Arama

Albert Camus - Tek Mesaj #5

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
20 Aralık 2009       Mesaj #5
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Yabancı (L'Etranger)
MsXLabs.org & 100 Büyük Roman

Yazan: ALBERT CAMUS (1913-1960)

Başlıca Karakterler
  • Mersault: Hikâyeyi anlatan kimse; küçük bir kâtiptir, Cezayir'de yaşar.
  • Karısı: -ki bir hedefi veya inancı yoktur- varoluşun saçmalığını ifade eder.
  • Perez: Huzur evinde kalanlardan biri; Mersault'un annesine âşıktır.
  • Marsa Cardona: Mersault'un metresi; güzelce bir kız.
  • Celeste: Bir lokantanın sahibi; Mersault'un arkadaşı.
  • Salamano: Mersault'un huysuz bir komşusu. Bir köpeği vardır. Hayvana eziyet etmesine rağmen, köpek kendisine bağlıdır.
  • Raymond Sintes: Mersault'la arkadaşlık kuran ve diğerleriyle yaptığı kavgalara Mersault'u da karıştıran bir muhabbet tellâlı.
  • Masson: Sintees'in bir arkadaşı.
Hikâye
Yabancı'nın merkezî karakteri, Mersault adın­da, Cezayir'de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzur evinde yaşamaktadır. Birbir­lerine söyleyecek pek bir şeyleri bulunmadığından, annesini seyrek ziyaret eder. Devlet dairelerinden birinde küçük bir memurdur, mevkiinde ilerlemek için de hiç bir ihtirası yoktur. Gerçekte, Paris'te daha iyi bir vazifeye tayin edilmeyi reddetmiştir. Tek ba­şına yaşar, kahvehanelerde tanıdığı bir kaç arkadaşı vardır. Hafta sonları, kendisini seven fakat onun aşk beslemediği metresini görür. Annesi öldüğü zaman, işinden izin alarak annesinin cenazesine katılır. Fa­kat içinde hiç bir ızdırap ve acı duymadığından, ce­nazede normal bir işi yerine getiriyormuşçasına hare­ket eder. Cenazeye katılanlar arasında kederli Perez'i de görür. Annesi ile birlikte aynı huzur evinde yaşa­yan Perez, kadınla yakın bir ilişki kurmuştu. Cena­zeden sonra Mersault, Cezayir şehrine döner ve haf­ta sonunu metresi Maria ile beraber geçirir.
Mersault'un oturduğu oldukça kötü binada yaşa­yanlar arasında, muhabbet tellâlı olduğu zannedilen Raymond Sintes adında biri daha vardır. Raymond, arkadaşlık kurmak için kendisine yaklaştığı zaman, Mersault isteksizlik göstermez. Raymond'un, Mer­sault'un yardımına ihtiyacı vardır. Kendisine bir kız arkadaş edindiğini, ama kızın kendisini aldattığını id­dia etmesine rağmen, okuyucu Raymond'un, kızı fa­hişeliğe sürüklemek istediğinden şüphelenir. Ray­mond, şimdi kıza bir ders vermek ister. Bunun için de Mersault'tan, kıza bir mektup yazarak, geri dön­mesinde yardımcı olmasını söyler. Kız döndüğü va­kit de, Raymond ondan öç alacaktır. Mersault onun bu teklifini niye kabul ettiğini, okuyucuya şöyle an­latır: «Onu memnun etmemek için elimde hiç bir se­bep olmadığından, Raymond'u memnun etmek iste­dim.»
Ertesi hafta sonu, Raymond'un odasında şiddetli bir kavga cereyan eder: Raymond, bir Arap olan bu kızı fena halde dövmektedir. Polis gelir, Raymond sorguya çekilir. Mersault, arkadaşının kavga için tah­rik edildiğini söyler. Bu arada, kardeşinin intikamını almak isteyen kızın ağabeyi, Raymond'u takip etme­ğe başlar. Bir hafta sonra Raymond, Marsault ve Maria'yı bir arkadaşının sahildeki küçük bir sayfiye evi­ne davet eder. İki Arap peşlerindedir ve Raymond, onların kendilerine saldıracaklarını tahmin eder. Bu­nun için, inisiyatifi ele alarak Araplara saldırır, iki Arabı döverler. Bir tanesi, elindeki bir bıçağı Raymond'a saplar. O gün akşama doğru, yeniden iki Arapla karşılaşırlar. Raymond onları harekete geç­melerine meydan vermeden öldürmeyi veya kışkırta­rak, kavga sırasında tabancasıyla öldürmeyi teklif eder. Mersault, bu teklife karşı gelerek Raymond'a tabancasını kendisine vermesini söyler. Raymond elindeki tabancayı Mersault'a verir, Araplar da kaçar.
