Arama


BrookLyn - avatarı
BrookLyn
Kayıtlı Üye
22 Aralık 2009       Mesaj #1
BrookLyn - avatarı
Kayıtlı Üye
Robenson Crusoe - Daniel Defoe (1660-1731)
Kaynak: MsXLabs.org & 100 Büyük Roman
Başlıca Karakterler
  • Robinson Crusoe: Kimsesiz bir adaya bırakılmasına rağmen, mahareti ve kendisine olan güveni sayesinde hayatını de­vam ettiren bir denizci.
  • Friday: Crusoe tarafından medenîleştirildikten sonra, onun sâ­dık bir hizmetkârı ve arkadaşı olan bir yamyam.
Hikaye
Gerçi babası, kendisinin bir avukat olmasını is­tiyorsa da, genç Robinson Crusoe, denizci olmağa azimli. Böylece, on dokuz yaşındaki bu çocuk, 1 Ey­lül 1651'de, Hull adındaki liman kasabasından, Lon­dra'ya hareket edecek bir gemiye binmeğe karar ve­rir. Limandan ayrılır ayrılmaz, şiddetli bir fırtına kopar ve genç Crusoe, eğer sağ salim bir limana va­rırlarsa, ebeveynlerine daima itaat edeceğine ve bir daha denize çıkmayacağına söz verir. Fakat deniz sakinleştiği zaman, bu sözünü unutur. Denizcilerin cesaretlerinin ve kendisine gösterdikleri yakınlığın tesiri altında kalan Crusoe, gemici olarak macera peşinde gitmeğe karar verir. Afrika'dan ticarî eşya taşıyan bir gemide çalışırken, gemi, korsanların hücumuna uğrar ve Crusoe bir köle olarak satılır. Hayatını tehlikeye atarak, kü­çük bir kayıkla kaçar ve Brezilya'ya giden bir Porte­kiz şilebi tarafından kurtarılır. Orada, şeker kamışı ziraatı yapmağa başlar ve oldukça başarılı da olur. Fakat çiftliğinde çalışmaları için kölelere ihtiyacı ol­duğunu anlar ve diğer bir İngiliz şeker kamışı eki­cisi, kendisini beraberce Afrika'ya gidip köle getir­meye ikna eder. Ne var ki, gemi, Güney Afrika'nın kuzeydoğu köşesindeki bilinmeyen bir ada açığında batar. Crusoe'den başka herkes ölür. Dalgalar, Crusoe'yi, ıssız bir adaya sürükler; ya­nında, bıçağından, piposundan ve bir miktar tütününden başka hiç bir şey yoktur. Geminin tamamen batmamış ve kayalar arasında parçalanmış olması Crusoe'yi sevindirir. Ertesi gün, deniz sakinleşince, Crusoe, yüzerek gemiye gider ve işine yarayacak çok sayıda eşyanın kullanılır bir durumda oldukla­rını görür. Adasına dönen Crusoe, kaba bir sal ya­par ve on beş gün, kayalar arasındaki parçalanmış gemi ile sahil arasında gidip gelerek silâh, barut, bir kaç testere, bir balta ve bir çekiç getirir. Yine ge­mide 36 İngiliz lirası bulunduğunu da görür. Dünya­daki bütün altınların kendisine bu ıssız adada hiç bir faydası dokunmayacağını bilmesine rağmen, pa­rayı da alır. Crusoe, hayatını bağışladığı için Allaha şükreder ve bu adada yaşayabileceğine inanır. Başından geçenleri ve düşüncelerini de günü gününe yazmağa başlar.


Bu dehşet verici hâdisenin tesirinden kurtul­duktan sonra, Crusoe, devamlı olarak içinde yaşaya­cağı bir kulübe inşa etmeğe başlar. Yiyecek ve giye­cek için de adadaki yaban keçilerini vurur, etlerini yer, derilerini dabaklar. Gemiden getirdiği arpa ve mısırın yarısını eker, fakat yanlış bir mevsimde ek­tiği için, boşa gittiklerini dehşetle görür. Yağmur su­larını muhafaza etmek için küp yapmanın son dere­ce güç bir iş olduğunu anlar ve kulübesinin çevresi­ne diktiği ağaçlar da bir türlü tutmaz. En fazla ca­nını sıkan şey, kendisini diğer adalara götürecek bir kayık yapamamış olmasıdır. Büyük bir sedir ağacı­nın gövdesi üzerinde beş ay çalışır ve nihayet denize hazır bir tekne meydana çıktığı zaman da yapıldığı yerden sahile taşınamayacak kadar ağır olduğunu görür. Crusoe, nihayet hububat ekmesini, keçileri ehlileştirmesini öğrenir ve hatta kendisine arkadaşlık et­mesi için bir papağanı bile eğitir. Adada hiç bir in­san görmemesine rağmen, kulübesini tahkim eder. Böyle yapması iyi olmuştur, zira adada, on iki sene süren ve tamamen yalnız geçen bir hayattan sonra, Crusoe, bir gün hayret uyandırıcı bir vakıa ile karşılaşır: kulübesinden çok uzaklardaki bir sahil boyun­ca, kum üzerinde, insana ait oldukları belli olan ayak izlerine rastlar. Onun kim olduğunu öğrenmeye az­meden Crusoe, ayak izlerinin civarında bir mağara­da saklanır ve senelerce, adanın bu kısmını araştırır.

