Arama


Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
7 Kasım 2010       Mesaj #38
Avatarı yok
Yasaklı

Kur'an da Dünya Dışı Yaşam


Kur'anı Kerim'de UFO'larla temastan söz ediliyor mu? Bu ilahi metinde, günümüzün en ilginç sorunlarından biri olan UFO ile ilgili mesajlara yer verilmiş miydi? Genelde Kur'an etrafında yapılan çalışmalarla buna hemen 'evet' demek mümkün değil... Kur'an'da bizden başka varlıkların mevcudiyeti söz konusudur ama bizim 'uzaylılar' diye tanımladığımız, metabolizmaları bizimkine benzer yaratıkların varlığından açıkça söz eden ayetler var mıdır? "Uzayda canlılar var mı?" diye bir din adamına veya Kur'an yorumcusuna bir soru yöneltseniz alacağınız cevap hemen 'evet' olacaktır... Çünkü Kur'anı Kerim, insanlardan başka, en az dört türden bahsediyor. Bunlar melek, cin, şeytan ve ruhanilerdir. Kur'an'a göre bütün bu türler bizim dünyamızın da içinde yer aldığı evrende yaşıyorlar. Ve hatta bizim mekanlarımızı bizimle paylaşıyorlar. Ancak, yapılan izahlar Işığında, bu türlerle bizim metabolizmamız arasında bir benzerlik kurmak mümkün değildir. Bununla birlikte, bu soyut varlıkların hemen hepsinin 'temessül' yani başka bir form içinde görünebilme yetenekleri vardır.

Bizim aradığımız, metabolizma bakımından bize tam olarak benzemese bile bize yakın olan formlardır. Peki kutsal kitabımızda, böyle bir varlıktan söz ediliyor mu? Bunun cevabı şüphesiz "evettir. Kur'anı Kerim bu türlerin dışında bir de "Dabbe" den söz eder. Dabbe kelimesi, daha çok canlı, şuurlu ve kendi arzusuyla yer degiştirip yürüyebilen ve yeme içmeye ihtiyaç duyan varlıkları anlatır. metabolizma açısından cinden de melekten de şeytan'dan da farklıdır. Nitekim bu kelime daha çok hayvanlar ve insanlar gibi beslenmeye ihtiyaç duyan varlıkları kapsamına alır. Dabbe'nin tariflerini de yine Kur'an'da bulabiliyoruz.

Evrende yalnız varolmak için yaratılmadık
Çok eski bazı rivayetlerde, insan neslinden önce Nesnas denilen bir türün, yeryüzünde yaşadığı, o dönemde, yeryüzünün gerçek sahipleri olan bu varlıkların, aynı zamanda 'hilafet' yani bugün insanın üstlenmiş olduğu Tanri'ya muhatap olma vasfı makamında bulundukları belirtiliyor. Fakat bu tür,zaman içinde istikametini kaybettiği için toptan imha edilmişler ve onların yerine cin taifesi atanmıştır. Sonunda Allah, meleklere ve diğer muhatap varlıklara, insan diye bir varlık yaratacağını ve onları yeryüzüne göndereceğini bildirince, Kur'an'ın yalın ifadesiyle 'cin', 'melek' ve "'şeytan diye anılan türler, insan türünün evrendeki dengeyi bozacağını ve uzun savaşlarla birbirlerini yok edeceklerini belirterek itiraz ettiler. (Bakara Suresi) Ama Allah onlara, 'sizin bilmediklerinizi de biliyorum' diyerek insanı yarattı ve dünyaya 'halife' tayin etti. Üstelik 'melek' dahil bütün varlıkları, Adem'e secde etmeye çağırdı. Bu, bir tür, üstün varlığı tayin etme seremonisiydi. Şeytan bu çağrıya uymadı ve insan türüyle her alanda savaşacağını dile getirdi. Kur'an'da geniş geniş anlatılan bu 'gaybi' hadise, aslında aynı zamanda, insan türünün evrendeki mücadelesinde başka varlıklarla da hesaplaşmak zorunda kalacağının açık bir kanıtıydı.

