Arama

Yılmaz Güney - Tek Mesaj #5

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Temmuz 2010       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Yılmaz Güney6.jpg
Gösterim: 2619
Boyut:  77.7 KB

YILMAZ GÜNEY


Canım, sevdiğim, yüreğim
Bu duvarlar yetmiyor bizi ayırmaya bilesin
Bu parmaklıklar, bu demir kapılar, bu hava, inan
Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü,
Bazen bir serçe kadar güçsüzsem bir nedeni vardır
Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu.
Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi.
Güzel günler zorlu duraklardan geçer sevdiğim.
Damla damla birikiyor insan.
Damla damla sevgili...
Bir gün akıp gideceğiz hayata...
Duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin.
Benim yüreğim sensin şimdi, seni vurur durur...
Ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde.

Bu sıcak, bu tertemiz bakış; bu pazarlıksız ve içten tebessüm; bu başını hafiften yana eğen afil... dayım kokan bu adamdaki çekim gücü nereden kaynaklanır? Yılmaz Güney.. bizin sözcüsü, bizin savaşçısı...

Çocukluğumu büyüttüğüm Orta Anadolu kasabasının yazlık açıkhava sinemasında Yılmaz Güneyin filmi oynayacakmış. Gitmeyin sakın, bombalayacaklarmış! Kimsin sen? İçinde göründüğün, rol kestiğin filmin gösteriminin yapıldığı sinemaya bomba koymaya meylettirecek kadar, nesin? Sana karşı olanlar, aslında kendileriyle yüzleşmekten mi kaçarlar? Bir Yılmaz Güneylerinin olmasının verdiği hazzı bilmemek ve bu bilmemenin bıraktığı boşluk mudur, köşe bucak gizlemeye çalıştıkları içsel acıyı, çaresizliği büyüten? İnsan etrafını yakıp yıkarken, aslında içindeki çıkmazlara yol mu açmaya çalışır?

Daha çocuk çağlarımızda bile, bir Yılmaz Güneye sahip olmanın verdiği gurur ve bir tür tarifi yapılamayan güvendi koltuğumuzu kabartan; kendimize Yılmaz Güney edaları vererek yürüten, bakış attıran... belki de doğru yolda olduğumuz hissi ile iç huzuru veren, onunla özdeşleştiren.

Kendimi bildiğim ilk dönemlerimden, çocukluğumdan beri, efsane sözcüğünün karşılığı olan adam.. sevginin ve saygının harmanlandığı, gıptayla cilalanan bir duygunun vücut bulduğu.. adının anıldığı yerde, bir başka, ona özgü dalganın dolandığı mit: Yılmaz Güney!

Murat Belgenin yaptığı değerlendirmede olduğu gibi, Parlak bir sinemacı ve sanatçı, hiçbir zaman amatörlüğün ötesine geçememiş bir 'siyasetçi'; her şeyini kitlelerle paylaşmaya can atan bir 'biz' ve çıkardığı dergiye 'Güney' adını verecek kadar bireyci bir 'ben'; dünyanın sosyalizm öncesi popülist başkaldırmacı kahramanına denk düşen bir mizaç ve tarihi maddeciliğin teorik inceliklerini kavramaya hayati önem veren bir akıl; silah ve eylem ve mertlik dünyasının korkusuz bir savaşçısı ve insanları barışa, sükunete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş. Bütün bunların sonucunda mutlak bir yalnız adam... Yine Yalçın Küçük, bir sosyaliste küçük bir örnek verirken, mahallenin genç kızını sıkıştıran birkaç serseriye -dayak yeyip yemeyeceğini düşünmeksizin- müdahale eden adam olarak tanım getiriyordu. İşte Yılmaz Güney, aslında tüm bunlardı.
Yaşam Bir Dolambaçlı Yoldur

Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün'dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve başeğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında (1 Nisan -bn), Türkiye'de, bir güney şehri olan Adana'nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma yazma bilmezdi... Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da hiç okula gitmemişti. 1976'da ben Kayseri Cezaevi'ndeyken öldü. Mezarını göremedim...