Adada yirmi iki yıl yaşadıktan sonra, Crusoe, kendisini dehşete düşürücü bir şey daha keşfeder. Daha önce ayak izleri gördüğü sahilde, insan kemik­leri ve parçalanmış insan organları da görür. Güney Amerika kıtasındaki yamyamların, harp esirleriyle buraya geldiklerini ve onları öldürdükten sonra yediklerini sanır. Crusoe, ilkin böyle bir vakıa karşısında ürperirse de, öylesine kızgınlık duyar ki, bu vahşi insanlar buraya bir daha geldikleri takdirde, üzerlerine hü­cum ederek onları öldürmeğe karar verir. Bir ma­ğarayı, küçük bir kale haline getirir. Ve bir gün, ci­varı gözetlediği sırada, otuz kadar vahşinin, bir ateş önünde, tiksindirici bir şekilde dans ettiklerini gö­rür. Crusoe, dolu iki silâh ve bir kılıçla üzerlerine hücum ettiği zaman, vahşiler, esirlerden birini pişirmişler ve diğer ikisini de öldürmeğe hazırlanmakta­dırlar. Crusoe, birçok yamyamı öldürür, diğerleri de, kölelerden birini geride bırakarak kaçarlar. Yirmi dört yıl tek başına yaşadıktan sonra, Crusoe’n artık bir arkadaşı vardır. Kurtardığı adam da bir yamyamdır, fakat Cru­soe, ona, bu eski adetlerinden nefret etmesini öğre­tir. Köleyi Cuma günü kurtardığından, ona Friday (Cuma) ismini verir. Crusoe, Friday'i, kendi kulübe­sine getirir ve anlaşabilecek kadar, zamanla İngilizce öğretir. Aslında zeki bir insan olan ve üstün bir aşi­retten gelen Friday, Crusoe'ye minnettarlık besler ve onun güvenilir bir hizmetkârı ve arkadaşı olur. Friday, kendi yaşadığı adada on yedi beyazın köle olarak tutulduklarını Crusoe’ye söyler. Crusoe, onları kurtarmağa karar verir. Friday ile birlikte, bu defa hemen deniz kenarında, sağlam ve her türlü havaya dayanabilecek bir tekne yapar. Tam denize açılmak üzeredirler ki, üç kayık do­lusu vahşi, üç köleyi Crusoe’n adasına getirirler; kölelerden biri beyazdır. Crusoe ve Friday, ellerin­deki ateşli silâhlarla onlara hücum ederler, yirmi bir vahşinin dördü hariç hepsini öldürür ve iki köleyi kurtarırlar. Kurtarılan kölelerden biri Friday'n ba­basıdır. Baba ve oğul sevinç içinde kucaklaşırlar. Kurtardıkları beyaz adamın, Crusoe'n sene­lerce önce parçalandığını gördüğü bir gemide bulu­nan yaşlı bir İspanyol olduğu anlaşılır. Crusoe, bu İspanyol’u, Friday'ın babası ile birlikte, diğer beyaz­ları kurtarmaları için, kendi yaptığı yeni tekne ile adaya gönderir. Bu arada, biraz ileride demir atmış bir İngiliz gemisi görür. Geminin kaptanı, iki sadık gemici ile birlikte, isyankâr tayfalar tarafından sa­hile gönderilmişlerdir. Crusoe ve Friday, gemilerini tekrar ele geçirmeleri için onlara yardım eder ve ay­nı gemi ile İngiltere’ye dönerler. İsyan eden tayfa­lar, İngiltere'ye dönüp, muhakeme edilerek sonunda asılmaktansa, Crusoe'n, her türlü yiyecek madde­lerini depoladığı adasında kalmayı tercih ederler. Tayfalar geride bırakılır. İspanyol’un ve Friday'ın babasının, Friday'ın adasındaki esir beyazları kurtardıklarını öğrenince, Crusoe, bir gün onları ziyaret etmeyi düşünür. Fakat ilkin, Friday ile birlikte, otuz iki sene sonra İngiltere'ye döner. Crusoe artık zengin bir adamdır. Batık İspanyol gemisinden aldığı paradan başka, namuslu bir Portekizli kaptan, onun Brezilya'daki tarlasını da onun namına işletmiştir ve şimdi Portekiz'de, 10,000 İngiliz lirası vardır. Ana ve ba­basının öldüklerini öğrenir. Namına yatırılan parayı almak için Portekiz'e bir seyahat yaptıktan sonra, İngiltere’ye döner, evlenir, çoluk çocuk sahibi olur. Ka­rısı öldüğü zaman, Crusoe, adasının durumunu gör­mek için, tekrar denize açılır.
Daniel Defoe'nin, Robinson Crusoe'n Daha Sonraki Maceraları adlı öteki kitabında, gemileri parçalanmış İspanyollar ve asi İngiliz denizcileri el ele verirler, diğer bir adanın yerli kadınlarıyla evle­nirler ve hareketli bir topluluk kurarlar.