Kısa bir zaman sonra, hâdisenin kapandığını sa­nan Mersault, sahilde gezinirken bu Araplardan bi­rini üçüncü defa olarak görür. Hava, pişirircesine sı­cak ve deniz de çarşaf gibidir. Mersault'un bütün dü­şündüğü, sıcaktan kurtulmaktır. Zira güneş çarpma­sı ile karşı karşıyadır. Saldırmak için değil de, ken­disine gölgeli bir yer bulmak için, Araba doğru yü­rür. Arap, hemen bıçağını çeker, bıçakta yansıyan güneş ışınları Mersault'un gözlerini kamaştırır. Bir­denbire kendisini kaybederek tabancasını çeker ve Araba ateş eder. Ardından hiç bir sebep bulunma­masına rağmen, yerdeki cesedin üzerine dört el daha ateş eder.
Mersault tevkif edilir ve avukat tutmadığından mahkeme, onu savunması için bir avukat tayin eder. Avukat ve savcı, Mersault'un pişmanlık duymayışım ve kendi kaderi karşısında lâkaydî göstermesini hay­retle karşılarlar. Hâkim, bir Hıristiyan olarak onun nedamet göstermesini ister. Avukat, jüri üzerinde kötü bir intiba bırakmaması için, mümkün olduğu kadar az konuşmasını tavsiye eder.
Yargılama sırasında Mersault'un, annesinin ce­nazesinde kederli görünmemesi üzerinde oldukça du­rulur. Bu, onun ahlâkî zaafının bir delili olarak ileri sürülür. Jüri, Mersault'un suçlu olduğuna ve hâkim de giyotinle öldürülmesine karar verir.
Cezanın infaz edilmesini beklediği sırada, hapis­hane papazı Mersault'u hücresinde ziyaret ederek, son dinî ayini yapmak ister. Hiç bir dine inanmayan Mersault, huzura kavuşturulmayı istemez ve hiç piş­manlık duymadığını söyler. Papazın ısrarı üzerine, yaşadığı hayatın ve ölümüne yol açan hâdiselerin bir savunmasını yapar. Sonunda herkes öleceğinden, bü­tün insanların hayatları manasızdır ve herkes aynı derecede suçlu veya suçsuzdur. Nasıl bir hayat sür­düğünün veya kimi öldürdüğünün ne farkı vardır? İçindekileri böylece dışarı dökmesi, Mersault'u ra­hatlatır ve kendisini huzur içinde hisseder:
Sanki dışa vurulan bu kızgınlık beni te­mizlemiş, ümitlerimden boşaltmıştı. İşaretler ve yıldızlarla süslenmiş karanlık gökyüzüne baktı­ğım zaman, hayatımda ilk defa olarak kalbimi kâinatın müşfik lâkaydîsine açtım. Onu da tıp­kı kendim gibi gerçekte bir kardeş gibi hissetmekle, mutlu bir hayat sürmüş olduğumu ve hâlâ mutlu olduğumu idrak ettim.
Tenkid
İnsanoğlu, manasız bir kâinatta nasıl yaşayacak? Yabancı'nın ana tezini teşkil eden bu mesele, bilhassa Avrupa insanı için âcil bir mesele. Belki de çağımı­zın nazik bir meselesi. Din, mazide Avrupa'ya sağlam bir mana sistemi verdi; insanın, hayattaki yerinin manasını anlattı ve bu hedefe ulaşması için ona yardım etti. Hıristiyanlık, nüfuzunu kaybettikçe Descartes' den Hegel'e kadar diğer sistemler dünyanın anlaşı­labileceğini, rasyonel olduğunu göstermeğe çalıştılar. Camus için, bu da ölü bir garanti idi. Onun indinde, insanoğlu, herhangi bir yol işareti veya hedef bulun­maksızın, kendi yolunu tayin edecekti. Bugün, Al­lah'ın ve O'nunla birlikte ister ahlâkî ister entelektüel olsunlar, bütün mutlaklıkların öldüklerini his­sedenler, Camus'un, kendi yaşadığı şartlardan bah­settiğini görürler. Günümüzde, çok sayıda bu tür okuyucu var. Hemen hemen her edebiyat hocası, iyi bir not almalarıyle hiç bir ilgisi bulunmamasına rağ­men, talebelerin Camus'u hürmetle okuduklarını gö­rüyor. Bunun içindir ki Yabancı, yayıldıkları andan itibaren klâsik diye benimsenen kitapların küçük lis­tesine girdi.
