Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Tek Mesaj #161

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
30 Temmuz 2006       Mesaj #161
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Muhiddin NALBANTOĞLU


TÜRKLÜĞÜMLE GURUR DUYDUM...

Yukarıya aldığımız başlık, İkinci Dünya Savaşı başlarından beri Türkiye'nin Londra Büyükelçisi olan Rauf Orbay'ın yardımcısı Samizade Süreyya Bey'indir. Günümüzden 40 küsûr yıl önce büyük kahraman ve emsalsiz büyük devlet adamı Rauf Orbay'ın ölümü üzerine yazdığı hatıralarında zikretmiştir. Rauf Bey, ebediyete intikal edeli 42 yıl olmuştur. Bulunduğu her görevde tam bir büyük Türk devlet adamı bilinciyle bu aziz millete hizmet etmek için çırpınmıştır. Onun yakınlarından olan S.S. Berkem'in bu anılarından ayrıca bir diplomatın temsil ettiği milletin övgüsüne lâyık olmak için, nasıl davranması gerektiğini de bize göstermekte olduğunu öğrenmekteyiz. Diplomasi mesleği, büyük incelikler ve geniş bir kültürün gerektirdiği bir sahadır. Bunun yanında eğer Türk ve dünya tarihini, siyasî ve kültürel gelişmelerini iyi bilmeniz lâzımdır. Rauf Bey, bütün bu meziyetlere sahip olması yanında, mükemmel bir diplomat idi. Aşağıdaki anılarda Batı'nın yüzyıllarca İslâm âlemine ve özellikle Türkiye'ye bakışının da çok çarpıcı bir değerlendirmesine şahit oluyoruz. Bu durum, günümüzde de geçerlidir. Okuyucularımızdan özellikle rica ediyorum: Bu anıları birkaç kere okuyun ve hafızanızın bir köşesinde itina ile saklayın. Gelecek dönemlerde de çocuklarınıza ve torunlarınıza aynen aktarınız. Çünkü buna her zaman ihtiyaç duyacağız:

'...Bilirsiniz, İskoçyalı Thomas Carlye dünya fikir âlemine zengin eserler kazandırmış, ortaya büyük fikirler koymuştur. Görüşlerinin isabeti, dehasının yüceliği hiç şüphe götürmeyen bu büyük adama göre tarihte pek çok kimse devlet adamı (Statesman) olmak istemiş ve fakat bunlardan pek azı bu hedefe ulaşabilmiştir.
Disraeli de: 'Bu anka kuşunun pek az kimsenin başına konduğu tarihî bir hakikattir.' hükmünü verir.
Başına bu nadir anka kuşunun konduğu bu zatı ben, Londra'da gördüm. İkinci Dünya Savaşı yıllarını Londra Büyükelçiliğimizde vazifeli olarak geçirdiğim sırada, üç büyükelçi ile karşılaşmıştım: Rauf Orbay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Cevat Açıkalın.

'Devlet adamı' vasfının bütün karakteristik taraflarını kendinde toplayan Sayın Rauf Orbay'ı, kelimenin tam mânasiyle, büyük bir insan, kıymetli bir şef, vatanının ve milletinin menfaatini her şeyin üstünde tutan bir vatansever olarak tanıdım. Onun yüksek karakterinin ve temiz ahlâkının her gün yeni bir tezahürünü gördükçe kendi kendime:

- Ah, diyordum, n'olurdu böyle beş, on tane büyükelçimiz olsaydı da milletimiz, asalet, necabet ve heybetine yakışan bir tarzda temsil edilseydi.
Hâtıralarımın bu kısmında münhasıran Sayın Rauf Orbay'dan bahsedecek, onun devlet adamı vasıflarını, görgülerime dayanarak, canlandırmaya çalışacağım. Okuyacağınız satırlarda devlet adamı olmak isteyenler için alınacak dersler ve misaller bulacaksınız, inancındayım.
Sene 1943. Londra'dayız. İkinci Dünya Savaşı olanca hızıyla devam etmekte. Bizde ise harbin yarattığı iktisadî buhran alabildiğine genişleyip yayılmakta. Ordumuz hazırol vaziyette. Dışardan hiçbir malî yardım yok. Kendi yağımızla kavrulmak mecburiyetindeyiz. Fakat yağ da pek o kadar fazla değil, nerdeyse tükenmek üzere! Çare? Kimin hatırına geldiyse geldi, ortaya bir varlık vergisi çıktı. Bu, haddi zatında hoş bir vergi değildi. Bunun ne matrahı, ne de mesnedi vardı! Ama yapılacak başka bir şey de bulunamadı her halde! İstenilse de, istenilmese de o zamanki hükümet buna başvurmak yoluna gitti.

