MsXLabs.org & 100 Büyük Roman
Yazan: ALBERT CAMUS (1913-1960)
Başlıca Karakterler - Mersault: Hikâyeyi anlatan kimse; küçük bir kâtiptir, Cezayir'de yaşar.
- Karısı: -ki bir hedefi veya inancı yoktur- varoluşun saçmalığını ifade eder.
- Perez: Huzur evinde kalanlardan biri; Mersault'un annesine âşıktır.
- Marsa Cardona: Mersault'un metresi; güzelce bir kız.
- Celeste: Bir lokantanın sahibi; Mersault'un arkadaşı.
- Salamano: Mersault'un huysuz bir komşusu. Bir köpeği vardır. Hayvana eziyet etmesine rağmen, köpek kendisine bağlıdır.
- Raymond Sintes: Mersault'la arkadaşlık kuran ve diğerleriyle yaptığı kavgalara Mersault'u da karıştıran bir muhabbet tellâlı.
- Masson: Sintees'in bir arkadaşı.
Hikâye
Yabancı'nın merkezî karakteri, Mersault adında, Cezayir'de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzur evinde yaşamaktadır. Birbirlerine söyleyecek pek bir şeyleri bulunmadığından, annesini seyrek ziyaret eder. Devlet dairelerinden birinde küçük bir memurdur, mevkiinde ilerlemek için de hiç bir ihtirası yoktur. Gerçekte, Paris'te daha iyi bir vazifeye tayin edilmeyi reddetmiştir. Tek başına yaşar, kahvehanelerde tanıdığı bir kaç arkadaşı vardır. Hafta sonları, kendisini seven fakat onun aşk beslemediği metresini görür. Annesi öldüğü zaman, işinden izin alarak annesinin cenazesine katılır. Fakat içinde hiç bir ızdırap ve acı duymadığından, cenazede normal bir işi yerine getiriyormuşçasına hareket eder. Cenazeye katılanlar arasında kederli Perez'i de görür. Annesi ile birlikte aynı huzur evinde yaşayan Perez, kadınla yakın bir ilişki kurmuştu. Cenazeden sonra Mersault, Cezayir şehrine döner ve hafta sonunu metresi Maria ile beraber geçirir.
Mersault'un oturduğu oldukça kötü binada yaşayanlar arasında, muhabbet tellâlı olduğu zannedilen Raymond Sintes adında biri daha vardır. Raymond, arkadaşlık kurmak için kendisine yaklaştığı zaman, Mersault isteksizlik göstermez. Raymond'un, Mersault'un yardımına ihtiyacı vardır. Kendisine bir kız arkadaş edindiğini, ama kızın kendisini aldattığını iddia etmesine rağmen, okuyucu Raymond'un, kızı fahişeliğe sürüklemek istediğinden şüphelenir. Raymond, şimdi kıza bir ders vermek ister. Bunun için de Mersault'tan, kıza bir mektup yazarak, geri dönmesinde yardımcı olmasını söyler. Kız döndüğü vakit de, Raymond ondan öç alacaktır. Mersault onun bu teklifini niye kabul ettiğini, okuyucuya şöyle anlatır: «Onu memnun etmemek için elimde hiç bir sebep olmadığından, Raymond'u memnun etmek istedim.»
Ertesi hafta sonu, Raymond'un odasında şiddetli bir kavga cereyan eder: Raymond, bir Arap olan bu kızı fena halde dövmektedir. Polis gelir, Raymond sorguya çekilir. Mersault, arkadaşının kavga için tahrik edildiğini söyler. Bu arada, kardeşinin intikamını almak isteyen kızın ağabeyi, Raymond'u takip etmeğe başlar. Bir hafta sonra Raymond, Marsault ve Maria'yı bir arkadaşının sahildeki küçük bir sayfiye evine davet eder. İki Arap peşlerindedir ve Raymond, onların kendilerine saldıracaklarını tahmin eder. Bunun için, inisiyatifi ele alarak Araplara saldırır, iki Arabı döverler. Bir tanesi, elindeki bir bıçağı Raymond'a saplar. O gün akşama doğru, yeniden iki Arapla karşılaşırlar. Raymond onları harekete geçmelerine meydan vermeden öldürmeyi veya kışkırtarak, kavga sırasında tabancasıyla öldürmeyi teklif eder. Mersault, bu teklife karşı gelerek Raymond'a tabancasını kendisine vermesini söyler. Raymond elindeki tabancayı Mersault'a verir, Araplar da kaçar.
