Arama


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
31 Temmuz 2006       Mesaj #17
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

Tabiattan Kopan Şehir


Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
Sosyal bir varlık olarak yaratılmışız. Tabiatımıza toplum halinde ve yerleşik düzende yaşama temayülü konmuş. Artan nüfus ve ihtiyaçlara paralel olarak bugün geniş ve kalabalık alanlarda yaşıyoruz. Mezopotamya'da şekillenen dünyanın ilk şehirlerinin nüfusu sadece yüzlerle ifade edilirken, bugün Mexico City'nin nüfusu 30 milyonu geçmiş durumda. Birkaçı istisna, başka hiçbir canlı türe ait topluluk birim alanda bu ölçüde bir nüfus yoğunluğuna ulaşmış değil. Artık "şehir" denilen bir gerçek var. Şehir, insanın tabiatı derinden etkilediği, ondan koptuğu ve sürekliliğine en büyük darbeyi vurduğu yer.
Sanayi inkılâbıyla birlikte işgücü talebinin giderek artması köyden şehre göçü başlattı. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin hızlanması, şehirleri daha çok ve çeşitli mal ve hizmetin bulunduğu câzip yerler durumuna getirdi. İş ve haberleşme imkânlarının artmasıyla birlikte kırsal bölgeler şehirlerin bu özelliğini farketti. Sonuçta şehirler büyük göç aldı. Birçok devletten daha fazla nüfus barındıran büyük şehirler ortaya çıktı. Gelişmiş ülkelerde modern imkânlar ve yüksek hayat standardı ülke geneline yayılırken, şehirler de altyapı açısından sağlıklı büyüdü. Buna karşılık bizim gibi ülkelerde şehirleşme süreçleri sancılı yaşandı, yaşanıyor. Bunun en çarpıcı misâli olan İstanbul'da trafik yoğunluğu ve park yeri azlığından sonraki en önemli sıkıntı, aşırı göç alma sonucu giderek büyüyen ve şehirden uzaklaşan kimi kaçak durumdaki yeni gecekondu alanlarına su, elektrik, ulaşım, haberleşme ve kanalizasyon gibi altyapı; alışveriş, sağlık ve kültür merkezi, okul gibi temel ihtiyaçlarla ilgili genel hizmetleri götürmenin aşırı maliyetli bir hâl almasıdır. Göçün önlenememesi sonucu şehir ve çevresi, tabiatı olmayan büyük bir köye dönüşmekte, ekosistem dengesini yitirerek tabiî ve teknolojik felaket riskine daha açık hâle gelmektedir.

Gelişmiş ülkelerde ise şehirler önemli bir göç almasa da, normal gelişme süreçleri genellikle insan unsuruyla ilgili tahminler, şehrin ve çevrenin morfolojik ve tabiî özellikleri dikkate alınarak planlanır. Şehrin daire mi, dikdörtgen mi yoksa başka bir geometride mi, yani kaç eksenli genişleyeceği düşünülür. Bu, hem tabiatın ve tarım alanlarının bozulmaması, hem altyapı ve diğer temel hizmetlerin sağlıklı götürülmesi, hem de şehir merkezindeki ortak mekan ve imkânlara insanların her taraftan olabildiğince rahat ulaşması içindir.

Plansız yaşayan ülkelerdeki sağlıksız şehirleşme meselesinin çözümüyle ilgili ilk adım olarak, insanın tabiatı bozan ve sonuçta yine kendisini tehdit eden etkilerini, dolayısıyla tabiî çevresine nasıl daha iyi entegre olabileceğini anlamak, bunun için de, hem insan ile tabiat arasındaki en zor karşılaşma alanı, hem de gezegeni tehdit eden en önemli kirlilik kaynağı olarak şehir ekosistemini tanımak gerekiyor.

