Arama

Hayata Dair - Tek Mesaj #215

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Temmuz 2006       Mesaj #215
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Göründüğün gibi ol olduğun gibi görün
Bana seni sordular,
Anlattım.
Bana beni sordular,
Sustum…
Düşündüm...
Daldım...
Rol yaptım…


Maske sözcüğü genellikle iticidir. Tiyatrodan söz etmiyorsak, bizde hemen
olumsuz bir duygu veya düşünce uyandırır. Oysa, bebekler dışında, her toplumda
herkes bir(kaç) maske takar. Üstelik, çoğumuz maskelerimizin bilincindeyizdir.
Fakat sosyal etiklerimiz ve çağdaşlığımız bunları yadsımamızı ve yadırgamamızı
dikte ettiği için; maskelerden iğrendiğimizi çoğu kez yüksek sesle dile getirme
gereksinimi duyarız. Bazen de maskelerden nefret ettiğini söyleyen birine
rastladığımızda, “evet, ben de…” dercesine başımızı sallarız.

Bu durum yüksek kabul görmüş gizli bir sosyolojik kural haline gelmiştir, hatta
üstü kapalı, vazgeçilmez bir gelenek olmuştur artık. Bu aşikar ikiyüzlülüğümüzü
ne ayıplar, ne de sorgularız. Farkına varmadan, bunu veciz bir ifadeyle adeta
göksel bir kurala da dönüştürmüşüzdür: Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi
ol.

Kişinin olduğu gibi görünmesi hiç mümkün olmuş mudur ki? Ve göründüğü gibi
olması maske takması anlamına gelmiyor mu? diye hiç düşündüğünüz oldu mu acaba?
Benim aklıma dün geldi bu soru ve yanıtlarını ararken yoğun bir kavram kargaşası
ile karşı karşıya kaldım. Galiba burada, elmalardan ayıracağımız bir sürü
portakal var…

Peki ne yapmalı bu taklitçilikten kurtulup, özümüzü yaşamak ve yaşatmak için?
Kendimizin olmayan yüz ve kişilik, kendimiz olmaya ve bizi başkalarının
sahteleri yapmaya başlamadan önce?

Öncelikle sormaktan çekindiğimiz hayatî soruları sormamız lazım bence. Daha
sonra da kavram kargaşalarını giderip taşları yerli yerine oturtmamız gerekir.
Çözümler, o zaman daha kolay ortaya çıkacaktır.

İlk soru ile başlayalım böylece:

Olduğumuz gibi görünmemiz mümkün müdür?

Evet ve büyük bir hayır…

Hayır, çünkü hiç kimse olduğu gibi görünemez. Çünkü herkesin sadece kendine ait,
derin ve gizli mi gizli sırları vardır. Bunları açığa vuramayız ve mezara kadar
da vuramayacağız.

Hepimizin aşkları, tutkuları ve nefretleri vardır. Bunları alenen ortaya
dökersek, hem kendimiz hem de bir(kaç) kişi rahatsız olabilir, üzülebilir,
bunalıma girebilir ve hatta pek çok taş yerinden oynayıp bir deprem etkisi
yaratabilir.

Hepimizin büyüklü küçüklü kompleksleri var. Bunları yeninceye dek açığa
vuramayız.

Hepimizin zaafları, tembellikleri, eksiklikleri, bilgisizlikleri, huysuzlukları,
israf ettiği zamanları, yaşamını etkilemiş büyük hataları, pişmanlıkları ve
kırdığı kalplerdeki cinayetleri vardır. Bunları ifşa edemeyiz kolaylıkla.

Hepimizin yaparken suçluluk duyduğu, vicdan azabı çektiği ve fakat yapmaktan
vazgeçemediği alışkanlıkları var. Bunları bildiremeyiz.

Hepimizin yakın çevrede ve toplumda kendimizi kabul ettirdiğimiz bir yerimiz
var. Bunu kaybedip, rüzgarın önünde sürüklenen kuru bir yaprak olmak istemeyiz.