Kısa bir zaman sonra, hâdisenin kapandığını sanan Mersault, sahilde gezinirken bu Araplardan birini üçüncü defa olarak görür. Hava, pişirircesine sıcak ve deniz de çarşaf gibidir. Mersault'un bütün düşündüğü, sıcaktan kurtulmaktır. Zira güneş çarpması ile karşı karşıyadır. Saldırmak için değil de, kendisine gölgeli bir yer bulmak için, Araba doğru yürür. Arap, hemen bıçağını çeker, bıçakta yansıyan güneş ışınları Mersault'un gözlerini kamaştırır. Birdenbire kendisini kaybederek tabancasını çeker ve Araba ateş eder. Ardından hiç bir sebep bulunmamasına rağmen, yerdeki cesedin üzerine dört el daha ateş eder.
Mersault tevkif edilir ve avukat tutmadığından mahkeme, onu savunması için bir avukat tayin eder. Avukat ve savcı, Mersault'un pişmanlık duymayışım ve kendi kaderi karşısında lâkaydî göstermesini hayretle karşılarlar. Hâkim, bir Hıristiyan olarak onun nedamet göstermesini ister. Avukat, jüri üzerinde kötü bir intiba bırakmaması için, mümkün olduğu kadar az konuşmasını tavsiye eder.
Yargılama sırasında Mersault'un, annesinin cenazesinde kederli görünmemesi üzerinde oldukça durulur. Bu, onun ahlâkî zaafının bir delili olarak ileri sürülür. Jüri, Mersault'un suçlu olduğuna ve hâkim de giyotinle öldürülmesine karar verir.
Cezanın infaz edilmesini beklediği sırada, hapishane papazı Mersault'u hücresinde ziyaret ederek, son dinî ayini yapmak ister. Hiç bir dine inanmayan Mersault, huzura kavuşturulmayı istemez ve hiç pişmanlık duymadığını söyler. Papazın ısrarı üzerine, yaşadığı hayatın ve ölümüne yol açan hâdiselerin bir savunmasını yapar. Sonunda herkes öleceğinden, bütün insanların hayatları manasızdır ve herkes aynı derecede suçlu veya suçsuzdur. Nasıl bir hayat sürdüğünün veya kimi öldürdüğünün ne farkı vardır? İçindekileri böylece dışarı dökmesi, Mersault'u rahatlatır ve kendisini huzur içinde hisseder:
Sanki dışa vurulan bu kızgınlık beni temizlemiş, ümitlerimden boşaltmıştı. İşaretler ve yıldızlarla süslenmiş karanlık gökyüzüne baktığım zaman, hayatımda ilk defa olarak kalbimi kâinatın müşfik lâkaydîsine açtım. Onu da tıpkı kendim gibi gerçekte bir kardeş gibi hissetmekle, mutlu bir hayat sürmüş olduğumu ve hâlâ mutlu olduğumu idrak ettim.
İnsanoğlu, manasız bir kâinatta nasıl yaşayacak? Yabancı'nın ana tezini teşkil eden bu mesele, bilhassa Avrupa insanı için âcil bir mesele. Belki de çağımızın nazik bir meselesi. Din, mazide Avrupa'ya sağlam bir mana sistemi verdi; insanın, hayattaki yerinin manasını anlattı ve bu hedefe ulaşması için ona yardım etti. Hıristiyanlık, nüfuzunu kaybettikçe Descartes' den Hegel'e kadar diğer sistemler dünyanın anlaşılabileceğini, rasyonel olduğunu göstermeğe çalıştılar. Camus için, bu da ölü bir garanti idi. Onun indinde, insanoğlu, herhangi bir yol işareti veya hedef bulunmaksızın, kendi yolunu tayin edecekti. Bugün, Allah'ın ve O'nunla birlikte ister ahlâkî ister entelektüel olsunlar, bütün mutlaklıkların öldüklerini hissedenler, Camus'un, kendi yaşadığı şartlardan bahsettiğini görürler. Günümüzde, çok sayıda bu tür okuyucu var. Hemen hemen her edebiyat hocası, iyi bir not almalarıyle hiç bir ilgisi bulunmamasına rağmen, talebelerin Camus'u hürmetle okuduklarını görüyor. Bunun içindir ki Yabancı, yayıldıkları andan itibaren klâsik diye benimsenen kitapların küçük listesine girdi.