Demek insan, sadece kendisine 'müsahhar' edildiği emrine verildiği belirtilen tabiata hükmetme mücadelesiyle kalmayacak, kendi varlığını korumak icin, üstün formda yaratılmış varlıklarla da mücadele etmek zorunda kalacak... Kur'an'ın açık ifadelerinden anladığımız, bu mücadelenin cin ve şeytan taifesiyle verileceği yolundadır. Üstelik bu her iki türle yaptığı mücadele 'enfüsi' (içsel) bir mücadeledir. Yani liyakat ve kimlik mücadelesi... Oysa Mülk Suresi, açık açık, uzaydan saldıracak bir türden; uzaylılardan söz ediyor. Bunların özel kimlikler taşıyan varlıklar olduğunu ayet metninde yer alan 'men' sözcüğünden anliyoruz. Ayette geçen 'men fi'sSemai' ifadesinde men, kim sorusuna verilen cevaptır. Eğer bu ayet gökten başımıza inecek ilahi belalar veya bir yıldız çarpması olsaydı, 'men' yerine 'ma' kelimesinin kullanılması gerekirdi. Arapça'da 'men' ingilizcedeki 'Who' sözcüğünün karşıtıdır... "Ma'' ise 'that' sözcüğünün... Demek ki, uzayda bizimle teke tek karşılaştırılacak varlıklar vardır ve var olmalıdır.

Yedi dünya kavramı
Şimdi biraz da insanın ilk yaradılışından söz edelim. Bize, Kur'an'da anlatılan şey, Adem'in topraktan yaratılan ilk insan olduğudur. Adem, önce 'cennet'e konmuş, burada, bugün eşeysiz üreme diyebileceğimiz bir yöntemle ondan bir eş Havva yaratılmış ve daha sonra da işledikleri bir hatadan şehvetlerine mağlup olup, içinde yaşadıkları atmosferi kirletmelerinden dolayı 'aşağı' diye nitelenen dünyaya sürülmüştür... Kur'ani üslupla Adem ile Havva'nın, yani ilk atalarımızın hikayesi böyledir. Burada akla şöyle bir soru gelir; Adem ile Havva cennette idilerse dünyaya nasıl geldiler? Tabii ki hemen Allah'ın her seye muktedir olduğunu söyleyeceksiniz. Muhakkak ki Allah her şeye muktedirdir. Ama Adem'in cennetten çıkarıldıktan sonra tabi olduğu kanun, determinist ve sebep sonuç ilişkisine dayanan evrensel kanunlardır. Yani kudret yurdu sebep sonuç iliskilerinin geçerli olduğu evren olan cennet'ten çıktıktan sonra sebep sonuç ilişkilerinin geçerli olduğu 'hikmet yurdu'na eşyanın oluşumunda sebep gerekliliğinin ortadan kalktığı evrene geçti Burada her şeyin bir vasıtası olmalıydı. Dolayısıyla, cennetten çıkarıldıktan sonraki maceralarını akıl yoluyla izah edebilmemiz gerekirdi. Çünkü eğer cennet bu dünya üzerindeyse, sürülme nasıl gerçekleşmişti? Daha da önemlisi, eğer Adem ile Havva atmosferimizin dışındaki bir yerden dünyaya gelmişlerse, zarar görmeden atmosferi nasil geçtiler. Ve niçin ayrı ayrı yerlere düştüler... Sonra ayrı ayrı yere düştükleri halde buluşma noktasını nasıl bildiler? ve nasıl birbirlerini buldular? Ve hangi vasıtalarla yön tayini yaptılar.?

Herhalde Adem ile Havva'nın atmosferi oluşmamış bir dünyaya gönderildiklerini iddia etme şansımız yok. Çünkü Rahman Suresi'nde Cenabı Hak, yerkürenin insanlar için nasıl hazirlandığını safha safha anlatır...