Gel gelelim Londra'nın siyasî ve malî çevrelerinde ve meselâ City'de (City, bilindiği gibi, Londra'da bankaların, borsanın ve büyük ticaret evlerinin bulunduğu iş yerine öteden beri verilmiş olan addır. Eskiden buraya 'İngiltere'nin kalbi' derlerdi) bu vergi hiç de hoş karşılanmamış, aleyhimizde dedikodu mevzuu olmuştu. Bu cümleden olarak bazı şüpheler uyanmış, Nazi Almanyası'na temayül ettiğimize dair söylentiler bile alıp yürümüştü. Öyle ya, tatbikine kalkıştığımız usul, demokratik olmaktan çok uzak, Hitler sistemlerine ve ideolojilerine pek yakındı. Hiç değilse öyle görünüyordu.
Gerek City'de, gerekse siyasî çevrelerde alıp yürüyen bu dedikodular, Büyükelçi Rauf Orbay'ın İngiliz dostları tarafından kendisine ulaştırıldı. Şurasını da parantez içinde arzedeyim ki, Rauf Bey İngiltere'de çok sevilmiş, takdir edilmiş, müstesna bir sima idi. Meselâ zamanın Başbakanı Mr. Winston Churchill onu sık sık yemeğe davet eder, onunla sohbetten hoşlanır, hattâ bu tecrübeli Türk devlet adamının fikirlerinden faydalanmaya çalışırdı.
İşte, onun İngiliz dostlarından biri veya birkaçı City'de yapılan dedikoduları kendisine bildirerek Türkiye aleyhindeki bu cereyanlara bir nihayet vermek için Savoy Oteli'nde bir öğle yemeği tertip etmek istediler.
Rauf Bey bu teklifi memnuniyetle kabul etti.
Bu öğle yemeğine ben de davetli idim. Savoy Oteli'ne gitmek üzere otomobile bindik. Yolda Rauf Orbay düşünceli düşünceli:

- Çok zor ve karışık bir dâva, dedi, bakalım nasıl izah edeceğiz?
- Allah ilham eder beyefendi, cevabında bulundum.
Hakikaten Allah ilham etti, hem de ne ilham!
Savoy Oteli'nin hususi yemek salonlarından birinde idik. City'nin tanınmış bütün işadamları orada idi. Yemeğin sonunda Rauf Orbay o güzel İngilizcesiyle söze başladı. Neler söylediğini şimdi harfi harfine tekrarlamama tabiî imkân yok. Fakat ne candan konuşuyor, ne ikna edici izahlarla dâvayı açıklıyordu! O kadar ki, yanımda oturan Osmanlı Bankası'nın Londra Merkez Genel Müdürü tanınmış maliyecilerden Mr. Fisher'in kulağıma eğilerek söylediği şu cümle bugünkü gibi hatırımdadır:
- This man is talking with his heart, and not with his mourth!