Şehir Ekosistemi
Ekosistemi enerji, madde ve bilgi alışverişi için kendi aralarında ve çevreleriyle etkileşimde bulunan canlı organizmalardan, ayrıca inorganik tabiî bileşenlerden oluşan bir hareket sahası olarak tarif edersek, insan faaliyeti çerçevesinde tarım, orman ve teknik (şehir, sanayi) ekoslar şekillenir. Şehirde yoğun olarak bina, altyapı ve makina bulunur, ayrıca çevredeki endüstri de şehir ekosistemini etkiler. Dolayısıyla şehir ve çevresi abiyotik ve biyotik unsurlarıyla diğer ekosistemlerden ayrılır. Şehir, tabiî çevre ile etkileşimde bulunan uç bir ekosistem örneği olduğundan, burada önemli çevre problemleri ortaya çıkar: yerleşim alanlarının ve sanayi zonlarının genişletilmesi amacıyla inşaat ve yol yapılması, zeminin kaplanması (asfalt, beton), çevredeki tabiî potansiyelin kullanılması, bazı hayvan ve bitki türlerinin kent dışına göçetmesi, enerji, mal ve hizmet üreten kuruluşların emisyonları (gaz, kül, aerosol, kimyasal, radyoaktif ve tıbbî atıklar), büyük miktarda eksoz gazı ve ev atıkları (gaz, çöp, su vb) çıkması gibi. Ayrıca şehir ekosisteminde: daha az güneş ışığı alma, göğün daha fazla bulutla kaplı olması, aerosollerden kaynaklanan sisin kışın ve yazın daha fazla olması, yıl boyunca buharlaşmanın daha az, yağışın daha fazla olması gibi farklılıklar görülür (Heinrich & Hergt, 1993).

1) Şehir atmosferi
Şehir ekosisteminde en problemli ortam gaz ve tozlardan dolayı atmosferdir. Bunlar ev, endüstri ve termik santrallerde kömür kullanımından ayrıca benzin ve dizele dayalı motorlu araçlardan ileri gelen azot ve kükürt oksitler, karbon monoksit ve dioksit, kurşun tetraetil ve metan gibi gazlardır.

Azot ve kükürt oksitler doğrudan alınmaları durumunda organizma için tok*****r. Su buharı ile birleştiklerinde oluşan nitrik asit ve sülfürik asit hem şehir sisi, hem asit yağmurları içinde tehlikeli korozif faktörlerdir. 1950'li yıllarda Londra'da anormal oranda kükürt içeren kalın bir sis tabakası 4000'den fazla kişinin ölümüne yolaçmıştı. Zehirli karbon monoksit gazı ise yeterli havalandırma olmadığında eksoz gazını soluyanları zehirler, yangınlarda soluk tıkanmasına (asphyxies) yolaçar. Kirli siste çok bulunduğundan başağrısı, başdönmesi ve sersemliğe yolaçar. Akciğerden oksijen alan kırmızı kan hücrelerini aldatır, böylece bunlar beyin ve kalbi oksijen yerine karbon monoksit ile besler (Bockris, & Veziroğlu, 1991). Esas olarak atmosferde sera etkisi meydana getiren karbon dioksit global ısınmaya, dolayısıyla iklim değişikliğine yolaçması cihetiyle zararlıdır. Solunduğunda toksik etki gösteren ozon ise megapollerde ürkütücü boyutlarda olup, azot oksitlerin, organik gazların ve güneş ışığının kompleks etkileşimiyle ortaya çıkar.

Benzinin otomobillerde patlamalı yanmaması için yakıta eklenen kurşun tetraetil eksoz gazlarıyla birlikte şehir atmosferine karışır. Yüksek dozlara ulaştığında ölüme yolaçan satürnizm hastalığına, düşük dozlarda ise, çocuklarda tedavisi zor olan çok ciddi sinir ve zihin bozukluklarına sebebiyet verir. Benzinin yanmasıyla oluşan diğer zararlı maddelerden peroksiasilnitrat (PAN) gırtlakta ve gözlerde tahrişe yolaçarken, benzopiren insan vücuduna uzun vadede kalıcı zarar verir. Hidrokarbonlar ise, katalitik yakıt deposu ve rafinaj endüstrisinden kaynaklanan sebeplerle şehir atmosferini kokutmaktadır (bilhassa eski Sovyetler ve Hindistan).