Dünyanın saçma olduğunu söylemek, bu söz karşısındaki reaksiyonumuz kadar, dünyanın mahiyetini anlatmaz. Bizim, dünyanın saçmalığını hissetmemiz, gerçekleştirilemeyen ümitlerimizden, dünyadan ne beklediğimiz -bilhassa düzen ve istikrar- ile elde ettiklerimiz arasındaki farklardan doğar. Bu tür bir hayal kırıklığı -ki ilk Hıristiyanlar kadar eskidir- kendisini, hayat hakkındaki bazı müşterek tutum ve hükümlerde belli eder. Bunlar, ilkin eşyalar arasında sezilen irtibatsızlıkta kendilerini gösterir. Hâdiseler birbirlerini takip eder, fakat bir arada değillerdir. Aralarında, gerekli bağlantılar yoktur. Dünya, yabancı ve saçma görünür; bir telefon kulübesinin camları ardındaki adamın hiç bir şey anlamadığımız sessiz jestleri gibi. Entelektüel dünyayı da aynı saçmalık yönetir. Artık bütün felsefî sistemlerden ve onlarla birlikte, davranışın mutlak standartlarını ortaya koydukları iddia edilen bütün hukukî Ve ahlâkî sistemlerden şüphe ediliyor. İnkâr edilemeyecek yegâne gerçek, en son yaşadığımız tecrübedir. Nihayet, hayatın tümü ölümün gölgesi altında yaşanır ve bu durum da, azizi ve günahkârı, sağduyu ve saçmalığı aynı seviyeye getirir. Dünyayı bu ışıkla gören bir kimsenin yapabileceği üç şey vardır: Kör kadere boyun eğebilir, intihar edebilir veya kendi durumunu berrak bir şekilde idrak ederek hayatını sürdürebilir. Bunu yapabilen bir kimse için, bu gerçeğin idrak edilmesi büyük bir kurtuluştur; çünkü eğer Allah yok ise, her ân, bir diğeri kadar iyidir ve sonunda herkes öleceğinden, bir kimse istediğini yapabilir.
Dünyanın böyle bir görünüşü, sistematik bir felsefî sistemle değil -zira meseleyi böylece ele almak, saçmalık hissinin reddettiği rasyonel bir düzenin mevcudiyetini imâ etmektir-, saçmalığın ne olduğu hissini uyandıracak bir piyes veya romanla gösterilebilir. Mersault, bu hissin, kemiklerine kadar işlediği bir adamdır. Günü gününe yaşadığından, pek az hatıraları vardır ve hayattan bir şey beklemez. Diğerlerinden bir istekte bulunmadığı gibi, onların da kendisinden mümkün olduğu kadar az istekte bulunmalarına müsaade eder. Başlıca fazileti mutlak samimiyetidir. Hayatını önüne koyduğu zaman dahi, sahip bulunmadığı ideal ve hislere sahipmiş gibi hareket etmez.
Mersault, şüphesiz bir kriminal değil. Faal bir kötülük yapmağa muktedir biri değildir. Raymond' un aksine, diğerlerine kötülük yapmak istemez. Tanıdıklarının çoğu ondan hoşlanır ve Maria ona âşık dahi olur. Genellikle uysal bir adamdır, ama şüphesiz, prensiplerinden ötürü değil, başka türlü hareket etmesi için bir sebep görmediğinden. Ne yüksek ahlâkî prensiplere sahip bulunduğu söylenir ne de bulunmadığı. Sadece, kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz ve bunun için de, suçsuzdur. Şu halde, cinayeti niye işledi? Güneşten ötürü, cevabını verir. Mahkemedekiler, onun bu sözüne gülerler. Ne var ki, bu sebep, herhangi bir sebep kadar yerinde. Cinayet, otomatik olarak ve gayri-ihtiyarı işlenmiştir, saçmadır ve bir plâna göre yürütülmemiştir. Aynı durumdaki herhangi bir kimse de aynı şeyi yapabilirdi.
