Arama


kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #1233
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Güneydoğu Asya’daki büyük deprem ve tsunami olayı sonrasında sulara kapılan bir anne, gücü kesilince kucağındaki iki çocuğundan birini bırakmak zorunda kalmıştı. Anne, kucağındaki yirmi aylık oğluyla sulara karşı direnmesini sürdürürken, acımasız dalgalara bırakmak zorunda kaldığı beş yaşındaki kızının gözden kayboluşunu daha fazla izleyemedi.
Öldüğü sanılan çocuk, sular çekildikten sonra çamurlar ve tahta parçaları arasında bulunduğunda, bu bir mucizedir, soluk alıp veriyor, yaşıyordu.
Gazetede bu haberi okuduğumda en çok bir tümceye takıldı aklım:
“Yaşadıkları bu olayı anne de, beş yaşındaki kızı da artık unutamayacaklardır.”
Annenin beyninin kıvrımları arasında yerleşen şu tümce, tüm yaşamı boyunca o kıvrımlardan dışarı çıkmayacaktı:
“Ben beş yaşındaki çocuğumu sulara bıraktım, onu kendi ellerimle ölümün kucağına teslim ettim.”
Beş yaşındaki kız çocuğunun beyninde yer eden ve oradan sonsuza değin çıkmayacak olan tümce ise, şöyleydi:
“Annem beni kendi elleriyle sulara bıraktı, beni kendi elleriyle ölüme teslim etti.”
Şimdi bu etki, çocuğun giderek artan yaşında acaba nasıl bir “tahrip gücü”ne dönüşecekti?
Kişiliğini nasıl etkileyecek, ruhunda nasıl izler taşıyacaktı?
Olayın hemen sonrasında yalnızca şunları söyleyebildiğini yazıyor gazeteler:
“Ağladım, ağladım, kimse beni duymayınca sustum ve tahtalara tutundum.”
Annesinin bu seçimi karşısında onun küçücük beyni ve yüreği, ne denli anlayışlı ya da bağışlayıcı olabilecek acaba?
Hadi biraz daha ileri giderek bakalım olaya:
“Şimdilik beyninin kıvrımları arasındaki sıkıştığı yerde kalan bu olay, acaba ilerideki yıllarda büyüyecek ve ruhunun tam ortasına saplanmış bir hançer acımsızlığıyla mı sürdürecek genç kızın yaşamındaki varlığını?”
“Annem beni bırakmıştı.”
Çocuklarını kurtarmaya çalışan anne, gücü kesilince kollarından bırakmak zorunda kaldığı kızının canlı olarak bulunduğunu öğrendiği zaman ağlamaya başlamış. Önce Tanrı’ya şükretmiş, sonra da “Çocuğumun yerinde ben olsaydım, kendimi hiçbir zaman affetmezdim” demiş.
Sonra da almış kızını, birlikte eve dönmüşler.
Gazeteler bunları yazıyor ama, bundan sonra olacakları yazmıyor, nedense...
Ama belli ki kurtulmuş yaşamlarında artık hep bu olay var. Bir kez kolları çözülmüş annenin... Ne anne affedebilir kendini, ne de kızı, annesini...
Kimi zaman yakınım dediğiniz insanların ihaneti de sizi sulara bırakması gibi değil midir?
“Annem beni bırakmıştı” denli sızlatır bu gerçek insanın kalbini...
Sevgi seçim kabul etmiyor ama yaşam hep bir seçime sürüklüyor insanı. “Akıp giden günlerimiz” kimi zaman tsunami dalgaları denli vahşice alıp götürüyor bizden bir şeyleri...
İnsan, kollarının direnme gücü tükendiğinde vazgeçiyor bir şeylerden... Bir seçimde bulunuyor... Ya annesini seçiyor ya da eşini... Ya sevdiğini seçiyor ya da çevresini...
O vahşi sular alıp götürü- yor bir şeyleri. Kuşandığımız, takındığımız, bir yerlere tıkıştırdığımız ne varsa çekip alıyor. Bir can, bir de ten kalıyor çıplak... İşte o zaman ağlayıp ağlayıp susuyoruz. Bulduğumuz bir tahta parçasına tutunuyoruz. Uzanan elleri ya da sulara bırakanları unutmuyoruz hiç...
O “seçimler” bir yerlere çörekleniyor... Ve bir gün bir başka kişisel seçimin nedeni oluyor.•
Derleyen:Aylin Yengin–Bütün Dünya