Dokuz yaşından sonra hayatını çalışarak kazandı. İlk işi dana gütmekti. Ailesinin maddi zorlukları nedeniyle öğrenimi sırasında pamuk işçiliğinden, gazoz ve simit satcılığına kadar birçok işte çalışmak zorunda kaldı. Ortaokul ve Lise öğrenimini Adana'da tamamladı. Lise yıllarında, bisikletiyle sinemadan sinemaya on altı milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya ilk adımını attı. "Sinemayla karşılaşmam 13 yaşındayken oldu. Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk. Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemalarda. Mesela bir Galatasaray Sineması vardı, çok güzeldi. Önünden geçer bakardık ama çok lükstü gitmeye korkardık. İstesek parasını verip girebilirdik. Ama ne kıyafetimizi ne de yapımızı uygun görürdük o sinemaya"

Sinema sektörüyle ilk kez Kemal Film ve And Film şirketlerinin bölge temsilciklerinde çalışarak temas kurdu. And Film'de pursantaj memurluğu yaptı. Lise ikinci sınıftaydı; görevi nedeniyle yakın illerde sinemaları dolaşıyordu. Bu dönemde ilk öykülerini verdi. Nihat Ziyalan ve Özdemir İnce ile bu dönemde tanıştı ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlanmaya başladı.

1955 yılında liseyi bitirmesinin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu; Adana'ya döndü ve Dar Film'de çalışmaya başladı. Sinemaya daha yakın olabilmek için A.Ü. Hukuk Fakültesinden ayrıldı ve İ.Ü. İktisat Fakültesi'ne kaydoldu; Adana'da pursantaj memurluğunu yaptığı film şirketinin İstanbul bürosunda çalışmaya başladı. bu dönemde sinemaya ciddi olarak adım atmasını sağlayan Atıf Yılmaz ile tanıştı ve onun asistanlığını yapmaya başladı.

Çirkin Kral


Yeni bir süreç başlıyordu... Çirkin Krallık süreci. Atıf Yılmaz ile çalışmaları onun krallığının temellerini oluşturacak ve sürecin sonunda bu kavruk halk adamı, haklı bir ün elde edecekti.

Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinde senaryo yazarı ve oyuncu olarak da katkıda bulundu. Karacaoğlanın Karasevdasında da yönetmen yardımcılığına kadar yükseldi ve böylece ilk kamera arkası görevlerini aldı; senaryocu, oyuncu ve yönetmen yardımcısı olarak çalıştı. Oyuncu ve senaryocu olarak hızla sivrildi. Dönemin siyasal öğrenci hareketlerinin içinde yeraldı; hem sol ile temasını artırdı hem de sinemayla ilişkisi daha üretken bir zemine doğru yol aldı. Bu dönemde senarist Vedat Türkali, yönetmen Atıf Yılmaz ve asistanı Yılmaz Güney diğer öğrencilerle olayları filme çekmenin yollarını araştırmışlardı. Bu arada Yeni Ufuklar ve On Üç dergilerinde de öyküler yazdı. On Üç adlı dergide 1956 yılında yayınlanan Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 1961 yılında hapse mahkum edildi ve film setinden alınıp götürüldü.

Belki inanılmaz gelebilir ama, ceza almasına neden olan öyküdeki şu paragraftı: "İğrenerek baktı -iyice iğrenememişti-. Yüzü daha bir buruştu. Yapmacıklı bir sinirle Siz böylesiniz işte dedi. En iyiniz bile böyle. Kendi çıkarlarınız için neler yapmazsınız. İşçiymiş. Basit bir işçiymiş -seyircilerin durumlarını da görmek istiyordu ben bir işçiyim. Beni basit görmezsin değil mi? İşine yararım. Keyfini getiririm; doğru değil mi söylediklerim? -söyledikleri doğruydu. Birinci şahıs doğru demiyordu-. Ah domuzlar sizi. Bir gün hepinizin topunuzu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman."