Maamafih, hâdiselerin birbirini böyle saçmalıkla takip etmesi Mersault'u, mutlaklara inanan, çocukların nasıl hareket edeceklerini önceden kestiren, kriminaller ve diğerleri arasında fark bulunduğunu bilen, her suçun vehametine göre bir kanun maddesi uygulayan bir dünyanın gücü ile karşı karşıya bırakır. Mersault, bir kişiyi öldürmüştür, fakat kendi kendisini savunmak zorunda kaldığı düşüncesiyle beraat da edebilir. Karar, mahkemenin Mersault hakkındaki düşüncelerine bağlıdır. Hayatın böylece düşünülmesi, cinayetin, herkesçe bir kriminal kabul edilen biri tarafından mı işlettiğini gösterir? Eğer bu düşünce doğru ise, cinayeti işlediği için suçludur. Maalesef, mahkeme onun nasıl bir insan olduğunu anlayamaz. Herkes onun, teamüllere göre reaksiyon göstermesini beklerken, böyle hareket etmediği için lanetlenir. Bunun neticesinde, Mersault gayet haklı olarak, daha ziyade bir Arabı öldürdüğü için değil, annesinin ölümü üzerine matem tutmadığı için ölüme mahkûm edildiğini söyler.
Romanın son kısmı, Mersault'un cemiyetin hükmünü benimsemesine hasredilir. İlkin, bu hüküm karşısındaki tutumu, çevresindeki her şey gibi tam bir hissizlik ve lâkaydîdir. Gerçi hürriyetinin elinden alınmasından ve bundan böyle seksüel arzularını tatmin edememesinden huzursuzluk duyarsa da, kendisini buna alıştırır. Onu, bu hissizliğinden nihayet uyandıran hâdise, papazın kendisini hayatta sürükleyen sezgileri kesinlikle formüle etmesinde ısrar edişidir:
İstikbalimin karanlık ufkundan bana doğru, hayatım boyunca, bir çeşit ısrarlı ve serin bir rüzgâr esiyor. Ve bu esinti, halkın, gayri-hakiki yıllar boyunca bana zorlamağa çalıştığı bütün bu fikirleri de düzelttirdi. Diğerlerinin ölümünün veya bir annenin sevgisinin veya Allanın sevgisinin veya bir kimsenin nasıl yaşamak isteyişinin, kendisinin seçtiği kaderin ne önemi var? Zira aynı kader, sadece beni değil, onu da, kendilerinin, benim kardeşlerim olduklarını söyleyen milyonlarca imtiyazlı insanı da «seçecek »tir. Ve bir gün, hepsi ölüme mahkûm edilecek; diğerlerininki gibi onun da vakti gelecek. ... Ama sonunda her şey aynı şekilde neticelendiğinden ve bunun için de annesinin cenazesinde ağlamadığından, cinayetle suçlandıktan sonra öldürülürse, bunun ne önemi var?
Mersault'un içinden fışkıran bu sözler, onun bağımsızlık beyannamesi. Şimdi kendi kendisinin efendisidir ve ölümü korkmaksızın kabul edebilir.