Bir sayıda diğer maceradan sonra (Crusoe'n sadık dostu Friday, böyle bir çarpışmada kahraman­ca ölür) Crusoe, tekrar İngiltere'ye döner, denize el­veda der, hayatının sonuna kadar tatmin edici bir hayat sürer.

Tenkid
Alexander Selkirk, 1711'de, İngiltere'de bir san­sasyon yarattı. Bir gemici olarak İngiltere'den ayrıldı ve Şili sahillerindeki Juan Fernandez adasında, beş sene tek başına yaşadıktan sonra İngiltere'ye döndü. Geminin kaptanı ile kavga eden Selkirk, bu adaya bırakılmasını ister ve nihayet Kaptan Woodes Rogers adlı biri tarafından kurtarılır. Selkirk'in, tek başına bu adada yaşaması, hal­kın büyük ilgisini çekti, adadaki hayatı ile ilgili ki­taplar yazıldı. Böyle bir edebî fırsatı kaçırmamak isteyen Defoe, Selkirk'in maceralarını hayalinde ge­nişleterek bu meşhur kitabı, Robinson Crusoe'yu yazdı. Kitap, öylesine sade ve açık bir üslûpla yazıl­mıştı ki, doğru olduğu sanıldı. Robinson Crusoe, bir çok yazarlara tesir etti. Bunlar arasında Swift (Gulliver's Travels - Güliver'in Seyahatleri), Stevenson (Treasure Island - Define Adası) ve tabii, Wyss (Swiss Family Robinson - İsviçreli Robinson) da vardır. Robinson Crusoe'n, basit ve kaba üslûbuna rağmen, Homer'in Odyssey'ini hatırlatan esatiri özel­likleri var: Adada, ürkütürcesine yalnız, bazen hasta ve ekseriya korkulu bir hayat süren Crusoe, tek ba­şına geçirdiği bu uzun yıllar boyunca, sadece aklını başında tutmakla kalmaz; adasında, kendisinin olan küçük bir medeniyet de kurar. Defoe'n şunu söylemek istediği anlaşılıyor: vasat bir insan, ahlaken ne kadar zayıf da olsa, bi­linmeyen ve işlenmemiş cesaret, tahammül ve ma­haret kaynaklarına sahiptir.

Çağdaş bir yazarı, Crusoe'n psikolojisi çok daha fazla ilgilendirirse de, Defoe, onun fizikî faa­liyetleri üzerinde durur. Crusoe, şüphesiz, zaman za­man dehşet uyandırıcı bir yalnızlığın acılarını çeker, ebeveynlerine itaat etmediğinden ötürü vicdan azabı çeker. Fakat adadaki ilk günlerinden itibaren, haya­tını bahşettiği için Allah'a şükreder. O ândan itiba­ren de, adasını küçük bir İngiltere hâline getirmek için çalışır. Kitabın, okuyucular üzerinde en fazla tesir bırakan yönlerinden biri, onun, bu yoldaki azim ve kararlılığıdır. Manzaraya Friday da katıldığı zaman, Brezilya' da köle sahibi olan Crusoe, onu, kendisine bir uşak yapar ve iki kişiden oluşan bir müstemleke sistemi kurar. Fakat Friday aynı zamanda, onun değerli bir arkadaşıdır, efendisine olan sadakat ve minnettarlı­ğını defalarca gösterir. İnsanlar, Defoe'n yaşadığı zamanda, bir kim­senin, her türlü şartlar altında hayatını devam etti­rebileceğine derinden inanıyorlardı. Amerikan kıta­sının keşfedilmesine ve ehlileştirilmesine imkân ve­ren bu inanış, Robinson Crusoe'n, hemen hemen her sayfasında kendini hissettiriyor.