Hepimizin çok, daha çok, pek çok iltifata, beğeniye, övgüye ve bazen de
tapılmaya ihtiyacımız var. Bunları dile getiremeyiz.

Hepimizin farklı farklı inançları var. İnanç dünyasına dair şüpheleri,
çelişkileri ve kendi kendimize bile itiraf edemediğimiz büyük inkarları ve
“günah”ları var. Bunları her zaman ve her yerde itiraf edemeyiz.

Hepimizin aldattığı insanlar, söylediği yalanlar, yaptığı küçük-büyük
hırsızlıklar ve çektiği kopyalar var. Bunları beyan edemeyiz.

Hepimizin dağıttığı maddi, manevi, fiziksel ve duygusal rüşvetler var. Bu
suçlarımızı ihbar edemeyiz.

Hepimizin aşağıladığı, yüzüne tükürdüğü, evinden kovduğu ve hayatından çıkardığı
kişiler var. Bunları birer “insanlık suçu” olarak kabul edip açığa vuramayız.

Hepimizin anne-babamıza, eşimize, üstümüzdeki otoriteye ve devlete karşı
eleştirilerimiz ve hatta isyanlarımız var. Bunları açık açık söyleyemeyiz.

Hepimizin daha zengin olma, daha refah ve daha sorunsuz yaşama ve daha güçlü
olma arzuları var. Bu uğurda hepimizin basamak yaptığı ve halen kullandığı
kişileri var. Onları incitmek, küstürmek ve de basamaksız kalmak istemeyiz.

Hepimizin fantezileri ve hoşlandığı “yatak dansları” var. Bunları herkese
gösteremeyiz.

Hepimizin gizlice, sinsi sinsi ve yavaş yavaş yürüttüğü samanaltı planları var.
Bunları ilan edemeyiz.

Siz bayanlar!

Hiç mi sizden daha güzel bir kadına özenmediniz? “Güzellik izafidir” sözünü
duyduğunuzda hiç mi içinize ferah bir duygu oturmadı?

Hiç mi “ah, daha anlayışlı, daha zengin, daha yakışıklı bir eşim olsaydı” diye
iç çektiğiniz olmadı?

Hiç mi olduğunuzdan daha zeki, daha bilgili, daha görgülü, daha varlıklı, daha
mutlu ve daha güçlü göründüğünüz olmadı?

Hiç mi kaçık çorabınızı, sökük eteğinizi, lekeli bluzunuzu ve topuğu düşmüş
ayakkabınızı saklaya saklaya, sıkıla sıkıla gezindiğiniz olmadı?

Hiç mi yanaşmayı arzuladığınız bir erkeğe dikkat çekici bir bakış, bir mimik,
bir dolaylı sinyal, bir jest ya da dekolte bir görüntü yollamadınız?

Hiç mi, hiç mi bir başka erkekle birlikte olma hevesiniz olmadı?

Siz baylar!

Az mı yalaklandınız açık-seçik bir bayan görünce?

Erkek arkadaşlarınıza kırdığınız cevizlerin sayısını az mı anlattınız abartarak?

Etkilemek istediğiniz bir bayanın bulunduğu bir yemekte ya da toplantıda, ona
diğer erkeklerden daha duygusal, daha anlayışlı, daha ilginç, daha dilbaz ve
daha espritüel olduğunuzu hissettirmek için az mı didindiniz?

Buluştuğunuz bir başka kadının parfümü, ruju izi veya saç teli sizi ele vermesin
diye az mı baktınız aynalara?

Birlikte çalıştığınız bir bayan mesai arkadaşınızın size ilgi duymasını sağlamak
için az mı ilgisizlik rolleri yaptınız? Ve sonra onu bir başkası ile görünce az
mı kudurdunuz kıskançlıktan?