Romanın bu üslûbu ve yapısı, Mersault gibi karakterlerin takdimi için fevkalâde uygun. Hikâyenin, bilhassa, birinci şahıs olarak Mersault tarafından anlatılması son derece tesirli. Eğer Mersault üçüncü şahıs olarak anlatılsa idi, hâkime ve savcıya olduğu kadar, bize de anlaşılmaz ve yabancı görünecekti. Eğer ona inanacak isek, onu, Mersault'un kendisini tanıtmak istediği şartlar altında görmeliyiz. Bilhassa konuşma üslûbundan -direkt, basit ve oldukça özelliksiz- onun nasıl bir kimse olduğunu görüyoruz. Bu tür üslûbun başlıca özelliği, zarf ve sıfatların azlığı ve aralarında «ve» veya «fakat» dışında bağlaçlar bulunmayan kısa cümlelerdir. Camus'un bu üslûbu, bilhassa Hemingway gibi Amerikan yazarlarının nüfuzunu gösteriyor. Kitaptaki ananevi nutuklar genellikle, hâkim veya savcı gibi tutucu kimselerin dille-rindedir veya sahtelikleriyle konuşanların da sahteliğini gösterir.
Yabancı, plânının mükemmel ahengi ile, karakterleri ile, tezi, üslûbu ve yapısı ile, klâsik bir başarıya erişiyor. Eserin sanatkârane birliği, Camus'un -gerçek dünyada göremediği sağlamlık ve istikrarı yaratıyor. Bu ölçülerle ele alındığında, sanatkârca yaratılmış herhangi bir eser, hayata indirilmiş bir şamardır. Mersault, varoluşunun saçmalığını hiç bir zaman protesto etmez; fakat Camus, bu romanı ile eder.
Albert Camus, bazı hususlarda hiç de bir Fransız değildi. Cezayir'de doğdu; annesi İspanyol, babası Alsas'lı idi. Zaten fakir olan aile, bir çiftlik işçisi olan babası Birinci Dünya Harbi'nde ölünce daha da fakirleşti. Bir taraftan Cezayir Üniversitesi'ne devam eden, öte yandan da muhtelif işlerde çalışan
Camus, lS36'da, üniversitenin felsefe fakültesinden mezun oldu. Talebelik yıllarında, kısa bir müddet için Komünist idi. Fakat çok kalmadı, partiden ayrıldı. 1935'ten 1938'e kadar Cezayir'de, bir tiyatro şirketinin menajerliğini yaptı.
Yazı hayatı, muhtelif makalelerini ihtiva eden iki cilt eseri ile başladı: önü ve Arkası (L'Envers et l'Endroit, 1937) ve Evlenenler (Noces, 1938). 1939'da gazeteciliğe başladı, ertesi sene Paris-Soir gazetesinin muhabiri oldu. Harp patladığı zaman, senelerce önce yakalandığı veremden ötürü askere alınmadı. 1940'da Cezayir'e döndü ve bir müddet, Oran'daki bir mektepte öğretmenlik yaptı, iki sene sonra, en önemli eserlerinden ikisini, Yabsncı'yı ve Sisyphus Efsanesi'ni yayınladı. Fransa düştüğü zaman, Avrupa'ya döndü, yeraltı faaliyeti basınında faal bir rol aldı, Combat (Mücadele) adındaki gazetede yazılar yazdı. Combat, harpten sonra günlük gazete haline getirildi ve gazetenin editörlüğü de Camus'a verildi.
Yabancı'da belirtilen kasvetli hayat görüşünden ötürü Camus, Sartre ve öteki egzistansiyelistlerle bir arada ele alındı. Camus'un felsefesi, bazı hususlarda Sartre'ın görüşlerini aksettirmekle beraber, Veba (Le Peşte, 1947), onun -inanış diye vasıflandırılamayacaksa da, mânâsız bir kâinat karşısında beşer azminin kahramanca belirtilmesi diyebileceğimiz- daha kesin bir mevkie doğru hareket ettiğini gösterdi. Camus'un bu kitabı, hümanist dünya görüşünü yeniden belirtme yolunda bir eser olarak alkışlandı. Camus, tiyatro ile ilgisini devam ettirdi ve üç piyes daha yazdı: Caligula (1938'de yazılan bu eser 1944'te sahneye kondu), Anlayışsızlık (Le Lalentendu, 1944), Devlet Muhasara Altında (L'Etat de Siege, 1948). Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Mükâfatını kazandı. Devletin desteklediği tecrübî bir tiyatronun müdürlüğünü yüklenmeğe hazırlandığı sırada, 4 Ocak 1960'da, bir otomobil kazasında öldü.