2-Bakara Suresi (197-286 Ayetlerin tefsiri) - 8
Meâl-i Şerifi
240- İçinizden hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. Bununla birlikte eğer kendileri çıkarlarsa, kendi haklarında yaptıkları meşru bir hareketten dolayı size bir sorumluluk yoktur. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
241- Boşanmış kadınlar için de meşru ve geleneğe uygun şekilde bir meta'(intifa hakkı) vardır ki verilmesi, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
242- İşte akıllarınız ersin diye, Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.
240-
KIRÂET: Ebu Amr, İbnü Âmir, Hafs rivayetiyle Âsım ve Hamza kırâetlerinde mansub şeklinde, diğerlerinde ise merfu şeklinde okunur. Abdullah b. Mes'ud kırâetinde de şeklindeydi.
Tefsircilerin büyük çoğunluğu bu, âyetinin inişinin, evvelki âyetten daha önce olduğunu, fakat okunuşta geri bırakıldığını söylemişlerdir. Bununla beraber tarih açıklanmış değildir. Önceki iddet, bu da nafaka içindir.
Yine içinizden vefat edip de acıklı hanımlar bırakanlar, eşleri için senesine kadar evden çıkarılmayarak geçinecekleri bir malı vasiyet edip bırakırlar. Bunların, hanımları için böyle bir vasiyet hükmü vardır ki vasiyet yapılmasa bile hüküm verilir. Bunun üzerine o hanımlar, kendiliklerinden çıkarlarsa, o zaman kendi haklarında meşru bir şekilde yaptıkları hareketlerde size bir günah yoktur. Nafaka haklarını, kendileri düşürmüş olurlar. Allah azizdir, hakimdir (çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir); meşru olanın aksine hareket edenleri veya meşru olan harekete müdahale edenleri hesaba çeker.
Burada nekre (belirsiz) olarak "ma'ruf", öncekinde (belirli bir kelime olarak) "bi'l-ma'ruf" buyurulması; bunun inişinin önce, öbürünün inişinin ise daha sonra bulunmasından dolayı olduğunu tefsirciler açıklıyorlar. Çıkış halinde günahın olmayışı gösterir ki bu bir sene tamamen iddet değildir. Çünkü iddet olsaydı, çıkışları günah olurdu. Şu halde bu âyet, birincisinden inişte de önce olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişkili olmazdı. O halde önce olduğundan dolayı nafakaya ait olan bu müddetin, iddet müddetiyle neshedilmiş veya tahsis edilmiş olması gerekmezdi. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki bu bir sene kadar intifa hakkı, vasiyet veya vasiyet hükmünde olarak sabittir. Halbuki ileride görüleceği üzere karı da kocasına dörtte bir veya sekizde bir hisse ile varis olacaktır. Bu şekilde miras âyetlerinin inişinden sonra varise vasiyet neshedilmiş (kaldırılmış) olduğundan, bu vasiyet de neshedilmiştir. Bundan dolayı kocası vefat eden eşlere kendi miras paylarından başka bir de nafaka vacib değildir. Bu âyet, İslâm'ın başlangıcında karıya miras yokken inmiş ve daha sonra miras ile hükmü kaldırılmıştır. Ve bu hükmün kaldırılması, karının aleyhine değil, lehine (yararına) olmuştur. Bir sene de iddet mânâsı düşünenler, bu neshin, sonradan inen iddet âyetiyle olduğunu da söylemişlerdir. Demek ki her iki takdirde neshedilmiştir. Ancak Mücahid'den mesken hakkında neshedilmediğine dair ayrı bir görüş vardır. İmam Şafiî de o görüşü benimseyerek, bunlara nafaka yoktur, fakat bir sene meskende oturma hakkı vardır demiştir. Mesken de nafakadan sayıldığı için, bu düşünce rivayet ve dirayet bakımından zayıftır.
241- Kocası vefat edenlerin nafakaları böyle. Bu açıklamanın sonunu, baş tarafına bağlamak için bu hususta ilk bahis konusu olan boşanmış kadınlara gelince: Boşanmış kadınlar için de şer'î bakımdan ve gelenekler açısından uygun şekilde bir mal, bir intifa hakkı (faydalanma hakkı) vardır ki, verilmesi, Allah'tan korkanlara, takvanın en geniş mânâsıyla müminlere vacibdir. Koca onu vermeli; vermezse, müslümanların hakimleri alıvermelidir. Bu mal, gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bir bağıştır (müt'adır). Fakat müt'a, yukarda geçmiş bulunduğundan burada asıl konunun iddet nafakası olacağı açıktır. Bunun geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, karının durumuna uygun olmasıdır. "Hiç bir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef tutulmaz." (Bakara, 2/233), "Eli geniş olan kendi gücüne göre, eli dar olan da kendi gücüne göre" (Bakara, 2/236).
242- İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan âyetlerini size açıklıyor ki, aklınız ersin, akıl ve anlayış sahibi olasınız. Allah'ın hükümlerini güzelce anlayıp lâyıkıyla tatbik edesiniz de "ölüm" denince, akıllarını kaçıranlar gibi olmayasınız:
Meâl-i Şerifi
243- Görmedin mi o kimseleri ki kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da kendilerine "ölün!" dedi, sonra da onlara bir hayat verdi. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Fakat insanların pek çokları şükretmezler.
243- Çoğunlukla taaccüb ve takrir için kullanılır ki dilimizde "görmedin mi" ifadesi de böyledir. Rü'yet (görme) de gözle veya kalble olur. İkisi de ile sılalanmaz (ulanıp bağlanmaz). Bundan dolayı denildiği zaman bakmak veya ulaşmak mânâsını ifade eder ki, "Bakıp görmedin mi? Görmüş gibi bilmedin mi? İlmin, bu bilinen şeye daha yetişmedi mi? Ne garip. Hayır, sen onu bilirsin." yahut "Haberin yok mu baksana ne acayip!" demek olur.
Görmedin mi? Haberin yok mu? Ne acayip, baksana şunlara ki, binlerce kişi oldukları halde ölümden kaçınmak için yurtlarından çıktılar. Allah da onlara "ölün!" dedi sonra bunlara yeniden hayat verdi. Öldükten sora dirilmeye erdiler. Ölmeyelim diye kaçtıkları zaman korktukları başlarına geldi, öldüler fakat ölüm içine düşüp âdete göre "öldük!" dedikleri bir anda akla ve hayale gelmez bir şekilde tekrar hayat buldular. Demek ki Allah'ın hükmünden kaçılmaz ve hiç bir zaman Allah'tan ümit de kesilmez. Rivayet olunmuş ki vaktiyle Irak'ta Vasıt tarafında (Dâverdân) denilen bir kasaba varmış. Orada veba hastalığı ortaya çıkmış, halk bundan kaçmak için memleketlerinden çıkmışlar fakat hep telef olmuşlar, sonra Allah yine hayat vermiş. Bir de İsrail oğullarından, kendilerine cihad emredilmiş olan bir kavim savaştan korkup vatanlarından çıkmışlar, kaçmışlar. Fakat yine ölmüşler, perişan olmuşlar. Nihayet Allah, onlara tekrar hayat vermiş, Allah yolunda savaşmalarını emretmiş. Bir gün Hz. Ömer namaz kılarken geride iki yahudi varmış. Hz. Ömer rükûa varırken hava yapar, yani rükûda kollarını bögürlerine kısmayıp serbest ve aralıklı tutarak dizlerine kor ve karnını çekkin tutar ve bu şekilde rükûda mertçe ve güçlü bir vaziyet alırmış. Bunu gören yahudilerin biri, diğerine "Bu o mu?" der. Hz. Ömer, namazı bitirince birisinin "Bu o mu?" dediğini söylemiş. Yahudiler: "Biz kitabımızda Allah'ın izniyle ölüleri dirilten Hazkil'in verdiğini verecek demirden bir boynuz (karn) buluyoruz demişler. Ömer'in: "Biz kitabımızda Hazkil ve İsa'dan başka Allah'ın izniyle ölüleri dirilten bulmuyoruz." demesi üzerine, "Biz, Allah'ın kitabında sana nakletmediği peygamberler buluyoruz demişler. Ömer de "evet" der. Bunun üzerine Yahudiler, ölüleri diriltmeye gelince, "Sana şunu söyleyeceğiz ki İsrail oğullarında veba meydana gelmişti. Bunlardan bir kavim çıktılar, bir mil gider gitmez Allah, bunları öldürdü. Bunlara bir duvar çevirdiler. Kemikleri çürüdüğünde Cenab-ı Allah, Hazkil'i gönderdi, üzerlerinde bir müddet durdu, Allah da bunları bu yüzden ölümden sonra tekrar hayata kavuşturdu." dediler diye de rivayet edilmiştir.
İşte bu âyet, bu kıssaların biri veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Ve deniliyor ki Hazkil, Zülkifl (A.S.)dır. Âyetin gelişi, savaş kıssasına daha münasip gibi görünürse de âyette ölüm korkusu mutlak olduğu için gerek taun ve veba, gerekse savaş, her hangi sebeple olursa olsun, ölüm korkusuyla Allah'ın hükmünden kaçmak isteyenlerin hepsini içine almaktadır. Taun ve veba gibi salgınlarda herkes bulunduğu yerden kaçmaya kalkışmamalı, savaş gerektiği zaman da binlerle halk korkup vatanlarından kaçmamalıdırlar. Ölüm korkusuyla vatanlarını müdafaa ve Allah'ın emrini yerine getirmekten kaçınarak, sürü sürü yurtlarını terk eden binlerce kavimlerin, çok geçmeyip mahvoldukları, perişan oldukları ve sonradan Allah'ın izniyle yine hayat buldukları hakkında insanlık tarihi örneklerle doludur. Burada Cenâb-ı Allah, bütün bunları hatırlatırken ölümden, Allah'ın hükmü olan vazifeden kaçıp kurtulmanın imkanı bulunmadığını ve böyle yapanların, korktuklarına daha çabuk ve daha feci bir şekilde uğrayacaklarını ve hatta Allah'ın, dileyince hükmünü yerine getirmek için ölüleri bile dirilteceğini ve dolayısıyla, ölmekle kurtulacaklarını zannedenlerin de kurtulamayacaklarını anlatmış kısaca Allah'ın hükmünden kurtulmak için, ne ölümden kaçmanın, ne de ölüme koşmanın akıl işi olmadığını bildirmiştir.