Öğrenimi yarıda kalmıştı. Birbuçuk yıl cezaevinde kaldı; Aralık 1962de hapis cezası sona erdi ve 6 aylık Konya Sürgününe gitti. Boynu Bükük Öldüler adlı romanı bu dönemin ürünüdür. Güney, cezaevi günlerini hep biriktirme, yeni projeler için yoğunlaşma ve siyasal bilincini olgunlaştırma yönünde değerlendirdi. İlk kez hapse giren Güney, hayatının muhakemesini yaptı, kendini yeniledi ve düşünsel yapısını geliştirdi. Kendisine bir misyon biçti, bunu nasıl gerçekleştireceğinin hesaplarını yaptı. 1963'ten itibaren yaptığı filmlerde oyuncu olarak giderek artan bir popülarite kazandı ve beyaz, temiz yüzlü jönlerin saltanatını yerlebir etti. Yılmaz Güney bu dönemde genellikle karşımıza çıkan Anadolu Çocuğu karakterinin ezilen, aşağılanan, yenilen, hor görülen ancak suskun kalmayı kabul etmeyen, baskıcı otoriteye direnen, sonunda isyan eden ve başını dik tutan yapıdaki kişilerini yansıtıyordu. Bu durum, bu tiplerle kendini özdeşleştiren kesim tarafından kolayca sevildi. Ancak bu dönemin filmleri genellikle Yeşilçam kalıpları içinden çıkamadı.

Çirkin Kral adı ve miti bu dönemin eseridir. 1964'te rol aldığı 10 Korkusuz Adam filminde hiç konuşmayan, sürekli arka cebinde taşıdığı konyağı içen bir ayyaşı canlandırdı. Bu rol, filmde fazla bir önem taşımadığı halde, Yılmaz Güney'in göründüğü sahnelerde sinema salonları inlemişti. Böylece Yılmaz Güney bir mitos haline gelmeye başladı ve senarist ve oyuncu olarak birçok filmde görev aldı. Bu dönemde öyküsünü kendisinin yazdığı ve Lütfi Akadın yönettiği Hudutların Kanunu adlı filmdeki doğal ve abartısız oyunculuğu gerçeklikten son derece uzak Yeşilçam Sinemasında da bir farklılaşmanın başladığının göstergesidir. Gerçek anlamda ilk kez 1967de yönetmen koltuğuna oturan Yılmaz Güney, 1968 yılında önemli sayılabilecek ilk filmi Seyyit Hanı çekti. Doğu topraklarındaki bir sevda öyküsünü anlatan bu film, üslubu açısından olumlu tepkiler aldı. Hemen ardından Aç Kurtlar ve Bir Çirkin Adamı çekti. Hudutların Kanunu ve Toprağın Gelini ile başlayan Seyyit Han ile işaretini veren bu süreçten çıkışın en anlamlı meyvesi ise sinemamızın en önemli yapıtlarından biri olan Umut oldu.

1968'de askere gitti ve 1970 Nisanında döndü; film çalışmalarına başladı. Umutu çekmeye başladı. Umut, eski faytonu, gücü dermanı kalmamış atıyla kalabalık nüfuslu ailesini geçindirmeye çalışan, ağır yaşam koşullarının zorlamasıyla giderek çıkmaza giren, bir trafik kazasında atını kaybettikten sonra önce faytonunu, başarısız bir soygun denemesinin ardından da elinde neyi varsa satan, sonra da define aramaya koyulan Cabbarın öyküsünü anlatıyordu. Güneyin kendi yaşamından da izler taşıyan bu film, öykünün durduğu yer ve anlatımının gerçekçiliği bakımından çizgisini hemen belli etti. Ben, oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyordum. Zaten olamazdım ki. Ben zaten kendimi oynuyordum. Şöyle bir durum var: Yaptığım bütün filmlerde benden bir parça vardır.

