunları birer “insanlık suçu” olarak kabul edip açığa vuramayız. Hepimizin anne-babamıza, eşimize, üstümüzdeki otoriteye ve devlete karşı eleştirilerimiz ve hatta isyanlarımız var. Bunları açık açık söyleyemeyiz. Hepimizin daha zengin olma, daha refah ve daha sorunsuz yaşama ve daha güçlü olma arzuları var. Bu uğurda hepimizin basamak yaptığı ve halen kullandığı kişileri var. Onları incitmek, küstürmek ve de basamaksız kalmak istemeyiz. Hepimizin fantezileri ve hoşlandığı “yatak dansları” var. Bunları herkese gösteremeyiz. Hepimizin gizlice, sinsi sinsi ve yavaş yavaş yürüttüğü samanaltı planları var. Bunları ilan edemeyiz. Siz bayanlar! Hiç mi sizden daha güzel bir kadına özenmediniz? “Güzellik izafidir” sözünü duyduğunuzda hiç mi içinize ferah bir duygu oturmadı? Hiç mi “ah, daha anlayışlı, daha zengin, daha yakışıklı bir eşim olsaydı” diye iç çektiğiniz olmadı? Hiç mi olduğunuzdan daha zeki, daha bilgili, daha görgülü, daha varlıklı, daha mutlu ve daha güçlü göründüğünüz olmadı? Hiç mi kaçık çorabınızı, sökük eteğinizi, lekeli bluzunuzu ve topuğu düşmüş ayakkabınızı saklaya saklaya, sıkıla sıkıla gezindiğiniz olmadı? Hiç mi yanaşmayı arzuladığınız bir erkeğe dikkat çekici bir bakış, bir mimik, bir dolaylı sinyal, bir jest ya da dekolte bir görüntü yollamadınız? Hiç mi, hiç mi bir başka erkekle birlikte olma hevesiniz olmadı? Siz baylar! Az mı yalaklandınız açık-seçik bir bayan görünce? Erkek arkadaşlarınıza kırdığınız cevizlerin sayısını az mı anlattınız abartarak? Etkilemek istediğiniz bir bayanın bulunduğu bir yemekte ya da toplantıda, ona diğer erkeklerden daha duygusal, daha anlayışlı, daha ilginç, daha dilbaz ve daha espritüel olduğunuzu hissettirmek için az mı didindiniz? Buluştuğunuz bir başka kadının parfümü, ruju izi veya saç teli sizi ele vermesin diye az mı baktınız aynalara? Birlikte çalıştığınız bir bayan mesai arkadaşınızın size ilgi duymasını sağlamak için az mı ilgisizlik rolleri yaptınız? Ve sonra onu bir başkası ile görünce az mı kudurdunuz kıskançlıktan? Düzeniniz bozulmasın diye az mı katlandınız ihanetlere? Hakaretleri az mı çektiniz sineye? Satır aralarını az mı anlamazlıktan geldiniz? Az mı nabza göre şerbet dağıttınız? İşiniz bitsin diye az mı sahte gülücükler -ve içinizden sövgüler- savurdunuz müdürlere, memurlara, çalışanlara? Hâlâ oturmamış kişiliğinizi ve komplekslerinizi kamufle etmek için az mı risk aldınız? “Zalim Kral”ı, “Pamuk Prens”i veya “Dev Adam”ı az mı oynadınız? Gerçek kişiliğinizi hedeflemiş bir ok gibi yüreğinize teğet geçen bunca ikiyüzlülüğü yaşarken, Pinokyo gibi burnunuz uzamasın diye az mı agresif davrandınız, kendinizden az mı kaçıp saklandınız? Nedir yanıtlarınız? “Evet doğru,” dediğinizi duyar gibiyim… Bunun bir nedeni de ruhsal yapımızın ve iç derinliklerimizin farkında olmayışımızdır bence. O derinliklerimizdeki hazinenin varlığını ve değerini bilemeyişimizdir. O, özgürce akıp ********, tekrar dolmak, devinmek, tazelenmek isteyen öz yapımızı hep frenleyişimizdir maskelerimizle. Bakınız Neal Donald Walsch ne diyor bu konuda: “İnsan ruhuna çağıl çağıl , gürül gürül akmak yakışır. Yemyeşil çimenlerin içinden ya da kayaların arasından ve çakıl taşlarının üzerinden kıvrıla kıvrıla, kâh parçalara ayrılarak, kâh coşkulu, kâh yorgun, kâh dingin; neyi özlediğini bilerek veya bilmeyerek, ulaşılacak veya ulaşılamayacak, olan ya da olmayan denizin bilincinde veya değil, çağıl çağıl, gürül gürül akmak... İnsan ruhuna, altında çamurun, içinde mikroorganizmaların kaynaştığı bir su birikintisi olmak yakışmaz! İnsan ruhu akacak yolları başka