Düzeniniz bozulmasın diye az mı katlandınız ihanetlere? Hakaretleri az mı
çektiniz sineye? Satır aralarını az mı anlamazlıktan geldiniz?

Az mı nabza göre şerbet dağıttınız?

İşiniz bitsin diye az mı sahte gülücükler -ve içinizden sövgüler- savurdunuz
müdürlere, memurlara, çalışanlara?

Hâlâ oturmamış kişiliğinizi ve komplekslerinizi kamufle etmek için az mı risk
aldınız? “Zalim Kral”ı, “Pamuk Prens”i veya “Dev Adam”ı az mı oynadınız?

Gerçek kişiliğinizi hedeflemiş bir ok gibi yüreğinize teğet geçen bunca
ikiyüzlülüğü yaşarken, Pinokyo gibi burnunuz uzamasın diye az mı agresif
davrandınız, kendinizden az mı kaçıp saklandınız?

Nedir yanıtlarınız?

“Evet doğru,” dediğinizi duyar gibiyim…

Bunun bir nedeni de ruhsal yapımızın ve iç derinliklerimizin farkında
olmayışımızdır bence. O derinliklerimizdeki hazinenin varlığını ve değerini
bilemeyişimizdir. O, özgürce akıp ********, tekrar dolmak, devinmek, tazelenmek
isteyen öz yapımızı hep frenleyişimizdir maskelerimizle.

Bakınız Neal Donald Walsch ne diyor bu konuda:

“İnsan ruhuna çağıl çağıl , gürül gürül akmak yakışır. Yemyeşil çimenlerin
içinden ya da kayaların arasından ve çakıl taşlarının üzerinden kıvrıla kıvrıla,
kâh parçalara ayrılarak, kâh coşkulu, kâh yorgun, kâh dingin; neyi özlediğini
bilerek veya bilmeyerek, ulaşılacak veya ulaşılamayacak, olan ya da olmayan
denizin bilincinde veya değil, çağıl çağıl, gürül gürül akmak...

İnsan ruhuna, altında çamurun, içinde mikroorganizmaların kaynaştığı bir su
birikintisi olmak yakışmaz! İnsan ruhu akacak yolları başka ruhlarda bulur;
başka insanların ruhlarında; bir günbatımının ruhunda; ya da bir kedinin, bir
kuşun, bir çiçeğin atomlarının ötesinde ne varsa onda ve bir dokunuşun, bir
gülümseyişin açtığı vadilerde...

İnsan ruhu akacak yollar bulamazsa, kendi sınırlarını esnetecek kadar zorlar
zorlamasına ama hiçbir yere akamaz, üstelik akamadığı için de yeniden gürül
gürül dolamaz; olsa olsa damla damla!

İnsan ruhuna çağıl çağıl, gürül gürül akmak yakışır.

Farkında olmasak da, en derindeki alevimiz böyle bir ruha sahip olmak için
yanıyor, yakınıyor.”

*

Ne dersiniz? Bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapıyoruz değil mi? Ya da eksik…

İşte bakın maskelerimiz nasıl da düşüyor iç dünyamızı aynaya tutma cesaretini
gösterdiğimizde.

Acaba içimizdeki “kilitli odaları” mercek altına yatırıp gördüklerimizi
anlatabilseydik neler olurdu? Tamamen şeffaf hale geleceğimiz için -sevgili
dostum Yavuz Selim Ağaoğlu’nun dediği gibi- sadece ışık olurduk o zaman. Ve işte
ancak o zaman olduğumuz gibi görünebilirdik.

Bir ışık olmayı hangimiz becerebildik ki şimdiye dek? Tam tersine, ışığımızı ve
sıcaklığımızı engelleyen yüzlerce, binlerce maske taktık ve bu yüzden kendi
kendimizi engelleyip, donuklaştık. Tüm zamanımızı dış dünyaya ayırdığımız için
kendimizi dinleyecek zamanı bulamadık ve o yetenekleri geliştiremedik.