Dünyanın saçma olduğunu söylemek, bu söz karşısındaki reaksiyonumuz kadar, dünyanın mahiyetini anlatmaz. Bizim, dünyanın saçmalığını hisset­memiz, gerçekleştirilemeyen ümitlerimizden, dünya­dan ne beklediğimiz -bilhassa düzen ve istikrar- ile elde ettiklerimiz arasındaki farklardan doğar. Bu tür bir hayal kırıklığı -ki ilk Hıristiyanlar kadar eskidir- kendisini, hayat hakkındaki bazı müşterek tutum ve hükümlerde belli eder. Bunlar, ilkin eşyalar arasın­da sezilen irtibatsızlıkta kendilerini gösterir. Hâdi­seler birbirlerini takip eder, fakat bir arada değillerdir. Aralarında, gerekli bağlantılar yoktur. Dünya, yabancı ve saçma görünür; bir telefon kulübesinin camları ardındaki adamın hiç bir şey anlamadığı­mız sessiz jestleri gibi. Entelektüel dünyayı da aynı saçmalık yönetir. Artık bütün felsefî sistemlerden ve onlarla birlikte, davranışın mutlak standartlarını or­taya koydukları iddia edilen bütün hukukî Ve ahlâkî sistemlerden şüphe ediliyor. İnkâr edilemeyecek ye­gâne gerçek, en son yaşadığımız tecrübedir. Niha­yet, hayatın tümü ölümün gölgesi altında yaşanır ve bu durum da, azizi ve günahkârı, sağduyu ve saçma­lığı aynı seviyeye getirir. Dünyayı bu ışıkla gören bir kimsenin yapabileceği üç şey vardır: Kör kadere boyun eğebilir, intihar edebilir veya kendi durumu­nu berrak bir şekilde idrak ederek hayatını sürdüre­bilir. Bunu yapabilen bir kimse için, bu gerçeğin id­rak edilmesi büyük bir kurtuluştur; çünkü eğer Al­lah yok ise, her ân, bir diğeri kadar iyidir ve sonun­da herkes öleceğinden, bir kimse istediğini yapabilir.
Dünyanın böyle bir görünüşü, sistematik bir fel­sefî sistemle değil -zira meseleyi böylece ele almak, saçmalık hissinin reddettiği rasyonel bir düzenin mevcudiyetini imâ etmektir-, saçmalığın ne olduğu hissini uyandıracak bir piyes veya romanla gösteri­lebilir. Mersault, bu hissin, kemiklerine kadar işle­diği bir adamdır. Günü gününe yaşadığından, pek az hatıraları vardır ve hayattan bir şey beklemez. Di­ğerlerinden bir istekte bulunmadığı gibi, onların da kendisinden mümkün olduğu kadar az istekte bulun­malarına müsaade eder. Başlıca fazileti mutlak sa­mimiyetidir. Hayatını önüne koyduğu zaman dahi, sahip bulunmadığı ideal ve hislere sahipmiş gibi ha­reket etmez.