Bütün bu gazların canlı organizma üzerindeki zararlarını şu misâl daha iyi anlatabilir: bir insan günde 2 litre su içer ve 1,5 kilogram yiyecek yerse, 100 metreküp hacme karşılık gelen 13,5 kilogram hava teneffüs etmiş olur. Akciğerlerin her teneffüste biraz toksik gaz tutmasıyla meydana gelen gaz birikimi süratle lezyon üretir. Fakat en tehlikeli ürünler, aerosol denilen şehir atmosferindeki deniz tuzu kristalcikleri, sanayi ve topraktan ileri gelen tozlardır. 30 mikrondan büyük tanecikler burun ve soluk borusundaki çeşitli filtrajlar tarafından tutulurken, diğerleri akciğer tarafından absorbe edilir, bronşları tıkar, cidarları tahriş eder ve bunlar eğer kömür tozu ise uzun vadede kansere yolaçabilir. Tozların yoğunluğu gazlarınki gibi yere doğru arttığından, çocuklar için durum daha trajiktir. Ortalama yoğunluk yerden bir metre yükseklikte 100 mikrogram/metreküp, yer seviyesinde üç kat daha fazladır. Bu yüzden, şehirde büyüyen çocuklar büyük oranda kronik bronşit veya astımdan muzdariptirler. Bu tozlar çok büyük oranda ev ve endüstride kömür kullanımından, ayrıca motorlu araçlardan ileri gelir. Burada en kirletici faktör dizel yakıttır. Gelişen eksoz sistemleri büyük tanecikleri filtre etmekle birlikte, otomobillerin yolaçtığı toz kirliliği halen önemini korumaktadır. Bunların doğrudan mekanik etkileri yanında dolaylı etkileri daha önemlidir: bu tozlar gaz ve su için çekirdek görevi görür; sonuçta oldukça kirli ve zehirli bir sis (smog) meydana gelir. Gözlerde yorgunluğa, gerginliğe yolaçan, görüşü engelleyecek ölçüde kalınlaşabilen smog yukarıdaki kirleticileri içerdiğinden ve büyük şehirler bundan uzak kalamadığından, nüfusun önemli kısmı bundan etkilenir. Bu kirleticiler yapraklardaki gözenekleri tıkayarak fotosentez ve solunumu durdurur, ağaçların ölümüne yolaçar. Meşhur Londra smogu ev ve endüstride kömür kullanımının yasaklanmasıyla ortadan kalkmıştır.

Diğer yandan şehirlerin mikrometeorolojisini incelemek ve lokal şartları modellemek de önemlidir. Bu noktada, hava durgunluklarının oluşmaması için, bilgisayar ortamında yapılan mikrometeoroloji simülasyonları çeşitli binaların inşa veya yıkımının hava sirkülasyonunu nasıl değiştirdiğini anlama imkânı sağlamaktadır. Böylece, cadde ve sokakların düzenlenmesi, ısı kaynaklarının belirlenmesi ve idaresi daha bilinçli gerçekleştirilir. Özellikle deniz kenarındaki şehirlerde, eğer çok geç kalınmadıysa, hâkim rüzgarlara göre planlanan geniş caddeler açarak ve ısı kaynaklarının dağılımı değiştirilerek hava kirliliği azaltılabilir. Fakat trafiğe çıkan otomobil yoğunluğunun yönetimi konusunda henüz mâkul, pratik ve toplumca kabul edilebilir formüller bulunamamıştır. Kısa vadede LPG'li ve elektrikli, orta vadede hidrojenli otomobiller petrolle çalışanların yerini alacaktır.

2) Şehir hidrosferi
Su, şehir için öncelikle içme-kullanma suyu, atık sular, yeraltı suları ve şehrin içinden geçen nehirler bakımından önemlidir.

İçme suyu problemi şehirden şehire farklılık gösterir. Meselâ sürekli veya bazen kurak bölgelerde, su sıkıntısı şehrin yakınında yeterli su kaynağı olmamasından ileri gelir. Bu durumda uzaktan boru hatlarıyla su getirmek gerekir.

Atıksuların arzettiği ilk problem bunların nereye bırakılacağıdır. Eğer büyük bir nehre bırakılırsa, aşırı yağış sonucu taşkın meydana geldiğinde bir çevre felaketi ihtimali büyüktür. Deniz kıyısında bulunup da kanalizasyon sistemine sahip şehir sayısı genelde azdır. Bunların bazısı atıksularını kıyıdan denize, bazısı açığa bırakmaktadır. Kıyıdan boşaltma tehlikelidir; fakat atıksular açığa, derin sulara bırakıldığında deniz dibine yakın kesimlerde biyolojik bir zenginleşme sağlayabilir. Boşaltma orta ölçekte bir nehre veya yeraltına sızdırma şeklinde olduğunda kirlenme tehlikesi yeraltı suyu için de yüksektir. Bu durumda, kullanılmış suları yeraltına bırakmadan önce kesinlikle arıtmak gerekir.