"Semayi yükseltti ve ona ölçü koydu. Sakın bu ölçüleri bozmayın. Siz de bu dengeleri koruyun ve dengeleri zorlamayın. (Ve sonra) yeri 'Enam' için yaşanabilir kıldı. Onda meyve ve salkımlı hurmalar var. Yapraklı taneler ve hoş kokulu meyveler var. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Ve insanı fokurdayan balçıktan yarattı"(Rahman Suresi,714)

Burada kastedilen 'sema' tefsirlerde iki anlamda kullanılır; atmosfer ve gökyüzü. Her ikisi de belli ölçekler ve mizanlar üzerine kuruldu. Bu 'ölçü' kavramıyla hem uzayın ruhunu teşkil eden müthiş denge kastedilir, hem de atmosferi teşkil eden hava küresinde yer alan gazların gramajları kastedilir. Azot, gazlar ve oksijenin dağılım ve miktarları insanın varlığını en iyi şekilde sürdürebilmesi için gerekli miktarlarda tutulmuştur. Böylece atmosfer toprak kökenli varlıkların yaşamasını sağlayacak duruma getirildi. Bu iki ayetin hemen devamında gelen iki ayet çok ilginç bir ikaz taşımaktadır. Cenab'ı Hak, insanı, 'dengeleri bozmamak' hususunda uyarıyor ve ölçüyü elden kaçırmayın" diyor. Çünkü insanın bir özelliği de bozmaktır.

Adem ve Havva nereden geldiler?
O yüzden, Allah, ancak bugün, yani yaptığımız ölçüsüzlükler ve ürettiğimiz zararlı gazlar yüzünden ozon tabakasının delinmesiyle anlayabildiğimiz bir konuya dikkatimizi çekiyor. Atmosferdeki dengeyi bozabileceğimizi, bunun da sonumuzu hazirlayacağını hatırlatıyor. Ve bu dengelerin korunması konusunda insanı uyarıyor... Birinci sırada atmosferin yaratılması, yani aşırı sıcaklarla yerkürenin tabiatında bulunan buharların yükselip atmosferi oluşturması, ikinci etapta, bu atmosferdeki gazların insan tabiatına uygun miktarlarda düzenlenmesi, üçüncü etapta da yeryüzündeki bitki örtüsünün insan ihtiyacına göre ayarlanması... (Rahman Suresi'nin üçüncü ayetinde dev ağaçlardan ve ormansı otlaklardan bahsedilir. Ala Suresi'nde ise bu dev otlakların yerin dibine geçirilerek onlardan akışkan bir sıvının yani petrolün var edildiği hatırlatılır) Nitekim. önce dev otlaklar, ardından meyve agaçları ve taneli bitkiler ve nihayet nazenin varlık olan insanın dünyaya teşrifi.... "Biz insanı fokurdayan balçıktan yarattık" diyerek Cenabı Hak, balçıktaki kimyasal aktiviteye dikkat çeker.

Sonuç olarak insan yerküreye indirildiği zaman yerkürenin onu dışardan gelecek meteor ve yabancı cisimlere karşı koruyacak atmosfer gibi bir koruyucusu vardı. Peki öyleyse, Adem ile Havva, yine insanoğlunun yaşadığı ama artık yaşanmaz hale getirdiği bir dünyadan, bir uzay aracıyla dünyamıza gelmiş olamazlar mı? Bizim neslimizin atası olan bu iki insan, bizim dünyamız gibi bir dünyadan geldiler dersek çok mu saçma olur?

