Romanda, bir aşk anlatılırken, aynı zamanda Sultan Abdülaziz dönemi Türkiye’sinden görüntüler de verilmektedir.
Meğer roman yazmak ne güç bir İşmiş! Saatlerdir iki cümleyi bir araya getiremiyorum. Oysa ki, kolay sanıyordum. Ben ki, ne kadar çok kitap okudum. Bunların etkisinde kalarak, hayatımın romanını yazmaya karar verdim. Çok müsvedde karaladım, baktım ki yazdıkça anlatmak istediğim konudan uzaklaşıyorum, ben kelimelere hakim olacağım yerde, onlar beni alıp sürüklüyorlar.
Evet, ben bu satırları yazan bin faciadan arta kalmış kırk beşlik, ellilik Münire kadın, “Ben otuz beş yıl, hep aynı erkeğin aşkı ile yanıp kavruldum” demekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum. Aslında, Cemil Bey’i ne zaman, kaç yaşımda sevmeye başladığımı da tam olarak bilmiyorum. Daha küçük yaşlarda, oğlan olsun, kız olsun onu bütün arkadaşlarımdan kıskanırdım. Bir gün, oyun esnasında Cemil Bey’i Sıdıka ile bir köşede sarmaş dolaş yakalayınca ne kadar üzülmüştüm.
Şimdi yerinde yeller esen yalımız, Baltalimam’na yakın bir noktada idi. Cemil Beylerin yalısı iki kapı ötemizde idi. İlk feracemi giyip onlara gittiğim gün, Cemil Bey’in annesinin “ne de yakışmış” diyerek sarılıp Öpmesini hiç unutamam.
Artık, Cemil Bey’le, sık sık görüşüyor, konuşuyorduk. Konuşmalarımızın seyri değişmiş, iki sevgili haline gelmiştik. Babamın farkında olduğundan haberim bile yoktu. Ölüm dahi, beni Cemil Bey’den vazgeçiremez diye düşünüyordum.
İlk Gönül Acılan:
Ancak, babam ölümden de baskın çıktı. Beni öyle bir baskı altına aldı ki, tel kafeste kuş gibi çırpınmağa başladım. Tek tesellim, Cemil Bey’in şarkı söylerken duyduğum sesi idi.
Cemil Bey, hayallerimin ve rüyalarımın tek nesnesi olmuştu. Bir gün rüyamda, Cemil Bey ile konuşurken, dadım üstüme geldi. Beraber sarılıp ağlaştık.