Şehir yakınındaki yeraltı suları endüstriyel toksik madde, hatta nükleer atıklar içerdiğinde özellikle tehlikelidir. Ayrıca, kullanılmış suların arıtılıp yeniden kullanılması gerekiyorsa, şehir yakını yeraltı sularının kapasitesi, beslenme yönü, yenilenme ve arıtılma hızlarının bilinmesi gerekir.

Şehir içinden geçen nehirlerin getirdiği en önemli tehlike taşkınlardır. Tabiatı koruma ve ağaçlandırma gibi genel tedbirlerin yanısıra, büyük nehirleri, geldikleri tarafta yapılacak barajlarla kontrol etmek gerekmektedir. Debi kontrolünün yanısıra, nehrin çok dar bir yatağa sokulmaması ve yamaçların düzenlenmesi de önemlidir. Diğer yandan kaldırım ve yolları, suyun yeraltına süzülmesini sağlayacak şekilde yapmak, şehrin altında su toplama kanalları geliştirmek gerekmektedir. Çünkü, plansız kurulmuş şehirler su baskınları sırasında aşırı su girişinin etkilerini artırmaktadır: suyu toplamakta, şebeke görevi gören sokak ve caddeler sayesinde gölcükler meydana getirmekte ve taşkını bizzat organize etmektedir. Bu konuda alınacak bir diğer önemli tedbir, su baskını riskinin yüksek olduğu zonlarda yapılaşmaya izin vermemektir.

Nehirlerin yolaçabileceği ikinci tehlike, suyun kalitesiyle ilgilidir. Genellikle içme ve sulama suyu amacıyla yararlanılan nehirlerde belli tür ve sayıda canlı da yaşamaktadır. Bu noktada endüstri ve ev atıkları tehlike arzetmektedir. Teknik çözüm olarak, nehir suyundaki kimyasal elementlerin, organik, toksik ve süspansiyon maddelerin oranını, canlı toplulukların durumunu analiz edecek istasyonların aralıklı olarak nehir kenarına kurulması gerekir.

3) Şehir jeolojisi
Şehirlerin, özellikle de megapollerin jeolojileri problemlidir. Gerek bina yapımı, gerek altyapı amacıyla tünel açma, gerekse kablo ve boru döşeme çalışmalarıyla şehirlerin altı zayıflamıştır. Dağ eteklerine kurulu şehirlerde mahalleler kayabilmektedir. Şiddetli deprem riskiyle karşı karşıya olan şehirlerde yeraltındaki jeolojik birimler bir yer sarsıntısının etkisini artırabilir veya hafifletebilir. Uzun zaman boyunca yeraltını sağlamlaştırmak için uygulanan metod yüksek kaliteli sıvı beton enjekte etmek idi. Artık büyük kentlerin yeraltındaki ilk yüz metrelik kısımlarının üç boyutlu haritasını çıkartmak ve uygun düzenlemeleri yapmak gerekiyor. Bunun için yeraltının belli derinliğe kadar görüntüsünü veren modern jeofizik teknikler (radar, manyetik ve sonik) mevcuttur.

4) Şehir biyosferi
Şehir biyosferi dünya genelinde dar ve fakir bir özellik arzediyor. Sadece küçük yapılı bitkiler ve birkaç hayvan türü ile sınırlı kalıyor. Şehir biyosferi problemi yeşil alan azlığı ve böceklerle belirginleşiyor. Şehirde belli oranda alanın yeşil hale getirilmesiyle ilgili olarak iki tip tedbir önem arzediyor: 1) yeni yerleşim yerleri planlarken yeşil alan oranının yüksek tutulması; 2) oksijen üretimini maksimize edecek şekilde fotosentez verimi yüksek bitkilerin seçilmesi. Şehirlerdeki böcek problemi de dünya genelinde ürkütücü boyutlardadır. Birçok şehirde değişik türde hamamböceği, beyaz karınca ve örümcek (ayrıca sinek, sivrisinek, bakteri ve virüsler) çoğalmıştır. Bunlara bazı yerlerde hızla çoğalan fareler de eklenebilir. Böylece şehirlerde böcek öldürücülere karşı dirençli ve hastalık yayan bir fauna gelişmiş, bunlarla mücadele tarımda olduğu gibi şehirlerde de önemli bir mesele hâline gelmiştir. Havadan yapılan ilaçlamalarla şehir atmosferinde toksik gaz yayılmakta, fakat böcekler üzerinde kalıcı tesir göstermemektedir (Allegre, 1993).