ruhlarda bulur; başka insanların ruhlarında; bir günbatımının ruhunda; ya da bir kedinin, bir kuşun, bir çiçeğin atomlarının ötesinde ne varsa onda ve bir dokunuşun, bir gülümseyişin açtığı vadilerde... İnsan ruhu akacak yollar bulamazsa, kendi sınırlarını esnetecek kadar zorlar zorlamasına ama hiçbir yere akamaz, üstelik akamadığı için de yeniden gürül gürül dolamaz; olsa olsa damla damla! İnsan ruhuna çağıl çağıl, gürül gürül akmak yakışır. Farkında olmasak da, en derindeki alevimiz böyle bir ruha sahip olmak için yanıyor, yakınıyor.” * Ne dersiniz? Bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapıyoruz değil mi? Ya da eksik… İşte bakın maskelerimiz nasıl da düşüyor iç dünyamızı aynaya tutma cesaretini gösterdiğimizde. Acaba içimizdeki “kilitli odaları” mercek altına yatırıp gördüklerimizi anlatabilseydik neler olurdu? Tamamen şeffaf hale geleceğimiz için -sevgili dostum Yavuz Selim Ağaoğlu’nun dediği gibi- sadece ışık olurduk o zaman. Ve işte ancak o zaman olduğumuz gibi görünebilirdik. Bir ışık olmayı hangimiz becerebildik ki şimdiye dek? Tam tersine, ışığımızı ve sıcaklığımızı engelleyen yüzlerce, binlerce maske taktık ve bu yüzden kendi kendimizi engelleyip, donuklaştık. Tüm zamanımızı dış dünyaya ayırdığımız için kendimizi dinleyecek zamanı bulamadık ve o yetenekleri geliştiremedik. Işık olmak belki asla mümkün olmayacak. Ama en azından daha şeffaf, daha maskesiz, daha orijinal ve daha doğal olabiliriz, değil mi? Ve o maskelerin ezici ağırlığının kalktığını hissedince ne kadar özgürleştiğimizi fark edeceğiz. Bu özgürlük içinde, hepimiz birer eşsiz birey olduğumuzu anlayacağız. Bu eşsizlik de bize ve çevremize çok şey kazandıracak, çok şey değiştirecek ve çok daha mutlu, dingin ve yaratıcı olmamızı sağlayacaktır. Unutmayalım, az ve eşsiz olan her zaman daha değerlidir! Oysa, aynı maskeler altında hepimiz birbirimize benziyoruz ve da 6,5 milyar insandan sadece biri olup gidiyoruz. “Sizin değerinizi başkaları ölçemez. Değerlisiniz, çünkü öyle olduğunuzu düşünüyorsunuz. Kendi değerinizi başkalarının terazisine bıraktığınız an, o artık sizin değeriniz değil, onların değeridir.” Öyleyse, ilk sorunun analizinden çıkardığımız sonuç şu olmak zorunda: İnsan evrimi tamamlanıncaya kadar bir ışık olmayı beceremeyeceğimiz için olduğumuz gibi görünmemiz mümkün olmayacaktır. Ama pek çok maskemizden kurtulmamız mümkündür. Bu sayede, dış dünyaya yansıttığımız görüntülerle uğraşacağımıza, iç dünyamıza daha çok zaman ve enerji ayıracağımız için “karanlık odalar”ımızdaki hazineleri keşfedecek ve ruhsal zenginliğe ereceğiz. Bu zenginlik –paranın getirdiği özgürlük ve bağımsızlık gibi- bize daha hür bir iç ve dış dünya sağlayacaktır. Bu hürriyet içinde daha yaratıcı, daha karizmatik, daha mutlu ve daha sevgi dolu birer birey olduğumuzu yaşayarak göreceğiz. İkinci soru şu; göründüğümüz gibi olmalı mıyız? Kendi kendimize bir dış görüntü vermişsek; bu, ya daha iyi, daha güzel, daha sıcak, daha şık, daha kültürlü, daha çağdaş, daha etkileyici görünmek ihtiyacı yüzündendir ya da bazı komplekslerimiz öyle istediği içindir. Diyelim ki makyaj ve şık giyinme artık birer gereksinimdir ve ayrıca kişinin kendi kendini daha iyi hissetmesine yardımcı olduğu için de yararlıdır. Ama içinden gelmediği halde birine övgüler yağdırmak, dalkavukluk edip “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de”mek ve zihinsel, sosyal ve ekonomik düzeyini olduğundan yüksek göstermeye çalışmak gibi ikiyüzlülükler kalın birer maske değil midir? Böylesi maskeler takarak dışa yansıttığımız görünümü benimser