Bir Barış Kültürü Yaratmak
Hakların gerçeklik kazanması yalnızca bir siyasi çerçevenin tesisini değil, fakat aynı zamanda ve en az onun kadar önemli olmak üzere bir kültürel çatının varlığını gerektirir. Zira haklar, içerikleri bakımından ne denli evrensel olurlarsa olsunlar her zaman belli bir toplumda yaşayan ve belli bir tarihin ve kültürün izlerini taşıyan insanların hakları olacaklardır. Bu, hiç kuşkusuz barış hakkı için de geçerlidir. Dolayısıyla barış hakkının ahlaki ve siyasi boyutlarını gündelik hayata bağlayacak bir barış kültürünün kurucu unsurları ayrıca ele alınmalıdır.
Modern dünyada barış kültürünün gelişimi, öncelikle, bireysel haklar dizgesinin farklı kültürler tarafından içselleştirilmesine bağlıdır. Hakların farklı kültürler içerisinde hayat bulması, kültürlerin kendileri açısından dönüştürücü olacağı gibi, kültürler arası etkileşimi kolaylaştırarak yerel ve küresel ölçekteki barış ilişkilerine de dayanak sağlayacaktır.
Farklılıkların tanınması ve katılımı, bir barış kültürünün oluşumu açısından bireysel hakların içselleştirilmesi kadar asli bir nitelik taşımaktadır. Bir yandan insan grupları arasındaki farklılıkların savaş nedeni olabildiği, diğer yandan da savaşın farklı insan grupları açısından farklı tahakküm biçimlerini beraberinde getirdiği göz önüne alındığında, bir barış kültürü yaratmaya yönelik girişimlerin bazı noktalarda özellikle hassas ve dikkatli olması gerekmektedir. Öncelikle etnik, dinsel veya kültürel farklılıkların pek çok durumda kendileri bakımından bir çatışma veya savaş nedeni olmadığına, fakat bugün dünyaya hakim olan ekonomik ve siyasal sistemler tarafından birer çatışma kaynağı haline getirildiğine dikkat çekmek istiyoruz. İkinci olarak, farklılıkları bir araya getirmek adına onları soyut bir evrenselciliğin potası içinde eritmeye yönelik girişimlerden kaçınmak gerektiğini vurguluyoruz. Böylesi girişimler farklı insan gruplarının, özellikle savaş koşullarında kadın ve çocukların, spesifik bir temelde maruz kaldıkları baskı ve şiddet biçimlerini görünmez kılabildiği gibi; evrenselcilik kisvesi altında belli bir grubun diğerlerini dışlayacak şekilde ayrıcalıklı kılınmasına da zemin oluşturabilmektedir. Bu nedenle barış kültürü, farklı kültürel kimliklerin karşılıklı tanınma ilişkisi çerçevesinde, eşit hak ve onur ilkesi uyarınca birlikte yaşamasını içerir.
Bu unsurlardan oluşan bir barış kültürünün yaratılması, içinde yaşaya geldiğimiz ve tarihsel mirasını taşıdığımız çatışma kültüründen bütünüyle arınma yönünde bir inanç ve sorumluluk gerektirmektedir. Böylesi bir arınma kendi kendimizle, geçmişimizle ve bugünümüzle bir yüzleşmeyi; yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz şiddet olayları ve insanlık suçlarıyla tavizsiz ve koşulsuz bir hesaplaşmayı kaçınılmaz kılar. Bu çerçevede kendi toplumumuza baktığımızda, ortak yaşam kipini tahrip eden deneyimlerle hesaplaşamamış ve bu nedenle geleceği kurma kapasitesi büyük ölçüde zedelenmiş bir toplum görüyoruz. Eğer geleceği kurma kapasitemizi yeniden kazanmak ve barış içerisinde bir arada yaşama iradesini ortaya koymak istiyorsak, içinde bulunduğumuz coğrafyanın travmatik şiddet deneyimlerini besleyen ve özellikle Ermeni sorunu ile Kürt sorununun temelinde yer alan etnik ayrımcılıkla; inanç özgürlüğünü hiçe sayarak toplumsal vicdanda derin bir yara açan otoriter uygulamalarla; cinsiyetçilikle ve milliyetçilikle; ve bizi hem kendimizle hem de birbirimizle barışmaktan alıkoyan tüm dışlayıcı önyargılarla yüzleşmek zorundayız. Bu, kendi geleceğimizi ancak bir barış kültürü yaratarak kurabileceğimiz anlamına gelir.