Zor bir mesele: şehir
Hızlı ve sağlıksız şehirleşme meselesine, şehirlerinin büyük kısmı tam bir keşmekeşlik merkezi hâline gelmiş Türkiye açısından baktığımızda iç içe çelişkiler yaşadığımızı görebiliriz. Ülkemizde, nisbeten hızlı nüfus artışı ve göç, şehir (bilhassa büyükşehir) idarelerinin süratle artan altyapı talebini karşılamasını, şehri güneşsiz ve havasız bırakan sık aralıklı yüksek bina yapılaşması yerine daha geniş alanlara yayılan bir imar politikası uygulamasını, insanların nefes almak, çocukların güven içinde oynamak gibi ihtiyaçlarını giderecek alanlar oluşturmasını, tabiî afetlere karşı yeterli tedbirleri almasını güçleştirmektedir. Zâten bütün bunlar, altyapının daha uzak mesafelere götürülmesi anlamına geleceğinden pahalı yatırımlar gerektirmekte, bu yüzden de şehrin daraltılmış bir alanda yükselen beton yığınları hâlini alması mahallî idarelerin de işine gelmektedir. Fakat bu politikayı, kırsaldan gelerek şehrin merkezinden uzakta yeni varoşlar oluşturan göç dalgaları bozmaktadır. Kaçak yapılaşmaya izin vermeme hususunda belediyeler ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, çeşitli mülahazalarla hareket ettiklerinden, sonuçta altyapı bekleyen yeni banliyölerin ortaya çıkmasına engel olamamaktadırlar. Böylece hızlı ve sağlıksız bir şehirleşmeyle, tehlikeye açık alanlarda daha fazla insanın yerleşmesi ekosistemdeki dengeleri bozmaktadır. Yine insandan kaynaklanan global iklim değişikliğine bağlı meteorolojik afetler daha sık meydana gelmekte, şehirde teknolojik ve tabiî karakterli felaketler yoğunlaşmakta, depremler daha büyük can ve mal kaybına yolaçmaktadır. Bütün bunlar şehir ekosistemine telafisi zor ve yüksek maliyetli zararlar vermekte, tabiî bir dengeye ulaşmasını giderek zorlaştırmaktadır.

Sonuçta şehirler, bilhassa geleceğe yönelik ciddi bir planlama politikası olmayan, günübirlik yaşayan ülkelerdeki büyükşehirler havasıyla, suyuyla, yerleşim mekanlarıyla ve kamuya açık alanlarıyla yaşanmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla, şehir ekosistemlerinin insan ve çevre sağlığı açısından elverişli ve tabiata uyumlu hale getirilmesi için şehir ekosistemini tabiî bir dengeye ulaştırmak gerekmektedir. Bunun için eşzamanlı olarak, 1) Hava, su ve toprağı etkileyen her türlü faaliyeti makûl, verimli ve çevre dostu formüllerle gerçekleştirmek; 2) Şehir ekosistemini tabiî ekosisteme yakınlaştırmaya yönelik tedbirler almak (şehir içi motorlu araç trafiğini yeniden düzenlemek, kalabalıkların bulunduğu merkezî kesimleri trafiğe kapatarak gürültü kirliliği olmayan, temiz hava koridorları oluşturmak, beton ve asfalt yüzeyleri toprak ve yeşil alana dönüştürmek, yağmur suyunun yeraltına daha fazla süzülmesini sağlamak, yürüyüş ve bisiklet yollarını artırmak, yeşil alan ağırlıklı bir imar politikası izlemek) ve 3) Yapılaşmayı herhangi bir teknolojik veya tabiî afetten fazla etkilenmeyecek şekilde düzenlemek (meteorolojik afetlerde aşırı su girişinin yönetimi, zemin-yapı-deprem optimizasyonu, patlama, yangın yönetimi gibi) gerekmektedir.

Kimilerine göre şehir tabiattan kopunca kente dönüştü. Bu yüzden bu yazıda "şehir" yerine "kent" mi demeliydik? Bu, kavramla ilgili bir problem. Tamamen mücerret bir konuyu ele almadığımız için, burada kent-şehir tartışması, meselenin vehameti yanında ikinci derecede kalıyor.