Adem ile Havva, insan türünün bozgunculuk ve fesatçılık özelliğinden dolayı, tükettikleri bir dünyadan uzaya atılmış iki kahramandı belki de... Pekala şöyle diyebiliriz; milyon milyon yıl önce, bu evrenin bir başka aleminde, belki de bugün aşırı sıcaklar sonucu yaşanmaz bir hale gelmiş ama hala hayat izleri taşıyan Mars'ta yaşayan insan nesli, kendi yanlışları ve güneşin genişleyen sıcaklık halesi sonucu artık o gezegende varlığını sürdüremez hale geldi. Ulaştıkları teknolojiyi, türlerinin devamını sağlamak için kullandılar. Seçtikleri bir çifti, kapsüle koyup, buzul çağından henüz çıkmakta olan dünya gezegenine firlattılar. Gemilerinin adi 'Fülki'lMeshun' (hayat . için gerekli her türlü kaynağı içinde barındıran gemi, uzay gemisi, denizaltı vs. gibi) idi. Nitekim Kur'an'da bir iki yerde Cenabı Hak, "Zürriyyetiniz'i Fulki'l-Meshun ile tasdik" buyurur. Ve ona benzer daha nice gemi yarattığını hatırlatır... Bu geminin zahiri veya tarihi karşıtı Nuh Tufanı'nda kullanılan; Cebrail'in (o en büyük melegin adıdır, ileride melek kelimesi üzerinde de duracağız) talim ve gözetimi altında inşa edildiği belirtilen gemi olmakla birlikte bundan pekala yıldızlar arası seyahat eden bir gemiyi anlamak da mümkün. Çünkü. Kur'an 'atalarınızı' demiyor 'zürriyyetinizi' diyor... Bu ifade bizim neslimizin akibetinden de haber verir gibidir. Belki, bizim neslimiz de, yaşadığı dünyayı yaşanmaz hale getirdikten sonra, hayat belirtisi tesbit ettiği buzul çağından yeni yeni çıkan bir gezegene neslinin örneklerini gönderecektir. Tabii, yaşayan insan nesli son nesil değilse... Çünkü bazı kaynaklarda, şu anda dünya üzerinde yaşayan neslin insan ırkının 13. versiyonu olduğu ve insan irkının bugüne kadar, en az altı dünya tükettiği belirtilir. Bediüzzaman Saidi Nursi, "işaratü'li'caz" adlı tefsir denemesinde, Bakara Suresi'ndeki "O Allah ki, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi ve onu 7 uzay halinde düzenledi. O, her şeyin gerçeğini bilendir" ayetini yorumlarken, 'Yedi' kelimesi üzerinde uzun uzadıya durur ve bu ayetten, "Yerküremiz gibi atmosferi bulunan yedi dünyayı anlamanın" mümkün olabileceğini hatırlatır... Demek ki, biraz cesur bir yorumla, yedi dünyadan ve üzerinde yaşayan insansı varlıklardan söz etmek pek de akıl dışı olmayacak.

Uzayda yaşam var mıdır?
Uzayda melek ve ruhanilerin varlığı, yeryüzünde insan ve hayvanların varlığı kadar kesindir, denilebilir. Kur'anı Kerim, bu gerçeği sayısız ayetlerde anlatır. Çağdaş bir kelamcı ve çağımızın en orjinal Kur'an yorumcularından olan Saidi Nursi, "Sözler" adlı eserinin 33. bölümünden birini tamamen, 'Melekler, ruhaniler ve uzayda hayat' konusuna ayırmış. 29. Söz'ün tamamında bu meseleyi ıspat etmeye çalışmıştır... Burada dikkatimizi en çok çeken bir cümle var ki, bu çalışmamızın da kalbini teşkil ediyor. Ona göre, çok değişik cins ve türdeki uzaylıların tamamı, Kur'an tarafından 'Melek' ve 'Ruhani' diye isimlendirilmişlerdir... İlerde melek ve ruhani kelimelerini ele aldığımızda göreceğiz ki, melek nisbeten nesnel varlıkların, ruhani tamamen soyut varlıkların adıdır... Şimdi, Saidi Nursi'nin, Kadir Suresi'nin "O (gecede) melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler" mealindeki ayetinin yorumunu yaptığı bölümden bir pasaj aktaralım..

"Hakikat katiyyen gerektirir ve hikmet kesinkes ister ki, yeryüzü gibi, uzayın da hem de bilinçli sekeneleri (oturanları) bulunsun... Ve o sekeneler yaradılış bakımından oturdukları yıldızlara uygun yaradılışta olsun. Kur'an bütün bu yaratıkları melek ve ruhaniler diye isimlendiriyor...

Evet işin gerçeği bunu gerektiriyor. Uzayda bizim gibi bilinçli canlılar var ve olmalıdır... Nitekim, dünyamızın, küçüklüğü ve basitliğine rağmen bilinçli yaratıklarla dopdolu olması ve üstelik zaman zaman boşaltılıp yeniden doldurulması bize şu gerçeği açıklar; yıldızlarla ve burçlarla bezenmiş uzay da şuurlu ve idrak sahibi yaratıklarla dopdoludur... O yaratıklar da, tıpkı insanlar ve cinler gibi şu muhteşem kainatın seyircileri, gözetleyicileri ve yorumcularıdır... Uzayın yapısı, niceliği ve niteliği, böyle yaratıkların varlığını gerektiriyor, zorunlu kılıyor.