ve göründüğümüz gibi olursak iyi mi etmiş oluruz acaba? Bu durumda, doğal yapımızı zorladığımız ve iç dünyamızda bir çift kişilik geliştirdiğimiz için kendimize büyük haksızlık etmiş ve özsaygımızı kaybetmiş olmaz mıyız? Bu da bizde, “iç savaşlar” yüzünden huzursuz bir ruhsal yapı oluşturmaz mı? Taklit bir kişilikle geçen bir ömrün ürettiği her şey taklit olmaz mı? Olur elbet ve oluyor da… Bakınız şöyle geniş çevrenize ve hatta tüm ülke geneline…Orijinal yapımızla eşgüdüm halinde olmadığımız için yaratıcılığımız neredeyse can çekişmiyor mu? Ülke olarak zihinsel, ruhsal ve ekonomik büyümemiz sabun köpüğü gibi üfürünce darmadağın olacak kadar zayıf ve sağlam bir temelden yoksun değil mi? Ben, süregiden bu hazin tablonun en büyük nedenini bu maskelere ve özbenliğimize yabancılaşmaya bağlıyor ve şöyle diyorum: Lütfen, ama mutlaka orijinal olmaya çalışın. Orijinal olmak demek; doğuştan gelen ruhsal yeteneklerimizi bulup çıkarmak, işlemek, geliştirmek ve mizacımızı maskeler yüzünden baskı altında tutmadan içsel dünyamızla içiçe bir ilişki halinde duyup düşünmemiz ve hareket etmemiz demektir. Onu bunu taklit ederek geldiğimiz seviye gözler önünde… Taktığımız maskelerle oynadığımız oyunlar yaşamın hangi gerçeğini yansıttı ki mutlak gerçeklerin içeriğini öğrenmiş olalım? Yapay ve kompleksli kişiliklerle ne denli özgür davranabildik, ne denli özgüven elde edebildik, ne denli başarılara imza atabildik? Müzelerdeki eserler neden bizde bir hayranlık oluşturur bilir misiniz? Hayranlığımızın asıl nedeni onca yüzyıl önce, bunca güzel şeylerin yapılmış olması değildir aslında. Esas sebep; o eşyaların, tabloların, heykellerin ve yapıtların, kendi doğallığından aldığı ilhamla oluşan his ve düşünceyi kullanan insanlar tarafından yapılmış olmasıdır. Onlar orijinaldirler… Oysa gidin bakın sanat galerilerine bugün… İlhamlarını okuyamadıkları için daha önce yapılmış olanların şurasını burasını değiştirerek bir eser ortaya çıkardığını zanneden sözde ressamlarımızın tabloları ile doludur çoğu. Hem neden bu ülkede sanatçıların belli bir davranış şekli vardır? Neden taklit ederler birbirlerini? Bunlar da birer maske değil midir? Fakat dobra ve doğal davrananlar görüyoruz ki halkın sevgilisi haline geliyorlar. Çünkü; insanlar maskelerden bıkmış artık ve özünü ve doğallığını duyumsayabilmenin hasreti içinde sabırsızlıkla bekliyor. Burada hemen zihinlerde oluşacak bir yanlış anlamayı da bertaraf edelim yeri gelmişken: Doğal davranmak ve orijinal olmak demek; içgüdülerin ve duyguların istediği şekilde paldır küldür davranışlar sergilemek demek değildir. Davranışlar mutlaka çevreyi ve toplumu rahatsız etmeyecek tarzda ve başkasının özgürlüğünü engellemeyecek limitler içinde olmalıdır. Esas orijinallik; maskesiz, taklit etmeden, içsel sesleri ve ilhamları iyi tercüme ederek daha önce söylenmemiş sözü, yazılmamış yazıyı, çizilmemiş resmi, bestelenmemiş müziği, oynanmamış oyunu, yapılmamış heykeli, denenmemiş mimariyi, kurulmamış kurguyu ve sergilenmemiş yaratıcılığı üretmektir. Buradan da su sonucu çıkarıyoruz; göründüğümüz gibi olmamalıyız. Netice olarak; yüzyıllardır sorgulamadan kullandığımız bir tekerlemeyi biraz deştiğimizde onun anlamsızlığını ve bizde yarattığı tahribatı hemen fark edebiliyoruz. O halde şöyle diyelim: Olduğumuz gibi görünemeyiz, göründüğümüz gibi olmamalıyız. Peki ne olmalıyız?... Akıl, kalp ve ruh gözleri açık birer insan olalım yeter! Gerisi kendiliğinden düzgünleşir. Dilerim hiç birimiz taktığımız veya takmak zorunda olduğumuz maskelerle birilerine zarar vermek durumunda kalmayız...