Sansür kurulu tarafından yasaklanması ertesinde Danıştay kararınca gösterime giren Umut, burada olduğu kadar, yurtdışında da ilgiyle karşılandı. Umut, çıkışı olmayan mutsuz çabaları gerçekçi bir biçimde betimledi. Bu filmi ile Antalya Film Festivalinde en iyi oyuncu ödülünü (Altın Portakal); Adana Film Festivalinde en iyi oyuncu ve en iyi film ödüllerini (Altın Koza) aldı. Tabiri caizse, Türk Sinemasında yer yerinden oynadı. Umut, Yılmaz Güney'in başyapıtlarından biridir. Ayıca Türkiye'de devrimci sinemanın da ilk ve en iyi örneklerinden biridir. Bu filmi, Acı, Ağıt, Baba, Arkadaş ve Endişe takip etti. 1971 yılında üç filminin birden (Ağıt, Acı ve Umutsuzlar) Adana Altın Koza Film Şenliğinde dereceye girmesi, böyle bir şeyin ilk olması bakımından ilgi çekicidir.

Devrim ve Sanat


Bilinçli bir şekilde toplumsal sorunlarla uğraşmaya başladığı oranda sansürle de başı ağrımaya başlamıştı. 1972 yılında Mahir Çayan ve arkadaşlarına yardım ettiği için tutuklandı. Ancak bu kez, dünyada tanınmış bir sinemacı olarak büyük bir desteği arkasına aldı. Boynu Bükükler adlı romanını yeniden yazıp Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımladı. Kitap, 1972 yılında Orhan Kemal Roman Ödülünü kazandı. Siyasal bilincinin gelişiminin sonuçlarını tutukluk döneminin bitmesi sonrasında çekmeye başladığı, bir başyapıt sayılan Arkadaş filminde ortaya koydu. Birbirinden uzak düşen iki üniversite öğrencisinin, aralarındaki toplumsal uçurumların farkına varmaları ve ilişkilerinin giderek zayıflamasının anlatıldığı film, ülkemizdeki kültür şokunun da bir belgesi gibidir. Büyük ilgi gören ve tartışılan bu film Çirkin Kral'ın kendisiyle olduğu kadar Çirkin Kralcılarla da hesaplaşması anlamına geliyordu

Bu filmiyle Yılmaz Güney, Sınıfsız bir dünyanın gerçekleşmesi yönünde tarafını belirlemiştir: ...kendimi anlatmalıyım. İki yılı aşkın cezaevi günlerinde, düşüncelerim tek bir noktada toplanmıştır: Demokratik Halk Devrimi. Başta işçi sınıfı ve köylülük olmak üzere, tüm emekçi kitleleri, aydınları, sanatçıları, küçük iş ve mülk sahiplerini ekonomik toplumsal ve siyasi kölelikten kurtuluşa götürecek Bağımsız Demokratik Yeni Türkiye'yi kuracak ve sosyalizme götürecek Demokratik Halk Devriminin gerçekleştirilmesi ve devrim sürecinde birey olarak bana düşen görevlerin berraklaştırılması temel düşüncem olmuştur. İşte ben, bu hayati görevlerin üstesinden gelebilmek, eksikliklerimi giderebilmek umuduyla inançlı bir çalışmaya verdim kendimi. Atacağım her adım emeğin nihayi kurtuluşu fikrine, yani sınıfların kendini ortadan kaldıracağı, devletin kendisini tüketeceği, söndüreceği bir dünya fikrine hizmet etmeliydi. Kurtuluşun önümüzdeki aşaması olarakta Demokratik Halk Devrimi fikrine ve mücadelelerine hizmet etmeliydi. Bu amaçla sinema alanında, iki yılda altı film yapmayı planlamıştım. 'Arkadaş' bu düşüncenin ilk ürünüdür... (25 Haziran 1976)
Son düzenleyen Safi; 22 Eylül 2016 02:51