Evrenin bu muhteşem varlığı çaplı ve geniş bir tefekkürü, onu tam anlamıyla kavrayacak bir kulluğu gerektirir. Oysa insanlar ve cinler, bu tefekkür ve kulluğun milyonda belki birini bile yapamıyorlar... Bu muhteşem yaradılışı daha üst bir şuurla temaşa edecek ve onun Yaratıcı'sına karşı şükranlarını sunacak daha üstün formda yaratılmış varlıklara ihtiyaç vardır... Meleki ve ruhaniler de bunlardandır...."
"Bazı hadislerin bize verdiği işaretlerden şunu anlıyoruz ki, bu yaratıklar, uzayda başıboş gibi görünen seyyar cisimleri meteor,bulut ve tanımlanamayan sair uçan cisimleri yıldızları karanlıkta hizla akıp gittikleri için yıldız şeklinde algıladığımız UFO'ları da bu çerçeveye sokabiliriz Binek olarak kullanıp evrenimizde olup bitenleri temaşa ediyorlar... O varlıklar, bu seyyarelere hızla akıp giden, görünüp ve bir anda yok olabilen şeylere binerek, yaşadığımız şu nesnel dünyayı gözetlerler. Bineklerinin tesbihatını yaparlar..." (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, Mukaddime.)

(Burada Seyyare kelimesine küçük bir not düşelim. Teyyare, uçan kanatlı nesnelere verilen isimdir. Seyyare ise, uçmaktan çok son derece büyük bir hızla akıp giden kanatsız vasitaları anlatmaktadır... Her ikisi de 'binek' diye anılmaktadır. Acaba, UFO'ya yani ingilizce 'deki, Tanımlanamayan Uçan Cisim'e tek kelimelik bir isim verilmek islenseydi Seyyare'den uygun ne bulabilirdik?) Yukarıda Saidi Nursi'den aldığımız metinde bir tek şey yaptık. Bilinen klasik ifadelerin yerine mesela, sema yerine uzay, şuur yerine bilinç gibi günümüzde kullanılan kelimeleri yerleştirdik. Ve gördük ki. "pekala uzaylılar var" ve üstelik bizi gözetliyorlar... Hatta bir hadiste peygamberimiz, "Cennet ehli, 'yeşil kuşların 'cevf'lerine binerek cennet yurdunu gezecekler" diyor... Arapça'da 'tare' 'uçtu' demektir. Tayr' ise uçan şeye verilen ad. Eh geçmişte bir tek kuşlar uçtuğu için de Kur'an'da ve hadiste 'tayr' kelimesinin geçtiği her yerde bu kelime 'kuş' olarak isimlendirilmiş..., Kur'an'ın belirttiğine göre Hz. isa, imana çağırdığı insanlara şöyle diyordu; "Ben size çamurdan kuşa benzer bir sey yaparım. Sonra ona kendi ruhumdan üflerim yani enerji yüklerim o da Allah'ın izniyle uçar" diyordu... Demek ki. her uçan kuş değildi ve her 'tayr kelimesiyle ifade edilen şeyin illa da kuş olması gerekmiyordu... Cevf ise. "boşluk, çukur, oyuk, iç boşluk' anlamındadır. Eğer siz 'tayr' kelimesinin yerine 'uzay aracı' veya 'uçan cisim':'cevf kelimesinin yerine de 'pilot kabini' kelimelerini yerleştirirseniz, yukarıda bahsi geçen hadisi, "Cennet halkı, yeşil renkli yeşilin, temiz bir çevrenin sembolü olduğunu unutmayalım uçan araçlara binip kabininden cennet yurdunu temaşa ederler" şeklinde tercüme edebilirsiniz. Tuhaftır bu hadis, nedense bana hep Jetgiller'i hatırlatmıştır... Öyle ise çıkıp, evrenimizi bizimle paylaşan uzaylılar vardır ve bunlar kullandıkları 'seyyarelerle (UFO'larla) bizi temaşa ediyor yani izliyor ve hatta, bozgunculuğumuzu önlemek ve dünyamızı korumak için bizi gözetliyorlar dersek, abartılı bir ifade kullanmış olmayız...