Işık olmak belki asla mümkün olmayacak. Ama en azından daha şeffaf, daha
maskesiz, daha orijinal ve daha doğal olabiliriz, değil mi? Ve o maskelerin
ezici ağırlığının kalktığını hissedince ne kadar özgürleştiğimizi fark edeceğiz.
Bu özgürlük içinde, hepimiz birer eşsiz birey olduğumuzu anlayacağız. Bu
eşsizlik de bize ve çevremize çok şey kazandıracak, çok şey değiştirecek ve çok
daha mutlu, dingin ve yaratıcı olmamızı sağlayacaktır.

Unutmayalım, az ve eşsiz olan her zaman daha değerlidir! Oysa, aynı maskeler
altında hepimiz birbirimize benziyoruz ve da 6,5 milyar insandan sadece biri
olup gidiyoruz.

“Sizin değerinizi başkaları ölçemez. Değerlisiniz, çünkü öyle olduğunuzu
düşünüyorsunuz. Kendi değerinizi başkalarının terazisine bıraktığınız an, o
artık sizin değeriniz değil, onların değeridir.”

Öyleyse, ilk sorunun analizinden çıkardığımız sonuç şu olmak zorunda:

İnsan evrimi tamamlanıncaya kadar bir ışık olmayı beceremeyeceğimiz için
olduğumuz gibi görünmemiz mümkün olmayacaktır. Ama pek çok maskemizden
kurtulmamız mümkündür. Bu sayede, dış dünyaya yansıttığımız görüntülerle
uğraşacağımıza, iç dünyamıza daha çok zaman ve enerji ayıracağımız için
“karanlık odalar”ımızdaki hazineleri keşfedecek ve ruhsal zenginliğe ereceğiz.
Bu zenginlik –paranın getirdiği özgürlük ve bağımsızlık gibi- bize daha hür bir
iç ve dış dünya sağlayacaktır. Bu hürriyet içinde daha yaratıcı, daha
karizmatik, daha mutlu ve daha sevgi dolu birer birey olduğumuzu yaşayarak
göreceğiz.

İkinci soru şu; göründüğümüz gibi olmalı mıyız?

Kendi kendimize bir dış görüntü vermişsek; bu, ya daha iyi, daha güzel, daha
sıcak, daha şık, daha kültürlü, daha çağdaş, daha etkileyici görünmek ihtiyacı
yüzündendir ya da bazı komplekslerimiz öyle istediği içindir. Diyelim ki makyaj
ve şık giyinme artık birer gereksinimdir ve ayrıca kişinin kendi kendini daha
iyi hissetmesine yardımcı olduğu için de yararlıdır. Ama içinden gelmediği halde
birine övgüler yağdırmak, dalkavukluk edip “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı
de”mek ve zihinsel, sosyal ve ekonomik düzeyini olduğundan yüksek göstermeye
çalışmak gibi ikiyüzlülükler kalın birer maske değil midir? Böylesi maskeler
takarak dışa yansıttığımız görünümü benimser ve göründüğümüz gibi olursak iyi mi
etmiş oluruz acaba? Bu durumda, doğal yapımızı zorladığımız ve iç dünyamızda bir
çift kişilik geliştirdiğimiz için kendimize büyük haksızlık etmiş ve özsaygımızı
kaybetmiş olmaz mıyız? Bu da bizde, “iç savaşlar” yüzünden huzursuz bir ruhsal
yapı oluşturmaz mı? Taklit bir
kişilikle geçen bir ömrün ürettiği her şey taklit olmaz mı? Olur elbet ve
oluyor da…

Bakınız şöyle geniş çevrenize ve hatta tüm ülke geneline…Orijinal yapımızla
eşgüdüm halinde olmadığımız için yaratıcılığımız neredeyse can çekişmiyor mu?
Ülke olarak zihinsel, ruhsal ve ekonomik büyümemiz sabun köpüğü gibi üfürünce
darmadağın olacak kadar zayıf ve sağlam bir temelden yoksun değil mi?