Şehir de bir realite; onu dağıtma lüksümüz de yok. Fakat, insan ve çevre sağlığı açısından arzettiği problemlerle şehir bugün insan tabiatına ne ölçüde uygun? Bizi bu denli rahatsız eden bir koca mekanı düzeltme hususunda orta yolu nasıl bulabiliriz? Hem de bu saatten sonra!

Çok önemli bir diğer konu, özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanların zihin ve sinir sistemlerinin, düşünce ve duygu merkezlerinin ne ölçüde sağlıklı kalabildiği ve işleyebildiğidir? Trafiğin ve bacaların kirlettiği havayı her teneffüs edişimizde zehirlendiğimizi bilmek, köşe başlarındaki eski çeşmeleri kurumuş görmek, cadde kenarları ve kaldırımlar park etmiş otomobillerle kaplı olduğundan yürüyecek yer bulamamak (şehirde insanlar yürümüyor artık, otomobiller dolaşıyor), dört bir yandan gelen gürültülerle ruhen ve bedenen rahatsız olmak, kalabalıklara karşı yalnızlık, tek tek insanlara karşı yabancılık duygusuna kapılmak ve insan yanımızdan kopmak acaba sağlıklı düşünmemizi engelliyor, bizi farkında olmadan önyargılı ve toptancı düşünme kolaycılığına itiyor olabilir mi? Tanısak da tanımasak da, tek tek her bir insanı insan yanıyla görme irademizi kaybediyor muyuz şehirde? Tabiattan kopan şehir acaba bizi de insanî özümüzden mi kopardı? Göz ve gönül açan, insana güzel duygular ilham eden asûde bir tabiatın, hafif bir su şırıltısının artık birçoğumuz için "kırk yılda bir" deyimini hakedecek kadar lüks sınıfına girmiş olması, "acaba şehirlerimiz ve hatta tabiat birer ümitsiz vak'a mı?" sorusunu sık sık aklımıza getirmiyor mu?

İnsanî tarafının törpülenmesine direnen insanlar olduğu gibi, kentleşmeye direnen şehirler de var dünyada. İnsanı merkeze alsalar, geçmişin ruhunu bir yanıyla cami avlularındaki asırlık çınar gölgelerinde, şehre yayılmış mezarlıklarda ve sokak aralarında kısmen yaşatsalar bile, buna ne kadar direnecekleri bilinmez o "eski"(meyen) şehirlerin. Kaldı ki, onların da sağlıklı hâle getirilmeyi gerektiren yanları var, fakat bunu onların ruhunu daha fazla bozmadan kim yapacak?

Biz, insan türü olarak bu dünyaya gelmeden önce, on milyonlarca canlı türün çok uzun bir zaman boyunca çok hassas denge şartlarında yaşadığı bir tabiat vardı. Ve bu tabiatın yüksek esneklik sınırları bizim yaptıklarımızı sürekli olarak tolere etti. Bugün bu sınırları özellikle şehirlerde iyice zorlar hale geldiğimiz anlaşılıyor. İnsanın yaşadığı bir dünyada tabiatı eski haline döndüremeyeceğimiz açık. Fakat ne olursa olsun, yapabileceğimiz bir şey var: tabiatı şehre, şehri de tabiata taşımak. Tabiatı şehre taşırken temel unsurlarıyla şehrin bundan birşey kaybetmesini istemediğimiz gibi, şehri tabiatın içine yayarken de tabiatı yoketmemeliyiz. Hem hayatı, tabiatı ve bizi Yaratan'a, hem insan olarak kendimize saygının bir gereği olarak, hem de çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için buna mecburuz. Unutmayalım ki, şehir de tabiat da insan için. Eğer, insansız ve tabiatsız şehirler istemiyorsak, yeniden insana dönmek ve onu bulmak istiyorsak, bir de bunun yolunun, insanı insan, tabiatı tabiat gibi Yaratan'a dönmekten, O'nu bulmaktan, O'nun yaptığı işi hatasız yaptığını aklederek ölçüyü O'ndan istemekten geçtiğini düşünsek. Kendimize rağmen kendimize bir şans daha versek.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 20 Şubat 2019 23:59