Bir itiraz ve izafiyet...

"Uzaylılar var" denildiği zaman hemen ileri sürülen bir itiraz var... Deniliyor ki, "Güneş sisteminde başka dünya yok. Bize en yakın yıldız grubu yani galaksi Andromeda'dır ve bize şu kadar milyar ışık yılı mesafededir. Bu kadar uzun bir mesafeyi nesnel varlikların aşıp gelmeleri mümkün değildir... Bu izah, daima ileriye doğru akmak üzere ayarlanmış insan mantığının bir eseridir. Oysa ışınlanma ve rölativite bu itirazları sonuçsuz bırakmaktadır... Kur'anı Kerim'de Hz. Süleyman'ın "gudvvuha üehrun ve revahuha üehrun' (gidişi bir ay, gelişi bir ay)" diye nitelendirilen bineği ile, Belkıs'ın tahtının, bir saniyenin de altinda bir zaman içinde Yemen'den bugünkü Kudüs'e ışınlanması bu itirazlara açık cevaplar veriyor. (Sebe' Suresi, 10. Ayet ve devamı) Guduv gidişi, revah gelişi anlatır. Kısacası Süleyman'ın bineğinin hızı, gidiş dönüş altmış gün/saattir. Kur'an'ın ifadesinde bir gün, bizim saydıklarımızla 1000 bin yıldır. Demek ki, Süleyman'ın bineğinin hızı 1.000 x 60 = 60 bin yıl/saattir. Bu da saniyede 1000 ışık yılı demektir.

İnsanın keşfettiği en büyük hız şimdilik ışık hızıdır. (Oysa tasavvufta 'nur hızı' denilen ve hayalden daha süratli olan bir hız birimi vardı.) Işığın saniyedeki sürati 300 bin kilometre olduğuna göre ki ışık uzayın bütün kavislerini ve bükeylerini tarayarak geçer Hz. Süleyman'a verildigi belirtilen bineğin hızı ışık hızından da yüksektir. Bu da akla bugünkü verilerin Işığında anlatacak olursak ışınlanma süratinin hızını gösteriyor. Çünkü, Belkıs'ın tahtı, göz kapayıp açıncaya kadar Yemen'den Kudüs'e taşınmıştır... Ve üstelik bunu da "Reculün indehu mine'l kitabi ilmün" (kitabı bilgilereki, bu tecrübi bilgileri de anlatıyor sahip bir adam) diye vasiflandırılan bir insan başarmıştı. Bu ifade, bize bilimsel çalışmalarla insanlığın varabileceği sınırları çok net olarak gösteriyor... Çünkü, bu işi yapmaya Cin taifesinden bir 'ifrit' de talip olmuştu. Ancak onun tanıdığı süre biraz daha uzundu. Yani 'ayağa kalkıp oturacak kadar' bir süre... Hz. Süleyman bu süreyi uzun buldu ve bugünün ifadesiyle teknolojik bilgiye de sahip olan yardımcısından talep etti ve taht bir anda hazır oldu... Belkıs, gelip de tahtını orada bulunca ona soruldu; "Bu taht senin mi?" Belkıs'ın verdiği cevap, bugün 'sanal gerçekçilik' diye nitelendirilen bilimin de ilk tanımı idi: "Sanki o !" Bugün sanal varlıklara ingilizce'de 'sanki o' denilmesi oldukça ilginç degil mi? Demek ki, bizim kendimizi ışık hızına hapsedip, onun üzerinde nesnel varlığın taşınmasını yadsımamız, sadece ve sadece bilgilerimizin henüz ilkellikten kurtulmamış olmasından kaynaklanıyor...