Mersault, şüphesiz bir kriminal değil. Faal bir kötülük yapmağa muktedir biri değildir. Raymond' un aksine, diğerlerine kötülük yapmak istemez. Ta­nıdıklarının çoğu ondan hoşlanır ve Maria ona âşık dahi olur. Genellikle uysal bir adamdır, ama şüphe­siz, prensiplerinden ötürü değil, başka türlü hareket etmesi için bir sebep görmediğinden. Ne yüksek ah­lâkî prensiplere sahip bulunduğu söylenir ne de bu­lunmadığı. Sadece, kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz ve bunun için de, suçsuzdur. Şu halde, ci­nayeti niye işledi? Güneşten ötürü, cevabını verir. Mahkemedekiler, onun bu sözüne gülerler. Ne var ki, bu sebep, herhangi bir sebep kadar yerinde. Ci­nayet, otomatik olarak ve gayri-ihtiyarı işlenmiştir, saçmadır ve bir plâna göre yürütülmemiştir. Aynı durumdaki herhangi bir kimse de aynı şeyi yapa­bilirdi.
Maamafih, hâdiselerin birbirini böyle saçmalık­la takip etmesi Mersault'u, mutlaklara inanan, çocuk­ların nasıl hareket edeceklerini önceden kestiren, kriminaller ve diğerleri arasında fark bulunduğunu bi­len, her suçun vehametine göre bir kanun maddesi uygulayan bir dünyanın gücü ile karşı karşıya bıra­kır. Mersault, bir kişiyi öldürmüştür, fakat kendi kendisini savunmak zorunda kaldığı düşüncesiyle be­raat da edebilir. Karar, mahkemenin Mersault hak­kındaki düşüncelerine bağlıdır. Hayatın böylece dü­şünülmesi, cinayetin, herkesçe bir kriminal kabul edilen biri tarafından mı işlettiğini gösterir? Eğer bu düşünce doğru ise, cinayeti işlediği için suçludur. Maalesef, mahkeme onun nasıl bir insan olduğunu anlayamaz. Herkes onun, teamüllere göre reaksiyon göstermesini beklerken, böyle hareket etmediği için lanetlenir. Bunun neticesinde, Mersault gayet haklı olarak, daha ziyade bir Arabı öldürdüğü için değil, annesinin ölümü üzerine matem tutmadığı için ölü­me mahkûm edildiğini söyler.
Romanın son kısmı, Mersault'un cemiyetin hük­münü benimsemesine hasredilir. İlkin, bu hüküm karşısındaki tutumu, çevresindeki her şey gibi tam bir hissizlik ve lâkaydîdir. Gerçi hürriyetinin elinden alınmasından ve bundan böyle seksüel arzularını tat­min edememesinden huzursuzluk duyarsa da, kendi­sini buna alıştırır. Onu, bu hissizliğinden nihayet uyandıran hâdise, papazın kendisini hayatta sürükle­yen sezgileri kesinlikle formüle etmesinde ısrar edi­şidir:
İstikbalimin karanlık ufkundan bana doğru, hayatım boyunca, bir çeşit ısrarlı ve serin bir rüzgâr esiyor. Ve bu esinti, halkın, gayri-hakiki yıllar boyunca bana zorlamağa çalıştığı bütün bu fikirleri de düzelttirdi. Diğerlerinin ölümü­nün veya bir annenin sevgisinin veya Allanın sevgisinin veya bir kimsenin nasıl yaşamak is­teyişinin, kendisinin seçtiği kaderin ne önemi var? Zira aynı kader, sadece beni değil, onu da, kendilerinin, benim kardeşlerim olduklarını söy­leyen milyonlarca imtiyazlı insanı da «seçecek »tir. Ve bir gün, hepsi ölüme mahkûm edilecek; diğerlerininki gibi onun da vakti gelecek. ... Ama sonunda her şey aynı şekilde neticelendiğinden ve bunun için de annesinin cenazesinde ağlama­dığından, cinayetle suçlandıktan sonra öldürülürse, bunun ne önemi var?
Mersault'un içinden fışkıran bu sözler, onun ba­ğımsızlık beyannamesi. Şimdi kendi kendisinin efen­disidir ve ölümü korkmaksızın kabul edebilir.