Her kültür bir dil içerisinde doğduğu ve dil kültürün merkezi unsuru olduğu için barış kültürü, kendine özgü bir dil ve üslubu da beraberinde getirmelidir. Böyle bir kültür, hakimiyet ilişkilerini yansıtan, farklılıklara dair aşağılayıcı ve dışlayıcı ifadeler barındıran, değişik şiddet biçimlerinin sembolik olarak yeniden üretilmesini sağlayan ve böylece insan haklarının dayandığı temel moral değerleri yıkan bir çatışma dili içerisinde doğamaz. Dolayısıyla dilin dönüşümü, bir barış kültürünün olmazsa olmaz koşuludur. Ancak dil, hiç kuşkusuz, iradi kararlarla dönüştürülebilen veya kağıt üstünde yaratılabilen bir yapı değildir. Barış kültürünün ihtiyaç duyduğu bir dil ancak hayatın içinden gelebilir. Bir yandan yerel kültürler, diğer yandan da sokaktaki barış hareketi böyle bir dilin kendisinden devşirilebileceği somut kaynaklar olma özelliğine sahiptir. Hem kendi coğrafyamızda farklı inanışlarla biçimlenen insan topluluklarının yüzlerce yıl bir arada yaşadığı barış havzaları olduğunu hatırlayarak, hem de dünyanın her yerinden milyonlarca insan arasında bir ortak duyu yaratmayı başarmış olan barış hareketinin hayal gücünden beslenerek barış kültürünün dilini geliştirmeye ve zenginleştirmeye çalışmalıyız. Bu, barış hareketinin önündeki en acil ihtiyaçlardan biridir.
Nihayet, barış kültürünün oluşumuna katkıda bulunacak örgütlenmelerin bizzat bu kültürün değerlerini cisimleştirmeye inatla ve samimiyetle gayret ediyor olmaları gerekir. İç işleyişi bakımından hiyerarşik bir nitelik taşıyan; şiddet olayları, hak ihlalleri ve adaletsizliğin çeşitli biçimleri karşısında ilkesel tutum almaktan kaçınarak insan haklarının moral zeminini terk eden; dünyaya başkasının gözleriyle bakmayı denemektense herkesi kendi tikel pozisyonunu benimsemeye davet eden; ve tüm bu nedenlerle, savunduğu görüşlerin içeriği ne olursa olsun, aslında mevcut hakimiyet ilişkilerini ve çatışmacı kültürü kendi pratiklerinde yeniden üreten örgütlenmelerle bir barış kültürü yaratamayız.
O halde, hiç kimsenin herkes adına tek başına hareket edemeyeceği bir dünya için, herkes herkes için barışı isteme hakkına, gücüne ve sorumluluğuna sahip olmalıdır.
4. Barış Hareketi ve İnsan Hakları Hareketi
Irak işgali, bütün dünyada ve Türkiye'de kitlesel bir barış kampanyasının oluşmasına yol açtı. Bu, başlı başına bir kazanımdır. İnsan hakları hareketi ve barış hareketinin birbirini beslemesi açısından da önemlidir. Ancak bu moral verici ortamda dahi "barış" sloganının araçsal, taktiksel, konjonktürel, faydacı-pragmatik yönelimler tarafından daraltılma, içi boşaltılma zaafıyla karşı karşıya olduğunu belirtmeliyiz. Bu zaaf onların etkinliğini, inanılırlığını kısıtladığı gibi bizzat kendi ahlaki temellerini de zayıflatmaktadır. Barışın, barışı kendi başına asla önemsemeyen siyasi projelerin "kod adı" olarak kullanılması, bu ahlaki zaafın yaygın bir örneğidir. Bu zaafın aşılması etkin, saygın ve ilkesel bir insan hakları ve barış savunusunun önkoşuludur. İki hareket de birbirini bu yönden denetlemeli, eleştirmeli, yüreklendirmeli ve güçlendirmelidir.