Bizim ışık hızına hapsedilmiş olmamız, başka yaratıkların da bu hıza hapsolunduğuna inanmamızı gerektirmez. Uzayda,elbette tabiatları yaşadıkları gezegenin tabiatına uygun dizayn edilmiş varlıklar vardır ve olmalıdır... Nitekim, UFO'lann varlığı nerde ise sabit olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nin, 1960 yılında başlattığı Apollo serisi uzay uçuşlarına "refakatçi" uçan cisimlerin eşlik ettiği, hem astronotların ses kayıtlarıyla, hem de çekilen resimlerle ıspat edilmiştir. Bilindiği gibi Ay'a ilk inen Apollo 14'ten çıkıp Ay'da yürüyen ve burada hatıra resmi çektiren astronotların arka planında iki UFO poz vermişti. Bu tarihi uzay yolculuğunun iki UFO'nun refaketinde gerçekleştiğini NASA çok iyi bilmektedir. Hatta hatırlarsanız, bu resmi basan Time dergisi tez elden toplatılmıştı. Keza astronotların ses kayıtlarında bu cisimlerden açık açık söz edildiği ve Ay'da son derece ahenkli esrarengiz bir müziğin duyulduğu haberi de o sıralarda basına yansımıştı. Burada, özellikle cinlerin 'temessül etme' (istediği forma girip, gözükme) kabiliyetinden haberdar olanlar diyebilirler ki, UFO'lar, cinlerin bir oyunudur. Bu pek de akla uzak olmaz. Cinler atmosfer içinde böyle görüntüler verebilirler. Ancak Apoilo 14'e refakat eden uçan cisimler atmosfer dışında bunu gerçekleştirmişlerdi. Demek ki, bunlar cinler olamazlardı...

Kavramlara yolculuk...
Dabbe; bu kelimeye öncelik vermemizin iki nedeni var. Birincisi, bu kelime ile kastedilen varlikların metabolizma olarak bize benzeyen varlikların kastedilmiş olmasıdır... Elmalılı Hamdi Yazır, "Hak Dini Kuran Dili" adli tefsirinde dabbe kelimesine su açıklamayı getirir; "Hafif, hissettirmeden yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve böcekler için kullanılır, içkinin vücuda yayılması bir çürüğün etrafına bulaşması gibi hareketi gözle tesbit edilemeyen canlılar için kullanılır..."Şu halde, tren, otomobil, bisiklet gibi. Şunu hemen hatırlatalım, bu tefsir yazıldığında bilinen mekanik yürüyücüler bunlardan ibaretti. Bunlara bugün robotlar dahil daha birçok eklemeler yapmak mümkündür.

Bununla beraber, "Allah her dabbeyi sudan yarattı. Onların bir kısmı ayaksızdır karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayaklıdır, bir kısmı dört ayak üstünde yürür...." (Nur suresi 24/25)" ayetinde zikredildigi gibi bütün yürüyen canlı türlerini' içine alır... ikincisi, dabbe diye nitelenen varlıkların yerde ve gökle bulunduğunun belirtilmesidir... Dabbe kelimesinin Kur'anı Kerim'de geçtiği yer Bakara Suresi'nin 164. Ayetidir. Bu ayette 'dabbe' kelimesiyle yeryüzündeki kuşlar hariç her türlü yürüyen canlılar kastedilmiştir...

ikinci 'dabbe' kelimesi ise Hud Suresi'nin 6. ayetinde geçer. Burada da yeryüzündeki dabbelerden söz edilir. Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur, ki, onların karar kıldıkları yeri de varacakları yeri de bilir. (Bu bilgilerin) hepsi Kitabi Mübin'dedir." Burada Kitabi Mubin'den maksadın ne olduğuna girmek konumuzun dışında kalıyor... Ayette "dabbe"nin "nekre" (belirsiz isim) olarak kullanılması çok ilginçtir. Bu ifade tarzıyla Cenabı Hak, ayette geçen dabbenin kesinlikle, "hayvan" tarifi içine girecek dabbeden olmadığına, onun bambaşka bir varlık olduğuna dikkat çeker. Asağıda tefsirini yapacağımız Nemi Suresi'nin 82. Ayeti, bu dabbeden maksadın ne oldugunu netleştirir... Dabbe tefsirlere göre, 'deprenip duran her tür canlı' anlamına kullanılmış. Ayette geçen "fi'lArdi" (yeryüzünde) ifadesi, tahsis için değildir. Yani bu kelimenin sadece dört ve daha çok ayaklıları değil, aynı zamanda iki ayaklı insan gibi varlıkları da kapsamına aldığını hatırlatmak içindir.