Yazar
Bir kasabın oğlu olan Daniel Defoe, muhtemelen 1660'da, Londra'da doğdu. Onun, yirmi üç yaşında iken Mary Tuffley ile evlendiği, çorap tüccarlığı yaptığı, Avrupa'da sık sık seyahat ettiği ve 1688'de, III. William’ın ordusuna katıldığı dışında, genç­lik yılları hakkında fazla bir şey bilinmiyor. Defoe, 1702'de, Muhalifleri ortadan kaldırmanın en kısa yo­lu adlı bir broşür yayınlayarak, kendisinin mensubu bulunduğu dinî grubun nasıl baskı altında tutulabileceğini istihzalı ve alaylı bir üslûpla anlattı. Broşürü, müsamahasızlığı hicvedici olmasına rağmen, Defoe, yanlış anlaşıldı, cezalandırıldı, kendisine işkence yapıldı ve hapsedildi. Hapishanenin, Defoe'n karakterine tesir ettiği anlaşılıyor. Artık her şeyden şüphe eden biri oldu ve parasını daha dikkatli harcamağa başladı. Durmaksızın yazdı; yayınlanan broşür ve kitaplarının sayısı 250'den fazla ve bunların birçokları da politika ile ilgilidir. Robinson Crusoe'n yayınlanmasından (1'719) sonraki beş yıl, Defoe'n, en iyi romanlarından bazılarının yayınlandığı senelerdi. Moll Flanders ve Roxano, ahlaken sağlam olmayan iki kadını konu alan klâsik kitaplardır Bu sırada yayınlanan bir di­ğer eseri, Journal of the Plague Year (Veba Salgını) idi. Defoe, bu eserinde, realist bir yazar olarak, yeteneklerini tam manasıyla gösterdi. Kitapta, 1665'te, Londra'da binlerce kişinin ölümüne se­bep olan Büyük Taun'u, gözleriyle görmüşçesine anlattı, hâlbuki o yıl, sadece beş yaşında idi. İngiliz edebiyatında roman türünün yerleşmesinde onun muazzam bir rolü oldu. Romanlarında, rea­lizm ve idealleştirilmiş hayaller yerine günlük hayattaki konuların işlenmesi, İngiliz romanını derinden etkiledi.

Defoe, aynı zamanda, velûd bir gazeteci idi. The Review ad­lı gazetenin dokuz cildini o yazdı, bu arada başka gazetelerde de yazılar yayınladı. Defoe, çağdaşlarının indinde oldukça sahtekâr ve kurnaz bir adam ve siyasî bir oportünisttir. Çağdaşı büyük yazar Joseph Addison, onu şöyle anlatır: Sahtekâr, üçkâğıtçı, yalancı bir çapkın, bir mahkemede şahitlik edemeyecek biri. Dinî bir muhalif ve son derece ikna edici partili bir yazar olarak Defoe, her zaman hapsedilme veya daha kötü tehlikelerle karşı karşıya kaldı, fakat genellikle, düşmanlarından bir iki adım önce gitmesini bildi. Daniel Defoe, 26 Nisan 1731'de, Londra'daki evinde öldü.

Diğer Eserleri
Robinson Crusoe'den üç yıl sonra yazılan Moll Flanders'in, birincisinden fazla, İngiliz roman tarihinde muazzam bir yeri var­dır. Sefalet kadar kötü bir şey yoktur, tezi üzerine dayanan ro­man, Foll Flanders'in heyecanlı hayatını anlatır. Pek çok erke­ğin peşinde gittiği (sık sık evlenen Flanders, oniki çocuk anasıdır. Nevvgate hapishanesinde doğan Moll Flanders, yankesicilik yapması için Nevvgate'e gönderilir. Ele geçtiği zaman pişmanlık duyduğunu söyleyen kadın, polisleri ikna eder ve asılmak yerine, yeni arkadaşı bir eşkıya ile birlikte Virginia'ya (Amerika'ya gitme­sine müsaade edilir. Kadın, Virginia'da, artık hürmet edilir bir ana ve çiftlik sahibidir. Flanders'in maceralarının anlatıldığı kitapta, onsekizinci asrın ilk yıllarındaki İngiliz hayatı, muazzam bir pano­rama halinde önümüze serilir. Moll Flanders, şehvetli ve tehlike­li bir hayat sürerse de, Robinson, Crusoe'n bastırılamayacak ruhunu akla getirircesine, her güçlüğün altından kalkar ve yeni ma­ceralara başlar. Ekseriya, bir fahişeden başka bir şey olmaması­na rağmen Moll, Defoe'n anladığı manada, orta sınıfa mensup insanların özelliklerine sahiptir; kadın, böylece, bütün hakaret ve istihzaları yener, bu dünyada kendisine bir yer yapmağa azme­der. Moll Flanders, İngiliz romanının, hayatiyetini kaybetmeyen kahramanlarından biridir.

Yazar Hakkında:
Daniel Defoe

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 3 üye beğendi.