Barış hareketi insan hakları hareketinin barışla ilgili taleplerinin içeriğini genişletmeye dönük bir meydan okumayı ifade etmektedir. İnsan hakları hareketi, savaş koşullarında bazı temel haklara ve insancıl hukuk kaidelerine uyulmasını gözetmeye odaklanırken; barış hareketi, barışın koşullarının sağlanması (inşası veya muhafazası) yönünde bir inisiyatife odaklanır.
Buna karşılık, barış hareketinin -salt savaşsızlık haline odaklanması nedeniyle- göz ardı edebildiği, sağlıklı ve sürdürebilir bir barışın güvenceleyecek eşitlikçi, özgür ve adil toplumsal ilişkilerin sağlanması, insan hakları hareketinin hassasiyetinin yüksek olduğu bir noktadır.
Buradan çıkarak rahatlıkla ileri sürebiliriz ki, her iki hareketin birbirlerinden öğrenecekleri çok şey vardır; dahası birbirini tamamlayıcı olmalarının gereği vardır. Unutulmamalıdır ki, barış hareketinin de insan hakları hareketinin de hedefi barışla ilgili kendi pozisyonlarını "steril" koşullarda muhafaza etmek değil; barışı kurmak, geliştirmektir. Barış talebinin ilkesel bir temele oturtulması arayışı, barışın temellerini güçlendirmeye dönük politik inisiyatiflerden alıkoymamalıdır. Barış talebi, kendi azami ilkesel çerçevesini tebliğ etmekten hiçbir zaman sakınmaksızın müzakere ve uzlaşılara açık, dahası bunlara yetenekli olmalıdır. Adem-i merkezi ilişki ağları çerçevesinde somut sorunlarla ilgili eylem birlikleri, barış hareketinin ulusal ve uluslararası tanınırlığa ve konvansiyonlara sahip olma ihtiyacını karşılamak açısından da işlevseldir.
Yaşam hakkının mutlak savunusunu ifade etmek bakımından (öldürmeyi ve bir misyon için ölmeyi reddetmek anlamında), vicdani red hakkı bir temel insan hakkı olarak benimsenmeli, meşrulaştırılması için çaba sarfedilmelidir.
Anti-militarizm Türkiye'de bir yalnızlık alanıdır; bu da barış hareketi ve insan hakları hareketi açısından yaşamsal bir sorundur. Militarizm, salt askeri sorunlarla ve orduyla sınırlı olmayan çok yaygın ve etkili bir hegemonyaya sahiptir; kanıksanmıştır, "normal" sayılmaktadır. Barış hareketinin ve insan hakları hareketinin, Türkiye'nin toplumsal ve politik analizine militarizm kavramını mutlaka ve her konuda dahil etmeye; bunun ötesinde kendi söylem, eylem ve yapılarının demilitarizasyonuna dönük radikal bir özeleştiriye (arınmaya) ihtiyacı vardır. İnsan hakları ve barış hareketleri, hiyerarşik, bürokratik-otoriter, merkezi yapılara itibar etmemelidir.
Militarizmi sorgulamanın, kapitalizmi sorgulamakla ilişkisi gözden kaçırılmamalıdır. Savaşların, ordunun ve silah sanayiinin, kapitalizmin tarihsel gelişmesinde ve yeniden üretiminde kilit bir işlevi vardır.
Barışın salt savaşsızlık hali olarak tanımlanmaması ve barışçı etkinliklerin salt fiili veya yakın savaş tehlikesi anında yürütülecek etkinlikler olarak düşünülmemesi için, barış ve insan hakları hareketlerinin pozitif bir barış söylemi geliştirmesi gereklidir. Barış, korunması, "kurtarılması" gereken bir durum olarak değil, inşa edilmesi gereken bir süreç olarak kavranmalıdır. ABD'nin saldırganlık stratejisinin adını tersine çevirerek, bu çerçevede "önleyici barış" kavramını ortaya atabileceğimizi düşünüyoruz.
Bu bağlamda bizler için acil mesele, Kürt Sorunudur. Bir zamanlar OHAL bölgesi olarak tanımlanan bölgedeki 15 yıla yakın süren ve düşük yoğunluklu çatışma olarak tanımlanan olay, barış hareketi açısından, açıkça bir savaş haliydi. Bu savaş ortamı her iki taraf açısından da, nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir "çözüm" üretememiştir. Savaş halinin yol açtığı önemli bir yıkım da Kürt nüfusunun barışı kurma açısından özellikle inisiyatif alabilecek donanımlı unsurlarının yok edilmesine yol açmış bulunmaktadır. Öte yandan bazı illerde halen kitlesel ölçekte korunmakta olan koruculuk uygulaması, savaş mekanizmasının kronikleştirilmesi ve yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir.
Barış hareketi, Güneydoğu'daki kırılgan, güvensiz gûya "barış" halinin sağlıklı bir barış ortamına dönüştürülmesi için projeler geliştirebilir. Bölgede şiddete dayalı ilişkileri geriletecek barışçı toplumsal yaşamın koşullarını geliştirmeye dönük böylesi girişimlerin bir ilk adımı olarak; örnek bir yerleşimde köye dönüş modelinin barış ve insan hakları gönüllülerince yürütülmesi önerisi dile getirilmiştir.
Güvenlik tehdidinin insan hakları ve barışa karşı terörize eden bir tehdit söylemi olarak gitgide kurumsallaştığı açıktır. Buna karşı, uluslararası barış ve demokrasi hareketi içinde gündeme gelmiş ve Mayıs 2003'te İnsan Güvenliği Komisyonu tarafından hazırlanan ve "İnsan Güvenliği: İnsanları Korumak ve Güçlendirmek" başlığı altında Birleşmiş Milletler'e sunulmuş olan raporda yer alan "insan güvenliği" kavramını öne çıkartmak gerektiğini düşünüyoruz. Kadınları zımnen "iç düşman" olarak konumlandıran baskı ve şiddet koşulları, bu "insan güvenliği" kavramı çerçevesinde sürekli sorun edilmelidir.
Kadınlar savaşların öncelikli kurbanlarıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 2000 yılında çıkarttığı 1325 sayılı karar savaş sırasında kadına yönelik her türlü şiddeti kınayarak tecavüzü "savaş suçu" olarak kabul etmiştir. Bunun ötesinde, savaş ortamları dışında da, kadınlara karşı yüzyıllardır süren bir "gizli" savaştan söz etmeliyiz. Kadınlar "olağan" gündelik şiddetin mağdurlarıdır; ki bunun ülkemizdeki güncel bir örneği "namus cinayetleri"dir. O halde kadınlar, barış hareketinin de öncelikli özneleri olmalıdırlar ve özneleridirler. Yukarıda sözü geçen 1325 sayılı BM kararı, her türlü barış inisiyatifinde kadınların varlığını bir koşul olarak vaz etmiştir. Kadınlar dünya barış hareketinin önemli kazanımlarına öncülük etmişlerdir. (Örneğin savaş suçlarının kayda geçmesine ve şiddet tanıklıklarının görünür, işitilir hale gelmesini sağlamaya yönelik "kadın mahkemeleri", birkaç yıldır Asya Pasifik bölgesinde önemli toplantılar gerçekleştirmiştir.) Kadınların varlığı ve inisiyatifi, barış hareketinin bir "eklentisi" ve herhangi "unsuru" olmaktan öte, kurucu bir etmeni olarak düşünülmelidir. Kadın bakış açısı barışın inşasını ve tasavvurunu ketleyen mekanizmalarının, erkek egemen tahakküm yapılarının teşhiri, geriletilmesi ve aşılması için barış hareketi ve insan hakları hareketi tarafından "buralardaki erkekler tarafından da- paylaşılması ve geliştirilmesi gereken bir bakış açısıdır.
Erkek egemenliğini, şiddeti ve tahakkümü yadırgamamak, militarizmi içselleştirmek veya en iyi ihtimalle normalleştirmek gibi "alışkanlıkları" sorun olarak saptıyorsak barış hareketinin ve insan hakları hareketinin, bunların ideolojik kalıplarından ve tortularından uzak duran bir dili inşa etmesi gerekir. Tabii ki radikal, ama "savaşçıl" olmayan bir barış savunuculuğunun dilini kurmalıyız. Barış savunuculuğunun dili salt formel hukuki bir talep dili değil, üçüncü kişilerin aklına ve vicdanına hitap etmeyi hedefleyen, ikna etme çabasını sorumluluk olarak üstlenen bir dil olmalıdır.
Yine buna bağlı olarak, direnme ve savunma hakkının savaş ve şiddet dışında da yolları olduğunu, üstelik bunların ilkesel ve ahlaki tutarlılığımıza halel getirmemek yanında pekala etkili yollar da olabileceğini anlatabilmeliyiz. Barış ve insan hakları savunucularının yücelteceği farklı bir kahramanlık türü vardır; o da, zulüm karşısında "haklı" veya "mazur görülebilir" bir zulme başvurmaksızın direnenlere özgü kahramanlıktır, sivil cesarettir.
İnsan hakları ve barış savunucuları, militarist hamasete karşı barış kurma deneyimlerini, savaş karşıtı anlatıları (akademik olsun, edebi olsun), şiddet dışı direnişlerin soylu ve aynı zamanda başarılı hikayelerini derlemeye ve yaymaya önem vermelidirler. Unutulmamalı ki, savaşçı ve askeri değerleri işleyen "psikolojik hazırlık" ve yüreklendirmeler, savaş ortamlarının hazırlanmasında önemli rol oynarlar ve bu "hazırlığa" karşı sürekli bir uyanıklık gerekir.
Dini referansların, savaşların hazırlanmasında ve meşrulaştırılmasında işe koşulduğunu biliyoruz. Barış ve insan hakları savunucularının kendilerine dayanak alabilecekleri dini referanslar, deneyimler ve ilişki ağları olduğunu da biliyoruz. Böylesi referansların öne çıkarılması, aktarılması, "çoğaltılması", gerekli ve önemlidir. Bu referanslara başvurmaktan kaçınmak için hiçbir sebebimiz yoktur. Dahası, barışçı değerleri yücelten dini referansları teşvik etmek için çok sebebimiz vardır.
Türkiye'de ilkesel bir barış savunuculuğuyla değil, milliyetçi/dini bir husumet temelinde ilgi duyulan, Kıbrıs, Çeçenistan, Filistin/İsrail, Irak gibi vakalara, insan hakları temelinde bir barışçılık barış açısıyla yaklaşmayı teşvik etmek bakımından; ABD'de, İsrail'de, Rusya'da, (Güney) Kıbrıs'ta varolan barış hareketlerini tanıtmaya özel bir önem vermek gerekir. Bu barış hareketleriyle buluşmalar, ortak toplantılar da kuşkusuz ufuk açıcı olacaktır.
Ortadoğu üzerindeki dışsal etkenleri (emperyal hegemonyayı) gözden saklayan, burayı insan hakları, demokrasi, sivil toplum oluşumlarına bünyesel olarak elverişsiz ve yekpare bir "öteki" dünya olarak resmeden; dolayısıyla Ortadoğu'da barış ve insan haklarına ancak dışardan taşınarak elitler eliyle yerleştirilebilecek değerler olarak tasarlayan bakış açısı başlı başına büyük bir sorun kaynağıdır. Türkiye'deki barış ve insan hakları savunucuları bu bakış açısını kendi içlerinde de sorgulayarak, barış ve insan haklarının yerli potansiyelleri ile eşit ve ortak statülü ilişkilere talip olmalıdırlar.
20 Mart 2005 tarihinde İstanbul'da toplanacak olan "Dünya Savaş Suçları Mahkemesi" nihai oturumu, Türkiye'deki insan hakları kuruluşlarının ağırlıklı bir gündem maddesi olarak alınmalıdır. Bu toplantı, hem Türkiye kamuoyunda barış talebinin güçlü bir şekilde temellendirilmesi, hem de uluslar arası barış hareketine düşünsel ve eylemsel bir katkı sağlanması için bir fırsattır. teşekkürler 1 snyemi aldı çoq yoruldum