Şüphe yok ki Allah'ın insanlara lütuf ve ikramı çoktur. Böyle her türlü sebeplerin kesilmiş, artık hayata imkan kalmamış zannedildiği bir sırada bile yeniden hayat verir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler. O'nun emirlerine karşı gelir ve kaçmakla kurtulacağız zannına düşerler. Ne budalalık! Ey müminler! Siz böyle olmayın:
Meâl-i Şerifi
244- O halde Allah yolunda çarpışın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.
245- Kimdir o adam ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını ödesin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Hepiniz de O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
244-
KIRÂET: Nâfi', Ebu Amr, Hamza, Kisâi, Halefi Âşir kırâetlerinde nın zammesiyle şeklinde, İbnü Kesir ve Ebu Cafer kırâetlerinde nın zammesi ve "ayn"ın şeddesiyle elifsiz , İbnü Âmir ve Yakub kırâetlerinde "fa"nın nasbı ve "ayn"ın teşdidiyle , Asım kırâetinde ise, râ'nın nasbı ve elif ile okunur. Nâfi', Bezzî, Ebu Bekir Şu'be, Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "sin" yerine "sâd" ile okunur.
Siz, bunlardan ibret alıp şükredin ve Allah yolunda savaşın, vazifenize bakın. Anlaşıldı ki korkunun ecele faydası yok. Kesinlikle takdir edilmiş olanın da reddine çare yok. Ecel geldiyse Allah yolunda ölmek, gelmediyse kıymetli zaferler elde edip sevablar kazanmak var ve biliniz ki, Allah mutlaka işitir, bilir. Gidenlerin ve kalanların ne söylediklerini işitir, kalblerinde neler gizlediklerini bilir.
245- Şimdi kimdir o yiğit ki, Allah'a bir karz-ı hasen, yani gönülden koparak iyi niyet ve ihlâsla dişinden, tırnağından güzelce kırpıp bir ödünç versin, Allah yolunda mal harcasın da, o da yarın ona, birçok defa katlayarak kat kat fazlasıyla versin, yahut her kim öyle ödünç verirse, Allah da ona böyle kat kat verir. Bu katların miktarını ancak Allah bilir. Bununla beraber, "...bir tanenin hâli gibidir ki yedi başak bitirmiş, her başakta yüz tane var..." (Bakara, 2/261) hesabıyla bire yedi yüz de denilmiştir.
Rivayet olunuyor ki Ebu'd-Dehdah (r.a.): "Ya Resulallah! Benim iki bahçem var, birisini tasadduk edersem bana cennette iki misli var mıdır?" demiş. "Evet" buyurulmuş, "Dehdah'ın anası da yanımda mı?" demiş, "Evet" buyurulmuş, "Sabiyye de beraberimde mi?" demiş, "Evet" buyurulmuş. Bunun üzerine bahçelerinin en güzeli olan Huneyniyye adındaki bahçesini tasadduk etmiş, dönüp çoluk çocuğuna gelmiş, onlar da o bahçede bulunuyorlarmış. Hemen bahçenin kapısına durmuş, hanımı Ümmü Dehdah'a bunu nakletmiş. O da "Satın aldığın bahçeleri Allah mübarek etsin!" demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim etmişler, bu âyet inmiş. Resulullah, "Ebu Dehdah için Cennette nice hurma ağaçları saçak atıyor." buyurmuş.
Bu ne lütuftur ki Allah kullarına böyle bir ödünç alma işi ilan ediyor ve bu bereketin, ihlas ve iyi niyetle kulun iradesine bağlı olduğunu da gösteriyor. Buna talip olunuz. Allah bu katlı ihsanı önceden niye yapıvermiyor, demeyiniz. Çünkü, Allah sıkar ve açar, gerek fertlere ve gerekse toplumlara bazen darlık verir, bazen de genişlik. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıtmamalı her iki takdirde herkes hâline göre iyiliğe rağbet göstermelidir. Dişinden, tırnağından güzelce kesip Allah'a mal ve bedence isterse sıkıntılara tahammül etmek ve hiçbir şey bulamazsa "Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamd olsun, Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle olsun karz-ı hasen yapılmalı "Allah'a güzel bir ödünç verilmeli"dir ki sonu genişlik olsun. Ve siz ne kadar kaçınsanız, sonunda o Allah'a döndürüleceksiniz. Mükafat veya cezanızı mutlaka bulacaksınız.
Bunların gelişmesini aydınlatmak için: