Arama


ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
24 Mart 2010       Mesaj #5
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Modern Büyüler
19. ve 20. yüzyılda
Alice’s Adventures in Wonderland, Peter Pan, The Wonderful Wizard of Oz gibi çocuklara dönük pek çok fantastik öykü yazılmıştır. Fakat günün birinde bir İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı bir kovuk ve onun içinde yaşayan bir yaratığı düşler ve ortaya toprak altındaki bir kovukta yaşayan, yemeyi-içmeyi ve eğlenmeyi seven, o pek tasasız ve bayağı da bodur yaratıkların adını taşıyan Hobbit adlı bir fantastik öykü çıkıverir. İlk bakışta peri masalı biçimli bir çocuk kitabı gibidir, ama Tolkien’ı yakından takip edenler ya da dikkatle okuyanlar bilirler ki, bu öykü aslında çok daha geniş ve derin bir öyküyü gizlemektedir satırları arasında. Öykünün içinde bulunduğu coğrafya ve tarih, öncesindeki hiçbir fantastik öyküyle kıyaslanamayacak kadar geniştir. Yine fantastik çocuk masalları ile tanınan ve Tolkien’le çok yakın bir dostluğu da olan C. S. Lewis, bu arkaplanı çok iyi bildiği için o günlerde bir kritiğinde şöyle yazar:
“Profesör Tolkien’ın yarattığı yaratıklar öyle köklü geçmişlere ve yerel özelliklere sahiptir ki, yerleşik yöntemlerle yazılan hiçbir çocuk kitabındaki karakterler, onlarla boy ölçüşemez. Profesör Tolkien’ın bu yaratıklarla, kitabın gerektirdiğinden fazla haşır neşir olduğu besbellidir.”
Velhâsıl-ı kelam Hobbit çok önceleri kurgulanmaya başlanmış bir yaratının üzerine oturtulmuş daha naif bir öyküdür sadece ve esas öykü hâlâ kuluçkada uyumaktadır.
J. R. R. Tolkien
kitabının umulmadık başarısının ardından, yeni beklentileri de karşılamak için taze bir maceraya girişir. Yayınlanması 17 yıl alacak bir maceradır bu, fakat buna değecektir doğrusu. Bütün o ince eleyip sık dokumaların ardından sonuçta ortaya tüm zamanların en özel eserlerinden biri çıkar: The Lord of the Rings. İlk cilti yayınladığında takvimler 1954′ü işaret etmektedir ve artık dünya geriye dönülemez biçimde değişmiştir. Muhteşem bir epikle karşı karşıyadır herkes. John Clute asrının Yüzüklerin Efendisi karşısında düştüğü hayreti ve hayranlığı şöyle dillendirir:
…yirminci yüzyılın öyküsünün karşıtı olan muazzam bir mit… doğru düzgün gözüken bir evrenin tanımı… ruhun bu çorak yüzyılda ihtiyaç duyduğu bir başka gerçeklik.”
Bu satırlar şaşırtıcı değildir, zîrâ İkinci Dünya Savaşı’nın barut ve kan kokuları hâlâ duyumsanırken ve amansız yıkımı zihinlerde henüz tazeyken, Yüzüklerin Efendisi’nin, eğer yapabiliyorsan yapmalısın diyen ve bu süreçte hiçbir etik tanımayan modernizme karşı bir manifesto olduğunu düşünmek oldukça anlaşılır bir yaklaşımdır. Kitap hâlâ bu etkisini korumaktadır ve sanıyorum koruyacaktır da.
Üçlemenin (ki aslında yapay olarak üçe bölünmüş tek bir kitaptan ibarettir) tamamının yayınlanışının ardından pek çok eleştirmen onu hemen klasik olmaya namzet ilân ettiler. Fakat ne yazık ki, başka bazı eleştirmenler saygın bir Oxford profesörünün kaçış edebiyatı yazmasını bir türlü içlerine sindiremediler. Hattâ okudukları kursaklarında kalınca Yüzüklerin Efendisi’nin kurgusunu iyi ve kötüyü kesin biçimde ayırma basitliğiyle suçlamaya kadar vardırdılar bu işi. Hâlbuki bu tür dualizm mitlerde ve masallarda zaten hep vardı ve sembolizmin önemli bir parçasıydı. Nitekim daha sonraki okumalarda fantastik karakterler arketipsel bir bağlamda okunmaya başlanınca bu tür eleştirilerin etkisi giderek zayıflamaya yüz tutmuştur. Dahası böylesi epik bir masalı görüngüsel dünyanın standartlarının içine hapsederek, kambur bir okuma yapmak zaten başlı başına bir sorundur ve şimdilerde fantastik öyküler çoğu zaman ve daha da anlamlı olarak psikanaliz dahilinde bir okumaya da tâbi tutuluyor. Yine de ünlü Amerikalı edebiyatçı W. H. Auden o zamanlar bir radyo programında belki tüm eleştirilere kesin ve net bir biçimde şöyle cevap veriyordu:
Bu kitabı beğenmeyenlerin edebiyat bilgisinden şüphe ederim.”
Tolkien eserini yazarken pek çok kaynaktan etkilenmiş gözüküyor. Sir Walter Scott’ın tarihsel romanları, Tolkien gibi dindar bir katolik olan Chesterton’ın öyküleri ve bir romantik-sosyalist olan William Morris’in bazı eserlerinin onu etkilediği bilinmektedir. Ayrıca çocukluğunda çok sevdiği George MacDonald’ın Princess and Goblin adlı peri masalındaki ya da Lord Dunsany’nin The Hoard of the Gibbelins’i gibi öykülerdeki yaratıkların Tolkien’ın kurgusunda bir esin kaynağı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat o belki en büyük esinini Kuzey Avrupa ve İskandinav söylencelerinden almıştır. Beowulf ve Hobbit arasındaki benzerlikler çok da dikat gerektirmez ya da ünlü Germen destanı Nibelungenlied ya da daha kuzeyde ve biraz farklı bir biçimiyle Volsung Sigurd’un Yüzüklerin Efendisi üzerindeki etkileri belirgindir. Veyahut ünlü Fin epopesi Kalevala’daki atmosfere yer yer Tolkien’de de rastlandığını ve adların oluşturulmasında özel bir payı olduğunu görmek mümkün.
Sonuç olarak Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatta bir dönüm noktası olarak görülmelidir. O sadece şiirsel zarafeti, pastoral yapısı, sembolik okumalara tanıdığı genişlik, öyküsünün derinliği ve muhteşem epiği ile değil yazınsal biçimi ile de farklı bir yer tutar. Richard C. West bir makalesinde, Yüzüklerin Efendisi’nin ortaçağ romansların dolamalı kurgusunu modern bir yapı içinde yeniden kullanıma açtığı bahsederken, başka bir eleştirmenin Yüzüklerin Efendisi üzerine yaptığı şu tespiti alıntılama ihtiyacını hisseder:
Ortaçağ’ın son büyük edebiyat şahaseri”
Peki bu eser fantastik edebiyatın tarihsel gelişimi için niye bu kadar önemli? Çünkü Yüzüklerin Efendisi Kılıç ve Büyü öykülerini de aşan yeni bir tarzı yüreklendirmiştir. Edmund Fuller’ın hem de daha Silmarillion’un bilinmediği zamanlardaki şu alıntısı bize epeyce yardımcı olacak bu mevzudadır:
Bu dünya için ayrı bir mitoloji, ayrı bir sözlü edebiyat, tarihin zaman uzamını taşan son derece derinlikli, bütüncül bir tarih ve kendi içinde bağımsız bir coğrafya yarattı.”
Bu yerinde tespitin eğer açılmaya ihtiyacı varsa ve açarsak, hatırlarsak bu yazının başlarında klasik fantastiğin gerçeklikte sadece bir yırtılma yarattığını belirtmiştik. Öte yandan Yüzüklerin Efendisi’nin fantastiği gerçekliğin zaman ve mekânının tamamen dışına taşar. Dünyamızın şimdiki ve geçmiş gerçekliğiyle açık bir bağ kurmaz, kendi kendine yeten bir anlatıdır. Bu anlamda da Kılıç ve Büyü öykülerini aşar. Örneğin, yukarıda değindiğimiz üzere R. E. Howard’ın Conan öykülerine mekân olan ünlü Hyboria Çağı bu dünyanın efsanevi bilinmeyen geçmişi üzerine kurulmuştur ve bilinen tarihle iç içe geçmiştir. Buna karşın Yüzüklerin Efendisi ise Tolkien’ın ifadesiyle başka bir dünyanın tarihi olarak okunmalıdır. Zîrâ kendine özgü bütüncül bir kozmolojisi vardır, coğrafyası, halkları, hattâ kendine özgü dilleri bile vardır. İşte bu özel yapıdır modern fantastik kurgunun temel şablonu.
Yüzüklerin Efendisi fantastik edebiyatı çağının literatüründe yeni ve saygın bir yere doğru taşırken pek çok ardılı da beraberinde getirdi elbette. 1970′lerden itibaren seri kitaplar biçiminde yazılan fantastik öyküler aldı başını gitti. Ama bunlara geçmeden önce, kronolojik olarak daha önce ve aynı dönemlere rastlayan iki esere değinmek gerekecek. Yukarıda C. S. Lewis’ten bir alıntı yapmıştık. O, bugün çok yönlü bir yazar ve eleştirmen olması ile iyi tanınıyor. Özellikle Tolkien’ın etkisi dâhilinde agnostizmden protestanlığa geçen Lewis, bu konuda yazdığı kitaplarla 20. yüzyıl Hıristiyan edebiyatının en fazla referans gösterilen yazarları arasındadır. Ayrıca Narnia Günlükleri (Chronicles of Narnia) adı verilen ve bugünlerde sinema filmi serileri çekilen ünlü fantastik çocuk kitaplarının da yazarıdır. Yine Ransom üçlemesi diye bilinen çağının bilim-kurgu damarını aşacak derecede başarılı bir bilim-kurgu üçlemesine de imza attığını belirtmeliyiz.
Kısmen Tolkien öncesi yazılmış ve tamamen nev’i şahsına münhasır bir başka yapıt da Gormenghast üçlemesidir. Mervyn Peake’in üç cilt halinde aralıklı olarak 1946 ve 60 arası kaleme aldığı seri, tüm fantastik literatürün en muazzam eserlerinden biridir. Gotik bir atmosfer üzerinde yazılmış ve şiirsel bir dille örülmüş fantastik bir büyüme öyküsüdür. Onda Kafka, Poe ve Dickens’ın tuhaf bir bileşkesini okursunuz adeta. Başka bir yazıda bu üçleme üzerine uzunca yazdığım için burada kısa geçiyorum, ama sonuçta Gormenghast üçlemesi fantastik edebiyatın Yüzüklerin Efendisi ile birlikte anılmayı hak eden belki en önemli eseridir.
Yetmişlerden itibaren fantastik edebiyatın atağa geçtiğinden bahsetmiştik. Bu tarz eserler otuz yıl içinde öylesine bir popülerliğe ulaştı ki artık daha önce baskın duran ve aslında komşu ya da kardeş bir anlatı olan bilim-kurgu türünün boşalttığı rafları fantastik edebiyat ürünleri hızla doldurmaya başladı. Fakat popülerlik iyi bir şey olmayabilir. Fantastik edebiyat bu süreçte içeriği salt eğlence amaçlı olan ve anmaya değecek bir özgünlük ve sağlam bir altmetin barındırmayan, kötü kurulmuş ve kötü anlatılan kurgulardan ibaret bir edebiyat olmaya meyil verdi ne yazık ki. Ama şükür ki, yetmişlerden sonra pek çok iyi yazar pek çok kayda değer fantastik eser kaleme alabilmiştir. Bunların en başında gelen isim Ursula K. Le Guin olmalı. Altmışlarda bilim-kurgu türünde yazmaya başlayan Le Guin, The Left Hand of Darkness (Karanlığın Sol Eli), The Dispossessed (Mülksüzler) gibi pek çok Hugo ve Nebula ödüllü bilim-kurgu eserinin yazarıdır. Başka birkaç yazarla birlikte bilim-kurguya tabiri caizse çeki düzen verdikten sonra, yetmişlerde yayıncısının da yüreklendirmesiyle ile fantastik kurgular yazmaya başlar. Bu açıdan en iyi bilinen eserleri toplam 5+1 kitap olan Earthsea (Yerdeniz)
serisidir. Ayrıca son dönemlerde kaleme aldığı Annals of the Western Shore serisi de mükemmel örneklerden bir diğeridir. Ayrıca Le Guin yazdığı ufuk açıcı denemelerle bu edebiyatı en iyi anlayan ve anlatan yazarlardan biri olduğunu da göstermiştir.
Bir başka yazarımız da Marion Zimmer Bradley. O da Le Guin gibi bilimkurgu türünde de yazabilen fantazi yazarlarından biri. Özellikle Kral Arthur söylencesinin yeniden yazımı olan The Mist of Avalon (Avalon’un Sisleri) serisi ve kadim Atlantis efsanesine eklemli, “Mısır Firavunları’nın taş üstüne taş yığmalarından çok uzun zaman önce batan bir dünyanın gölüne atılmış bir taşın öyküsü” olan The Fall of Atlantis (Atlantis’in Çöküşü) adlı yapıtları çok başarılı birer fantastik edebiyat örneği olarak öne çıkıyorlar. Özellikle Atlantis’in Çöküşü benim dilim döndükçe takdir edeceğim bir şaheserdir.
Sayılanlar hâricinde pek çok başka seri yazıldı elbette. Kalbur üstü olanları arasında Micheal Moorcock’un Elric destanları, Roger Zelazny’nin Chronicles of Amber (Amber Yıllıkları) serisi, Stephen Donaldson’ın Chronicles of Thomas Covenant the Unbeliever (İnançsız Thomas Covenant Yıllıkları), Robert Jordan’ın The Wheel of Time (Zaman Çarkı) külliyatı, Anne McCaffrey’nin Pern
serisi, Robin Hobb’un Farseer serisi, George R. R. Martin’in Song of Ice and Fire (Buz ve Ateşin Şarkısı) serisi, Terry Prachett’ın Discworld (Disk Dünya) serisi gibi eserler sayılabilir.
Bunlar arasında Zaman Çarkı yazılmış en uzun macera olması ile öne çıkıyor. Fakat bu hâliyle fazla dağınıklaştığı ve tekrarlara sığındığı da söylenebilir. Robin Hobb’un diğerlerine nazaran daha yeni olan Farseer serisi ise son dönemlerde okuduğum en iyi örneklerden biri.
Bu arada değinmeden geçmenin mümkün olmadığı bir yazar da Stephen King olacak. Uzun bir döneme yayılmış büyük anlatısı The Dark Tower (Kara Kule) asla geçiştirilecek bir eser değildir.
“Siyahlı Adam çölde kaçıyordu. Silahşor da peşindeydi.”
1970′lerde böyle tumturaklı bir başlangıç cümlesi ile yazılmaya başlanmış ve büyük badirelerle ve düzensizliklerle, çorak toprakların tozunu da sürüyerek 2005 yılında başlangıcı tekrar ederek biten bu seri okuyan hemen herkesi yeterince tatmin etmiştir sanırım.
The Stand, The Shining, It gibi korku hikâyeleri ile bütün dünyada çok okunan ve büyük bir hayran kitlesi ve servet biriktiren King, sonunda kapsamlı bir fantastik yolculuk anlatısıyla kendi yazarlık becerilerini de epey aşmış görünüyor. Aslında Kara Kule tam anlamıyla Tolkien sonrası fantastik kurgunun genel şablonuna uyum göstermez. Onun alternatif gerçekliği bizim gerçekliğimizden kopuk değildir. Bu anlamda kendisinin de bolca göndermede bulunduğu Oz Büyücüsü’ndekine yakın bir alternatif gerçeklik şablonuna sahiptir.
Stephen King gibi korku öyküleri yazan ama kendine özgü nitelikleri nedeniyle epik-fantezi diye adlandırılan; Book of Blood (Kan Kitabı) öyküleri ile korku edebiyatına yeni bir soluk getiren ve dilsel becerisi, özgün fantastik olgular ve yaratıklar kurgulayabilme ve bunları gerçeklik içine başarıyla monte etme yeteneğiyle Clive Barker da hatırlanmalı. Yine 20. yüzyıl vampir anlatılarının en tanıdık ismi olan Anne Rice’ı unutmamak gerek.
2003 yılında Hugo ve Nebula ödülü alan muhteşem bir fantastik edebiyat ürünü olan American Gods (Amerikan Tanrıları)’ın yazarı Neil Gaiman anılması elzem bir isimdir. Yıllarca çok ödüllü Sandman çizgi romanlarının metin yazarlığını yapan, Good Omens, Neverwhere, Stardust, The Graveyard Book gibi çok başarılı eserlere de imza atmış olan Gaiman, özellikle Amerikan Gods ile zirveye çıkmış görünüyor. Zorla ya da istekli olsun fark etmez, bütün bu göçmen insanların Amerika kıtasına ayak basma pahasını yitirdiklerine odaklanıyor metin. Yeni tanrılara neler kurban edildi ve edilmekte? Bütün bunlar üzerine görkemli bir ağıt…
Aslında daha önce bahsetmemiz gereken ama geç kaldığımız, imgelemi ve dünya edebiyatına ve kültürüne dair geniş dağarcığı ile insanı şaşkına uğratan bir yazara değinmek gerek. Jorge Luis Borges, cömert yazın hayatında elbette sadece fantastik eserler vermemiştir. Fakat klasik fantastiğin ardılı olan bir çok kısa öyküsü bu türe dahil edilmek durumundadır. Onun öyküleri büyük oranda kendine özgü niteliklere sahip. Sıkça tarihin yeniden yazımı biçiminde tezahür ederler. Özellikle kütüphane ve kitap imgesi ya da zaman algısına dair tuhaflıklar, labirentimsi örgüler Borges’in öykülerinde önemli bir yer tutar. Çok sıkı bir okuyucu olan yazarın denemeleri de pek çok tuhaf noktaya ışık tutmaları ile ilginçtirler.
Bu bahsi kapatmadan önce ayrıntılara hiç girmeden Micheal Ende, Ray Bradbury, Fritz Leiber, T. H. White gibi büyük yazarları da sadece anarak geçmek zorundayım.
Yeniden Tolkien sonrası modern fantastik edebiyata dönersek ve gözlemleyebildiğim mevcut problemlere bir bakacak olursak, öncelikle edebiyatın edebiyat dışı olgularla içli dışlı oluşuna dâir sorunlar göreceğiz. Fantastik edebiyat popüler olduktan sonra, Ed Greenwood adlı bir yazar hepimizin öyle ya da böyle farkında olduğu FRP denilen bir mefhumu ortaya çıkarttı ve ne yazık ki, sorunlarını da beraberinde getirdi. Bir masaüstü rol yapma oyunu konseptinin edebiyat alanından beslenmesi çok doğal elbette. Fakat özellikle TSR firmasının da katkısı ile fantastik edebiyat bu oyuna hizmet eden ikincil bir unsur hâline getirilmeye çalışıldı. Pek çok yazarın tuhaf bir biçimde katkıda bulunduğu Forgotten Realms, Dragon Lance gibi karma popüler fantastik anlatılar bu masaüstü oyunlara konu ve mekan sağlayan edebiyat ürünleri olarak pazarlandılar. Maalesef bu kitapların çok önemli bir yekûnu edebi kaygıdan çok uzak tecimsel ürünlerdir. Bu tür popüler dünyalara yazılan eserlerde yazarın bağımsız bir imgelemle yazabilmesinin önü ister istemez tıkanmıştır. Bir anlamda ısmarlama bir yazımdır meydana gelen şey. Aynı problem bir takım bilgisayar oyunlarının popülerliğinden beslenen Warcraft, Diablo serileri gibi iyice sulandırılmış anlatılar için de söylenebilir. Tabiî burada bu tür eserlere özel kin besliyor izlenimi vermek gereksiz, ama şu gerçek açıktır ki, bu tür kitaplar üstte saydığımız diğer başarılı eserlere oranla çok daha fazla rağbet görüyorlar ve bu durum okurda doğru bir fantastik edebiyat bilinci oluşmasına hiç yardımcı olmuyor.
Bu eserler asgarî kurgusal özgünlükten büyük oranda yoksunlar. Çoğu zaman hem daha başarılı ürünlerin hem de kendi düzeylerindeki kötü anlatıların kaba birer taklidi olmaktan öteye geçemiyorlar. Ciltlerce uzayıp giden ve niye yazıldığını kavramakta dâhi güçlük çektiğimiz bu başarısız öyküler fantastik edebiyatın edebî gelişimi açısından hem okur hem yazar bazında tekrar sorgulanmalıdırlar.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!