Bize benzeyen yaratıklar...
Diğer bir ilginç husus da bu ayetten hemen sonra, uzayı ve uzayın altı günde yaratıldığını anlatan ayetin gelmesidir. Dabbe kelimesi aynı surenin 56. ayetinde de geçer. Burada da benzer ifadeler kullanılır. Ancak bu sefer dabbe'nin mekanı belirtilmemiştir ve bütün yaratıkların Allah tarafından idare edildiği hatırlatılır... Şu ana kadar, 'dabbe' kelimesiyle yer arasında sürekli bir irtibat vardı. Ama aşağıda verecegimiz ayette 'dabb' yere has kılınmamış, aksine yer ile birlikte gökteki dabbelerden söz edilmektedir. iste bizi yakindan ilgilendiren ayeti Nahl Suresi'nin 49. ayeti net bir sekilde yer ve gök dabbelerinden bahseder. Dabbe kelimesiyle metabolizmaları bize benzeyen yaratıklarınn kastedildiğini bir kere daha hatırlatarak ilgili ayeti aktaralım: "Göklerde ve yerde mevcut bütün 'dabbeler' ve melekler dabbenin gök denince hemen akla gelen meleklerden ayrı tutulduguna hasseten dikkat etmek gerekir hiç büyüklenmeden Allah'a secde ederler" Yani onun emrine uyarlar...Burada özellikle dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir... Birincisi; Dabbe kelimesiyle metabolizmasi bize benzeyen, daha doğrusu elemental canlı yaratıklar zikredilmektedir... ikincisi, ilk iki ayette dabbe kelimesi 'dünya' ile sınırlı tutulduğu halde bu ayette 'gökteki dabbeler'den yani uzaylı diye niteleyebileceğimiz, şuurlu, bilinçli, insiyatif sahibi yaratıklardan söz edilmektedir... Üçüncüsü, 'dabbe' ile anlatılmak istenen canlıların, soyut varliklar olan 'melek'lerden farklı olduğunun hasseten vurgulanmış olmasıdır... Ve nihayet dördüncüsü, her topluluk gibi gök ve yer dabbelerinin de ilahi emirlere uymaktan baska çareleri olmadığı vurgulanır...

Casiye Suresi'nin 4. ayeti de ilginçtir. Bu ayette ise dabbe kelimesi, insanlardan ayrı tutulur ve şöyle buyurulur: "Sizin yaradılışınızda ve çoğaltıp yaydığı dabbelerde ibret almasını bilenler için deliller vardır." (Casiye, 4.)

Tefsirler, ayetin metninde 'yer' kelimesi geçmediği halde, bu çogaltılıp yayılan yaratıkları yer ile irtibatlandırmışlar. Oysa metin, "Ve fi halkikum ve ma yebussu min dabbetin" şeklindedir ki, "min" ile dabbeler içinde bir türe dikkati yoğunlaştırır. Bu türün "insan" kelimesiyle birlikte anılması da ona benzerliği ihtar eder. Aslında ayette insan kelimesi de geçmemektedir. 'Halkikum' kelimesindeki 'kum' zamiri insana bakar. Bu 'kum' zamiri, doğrudan insana baktığı ve çokluk ifade ettiği halde, Dabbe kelimesinin "min" ile tahsis edilmesi ve "nekre" (belirsiz) olarak kullanılması, ister istemez zihni, yeterince bilimeyen bir türe yönlendiriyor. 'Yabussu' kelimesi ile de bu varlığın seri bir sekilde çoğalıp yayılabildiğine dikkat çekilir ve geldik, 'dabbe' kelimesi konusunda bize en ilginç fikirleri verecek ayete... Nemi Suresi'nin 82. ayetinde insanlarla konuşacak dabbeden söz edilir ve bu kıyamet öncesinde görülecek bir türdür ki, insanlığa akıbetini söyleyecek... "Söz sabit olacağı zaman (yani kıyamet öncesinde), onlar için yerden bir canlı çıkarırız. İnsanlara, Allah'ın ayetlerini ve maksadını anlayamadıklarını söyler"

Kaynak:ufonet be
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 23 Haziran 2016 00:57