Romanın bu üslûbu ve yapısı, Mersault gibi karakterlerin takdimi için fevkalâde uygun. Hikâyenin, bilhassa, birinci şahıs olarak Mersault tarafından anlatılması son derece tesirli. Eğer Mersault üçüncü şahıs olarak anlatılsa idi, hâkime ve savcıya olduğu kadar, bize de anlaşılmaz ve yabancı görünecekti. Eğer ona inanacak isek, onu, Mersault'un kendisini tanıtmak istediği şartlar altında görmeliyiz. Bilhassa konuşma üslûbundan -direkt, basit ve oldukça özelliksiz- onun nasıl bir kimse olduğunu görüyoruz. Bu tür üslûbun başlıca özelliği, zarf ve sıfatların azlığı ve aralarında «ve» veya «fakat» dışında bağlaçlar bulunmayan kısa cümlelerdir. Camus'un bu üslûbu, bilhassa Hemingway gibi Amerikan yazarlarının nü­fuzunu gösteriyor. Kitaptaki ananevi nutuklar genel­likle, hâkim veya savcı gibi tutucu kimselerin dille-rindedir veya sahtelikleriyle konuşanların da sahte­liğini gösterir.
Yabancı, plânının mükemmel ahengi ile, karak­terleri ile, tezi, üslûbu ve yapısı ile, klâsik bir başa­rıya erişiyor. Eserin sanatkârane birliği, Camus'un -gerçek dünyada göremediği sağlamlık ve istikrarı yaratıyor. Bu ölçülerle ele alındığında, sanatkârca yaratılmış herhangi bir eser, hayata indirilmiş bir şamardır. Mersault, varoluşunun saçmalığını hiç bir zaman protesto etmez; fakat Camus, bu romanı ile eder.

Yazar Hakkında
(bak. Albert Camus)
Albert Camus, bazı hususlarda hiç de bir Fransız değildi. Cezayir'de doğdu; annesi İspanyol, babası Alsas'lı idi. Zaten fa­kir olan aile, bir çiftlik işçisi olan babası Birinci Dünya Harbi'nde ölünce daha da fakirleşti. Bir taraftan Cezayir Üniversitesi'ne devam eden, öte yandan da muhtelif işlerde çalışan
Camus, lS36'da, üniversitenin felsefe fakültesinden mezun ol­du. Talebelik yıllarında, kısa bir müddet için Komünist idi. Fa­kat çok kalmadı, partiden ayrıldı. 1935'ten 1938'e kadar Ceza­yir'de, bir tiyatro şirketinin menajerliğini yaptı.
Yazı hayatı, muhtelif makalelerini ihtiva eden iki cilt eseri ile başladı: önü ve Arkası (L'Envers et l'Endroit, 1937) ve Ev­lenenler (Noces, 1938). 1939'da gazeteciliğe başladı, ertesi sene Paris-Soir gazetesinin muhabiri oldu. Harp patladığı zaman, senelerce önce yakalandığı veremden ötürü askere alınmadı. 1940'da Cezayir'e döndü ve bir müddet, Oran'daki bir mektepte öğretmenlik yaptı, iki sene sonra, en önemli eserlerinden ikisini, Yabsncı'yı ve Sisyphus Efsanesi'ni yayınladı. Fransa düştüğü za­man, Avrupa'ya döndü, yeraltı faaliyeti basınında faal bir rol aldı, Combat (Mücadele) adındaki gazetede yazılar yazdı. Combat, harpten sonra günlük gazete haline getirildi ve gazetenin edi­törlüğü de Camus'a verildi.
Yabancı'da belirtilen kasvetli hayat görüşünden ötürü Ca­mus, Sartre ve öteki egzistansiyelistlerle bir arada ele alındı. Camus'un felsefesi, bazı hususlarda Sartre'ın görüşlerini akset­tirmekle beraber, Veba (Le Peşte, 1947), onun -inanış diye vasıflandırılamayacaksa da, mânâsız bir kâinat karşısında beşer azminin kahramanca belirtilmesi diyebileceğimiz- daha kesin bir mevkie doğru hareket ettiğini gösterdi. Camus'un bu kitabı, hümanist dünya görüşünü yeniden belirtme yolunda bir eser ola­rak alkışlandı. Camus, tiyatro ile ilgisini devam ettirdi ve üç piyes daha yazdı: Caligula (1938'de yazılan bu eser 1944'te sah­neye kondu), Anlayışsızlık (Le Lalentendu, 1944), Devlet Muha­sara Altında (L'Etat de Siege, 1948). Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Mükâfatını kazandı. Devletin desteklediği tecrübî bir tiyat­ronun müdürlüğünü yüklenmeğe hazırlandığı sırada, 4 Ocak 1960'da, bir otomobil kazasında öldü.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!