Ben, süregiden bu hazin tablonun en büyük nedenini bu maskelere ve özbenliğimize
yabancılaşmaya bağlıyor ve şöyle diyorum:

Lütfen, ama mutlaka orijinal olmaya çalışın. Orijinal olmak demek; doğuştan
gelen ruhsal yeteneklerimizi bulup çıkarmak, işlemek, geliştirmek ve mizacımızı
maskeler yüzünden baskı altında tutmadan içsel dünyamızla içiçe bir ilişki
halinde duyup düşünmemiz ve hareket etmemiz demektir. Onu bunu taklit ederek
geldiğimiz seviye gözler önünde… Taktığımız maskelerle oynadığımız oyunlar
yaşamın hangi gerçeğini yansıttı ki mutlak gerçeklerin içeriğini öğrenmiş
olalım? Yapay ve kompleksli kişiliklerle ne denli özgür davranabildik, ne denli
özgüven elde edebildik, ne denli başarılara imza atabildik?

Müzelerdeki eserler neden bizde bir hayranlık oluşturur bilir misiniz?
Hayranlığımızın asıl nedeni onca yüzyıl önce, bunca güzel şeylerin yapılmış
olması değildir aslında. Esas sebep; o eşyaların, tabloların, heykellerin ve
yapıtların, kendi doğallığından aldığı ilhamla oluşan his ve düşünceyi kullanan
insanlar tarafından yapılmış olmasıdır. Onlar orijinaldirler…

Oysa gidin bakın sanat galerilerine bugün… İlhamlarını okuyamadıkları için daha
önce yapılmış olanların şurasını burasını değiştirerek bir eser ortaya
çıkardığını zanneden sözde ressamlarımızın tabloları ile doludur çoğu.

Hem neden bu ülkede sanatçıların belli bir davranış şekli vardır? Neden taklit
ederler birbirlerini? Bunlar da birer maske değil midir? Fakat dobra ve doğal
davrananlar görüyoruz ki halkın sevgilisi haline geliyorlar. Çünkü; insanlar
maskelerden bıkmış artık ve özünü ve doğallığını duyumsayabilmenin hasreti
içinde sabırsızlıkla bekliyor.

Burada hemen zihinlerde oluşacak bir yanlış anlamayı da bertaraf edelim yeri
gelmişken:

Doğal davranmak ve orijinal olmak demek; içgüdülerin ve duyguların istediği
şekilde paldır küldür davranışlar sergilemek demek değildir. Davranışlar mutlaka
çevreyi ve toplumu rahatsız etmeyecek tarzda ve başkasının özgürlüğünü
engellemeyecek limitler içinde olmalıdır. Esas orijinallik; maskesiz, taklit
etmeden, içsel sesleri ve ilhamları iyi tercüme ederek daha önce söylenmemiş
sözü, yazılmamış yazıyı, çizilmemiş resmi, bestelenmemiş müziği, oynanmamış
oyunu, yapılmamış heykeli, denenmemiş mimariyi, kurulmamış kurguyu ve
sergilenmemiş yaratıcılığı üretmektir.

Buradan da su sonucu çıkarıyoruz; göründüğümüz gibi olmamalıyız.

Netice olarak; yüzyıllardır sorgulamadan kullandığımız bir tekerlemeyi biraz
deştiğimizde onun anlamsızlığını ve bizde yarattığı tahribatı hemen fark
edebiliyoruz.

O halde şöyle diyelim:

Olduğumuz gibi görünemeyiz, göründüğümüz gibi olmamalıyız.

Peki ne olmalıyız?...

Akıl, kalp ve ruh gözleri açık birer insan olalım yeter! Gerisi kendiliğinden
düzgünleşir.

Dilerim hiç birimiz taktığımız veya takmak zorunda olduğumuz maskelerle
birilerine zarar vermek durumunda kalmayız...