Yani: 'Bu adam ağzıyla değil, kalbiyle konuşuyor!'
Evet, hem kalbiyle, hem de derin tarihî bilgisiyle konuşuyordu. İkisini o kadar güzel mezcetmesini bilmişti ki! Elimde olmadan gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Kimseye belli etmeden bunları sildim.
Niçin ağlıyordum? Ağlıyordum çünkü savunma pek muhteşemdi ve dinleyenleri âdeta mest etmişti. Ve düşünüyordum ki, bu dâvayı şu salonda Rauf Orbay'dan başka bu kadar isabetle ve bu kadar belâgatle hangi diplomatımız izah edebilirdi? Kendilerine diplomatlık isnad eden veya edilen birçoklarını yakından tanıyordum. Hepsi o anda gözümün önüne gelmişti. Bildiğim bu fukaralığımız yanında şu muhteşem zenginlik, millî hislerimi, gözlerimden yaşlar akıtacak derecede, kırbaçlamıştı. Atamızın o anda hatırladığım:
'Ne mutlu Türküm diyene!' vecizesi ise koltuklarımı kabartıyor, gözlerimde yaşlar birikmesine sebep oluyordu.
Bu uzun konuşmanın sonlarına doğru, hatırımda kaldığına göre, Büyükelçi şöyle devam etti:
'Bugün silâh altında 1 milyona yakın asker bulunduruyoruz. Türkiye'nin ekonomik durumunu ve malî imkânlarını sizler bizden iyi bilirsiniz. Bizim zayıf omuzlarımız bu kadar ağır bir yükü kaldırmaya hiç müsait midir? Kimseden yardım mı görüyoruz? Yolda kimseden yardım mı istedik? Kendi yağımızla kavrulup gidiyorduk. Baktık ki kavrulacak yağ da tükenmektedir. Başka ne yapabilirdik? Orduyu terhis edebilir miydik? Biz buna razı olsak bile müttefiklerimiz acaba razı olurlar mı? Kaldı ki bizim bugünkü sıkıntılı durumumuzun biricik sorumlusu da sizlersiniz!'
Söz buraya gelince başlar dikkatle Rauf Orbay'a çevrildi. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyorlardı. O ise perde perde yükselen tatlı sesiyle devam etti:
- Gladston'un o meşhur 'Bag and Baggage' politikasının tahakkukuna ondan sonra gelenler de yardım etmiş değiller mi? İtalya'nın Trablus Garp saldırışını destekleyen, Balkan devletlerinin ayaklanmalarına göz yuman ve başlangıçta statükonun muhafaza edileceğine karar verdiği halde, biz yenilince yurdumuzun parçalanmasına ses çıkarmayan sizler olmadınız mı? Ve nihayet Birinci Dünya Savaşı'nı ve onu takip eden Yunan ordusunun Anadolu'ya saldırışını şöyle bir hatırlayınız! Bunların hepsinin hedefi, Türkiye'yi dünya haritasından silmek değil miydi? Fakat bütün gayretlere rağmen silinmedik efendiler! Ne Haçlı seferleri, ne İslâm düşmanlığı, ne Hıristiyanlık taassubu, ne de siyasî pazarlıklar Türk'ü yere sermeye muvaffak olamadı. Ama itiraf ederiz ki, zayıf düştük, Batı'nın ileri hamlelerine ayak uyduramadık ve geri kaldık. Nasıl ilerleyebilirdik ki, her ilerleme teşebbüsümüzde önümüze çıkıyor, İsa'ya inanmayan biz infidelleri, biz imana gelmeyenleri yok edip, mirasımıza konmak için elbirliğiyle gayret sarf ediyordunuz! İlerlemek şöyle dursun, bugün ayakta kalmış olmamız bile bir mucizedir.
'İşte, sizlerin zayıf bırakmış olduğunuz bu bünye ile bugün yine de dimdik ayakta durmaya çalışıyoruz. Öyleyken, sırf bu ayakta durma çabalarımızı desteklemek için ihdasına, hiç de istemeyerek, mecbur olduğumuz bir vergiden dolayı Türkiye'yi muahaze etmek sanırım biraz insafsızlık olur.
Bu vesile ile başka mühim bir noktaya da temas etmek isterim. Bana gelip İstanbul'daki bazı Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarlardan fazla vergi istenildiğinden söz açarak bu vergilerin azaltılması hususunda tavassutumu rica edenler oldu. Bir kimse çıkıp da bir Türk'ün fazla vergiye tâbi tutulduğunu bana söylemiş değildiler! Halbuki bu vergi, ırk ve mezhep farkı gözetilmeksizin, servet esasına göre tarhedilmiş bulunmaktadır. Tavassut niçin Hıristiyan ve Yahudiler için yapılmış da Türkler için yapılmamıştır? Görüyorsunuz ki efendiler, kapitülâsyon illeti tekrar tepmek istidadındadır! Fakat niçin unutuluyor ki, geri kalmamızın ve zayıf düşmemizin ana sebeplerinden birini teşkil eden bu menhus zinciri boynumuzdan çıkarıp atmak için sizin Thames nehri kadar Türk kanı akıttık? Bu zincir, ümit etmek istemem ki, tekrar boynumuza geçirilmek istenilsin. Zira bize çoğa mal olmuştur!'
Sayıf Rauf Orbay, yukarıda pek noksan özetlediğim bu cidden düşündürücü ve ibret verici nutkunu bitirdiği zaman başlar hep eğikti! Orbay sordu:
- Benden sorulacak bir sualiniz var mı, efendiler?
Kimde sual sormaya mecal kalmıştı ki!
Bütün çehreleri bir mahcubiyet perdesi bürümüştü...'