Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2011       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ne garip bir tesadüf ve trajedidir ki, dünya yeni bir Dünya Barış Günü'nü yine savaşın acı, gözyaşı, vahşet ve yıkım getiren karanlık ortamında karşılamak zorunda kalıyor. Doğrudur; savaş bazen kaçınılması olanaklı olmayan en kötü seçenek olarak insanların ve ulusların karşısına çıkabilir. Bir insanın çok somut bir ölüm tehlikesi karşısında ve başka bir kurtuluş seçeneği kalmaması durumunda şiddet kullanması, hukuk sisteminde nasıl ''meşru müdafaa'' kabul ediliyorsa, uluslar açısından da ancak kendisine yönelik somut bir silahlı saldırı olması ve bu saldırıyı savaş yöntemi dışında saf dışı etme olanaklarının tükenmesi koşullarında savaş meşru kabul edilebilir.

Büyük Atatürk , hem bir ulusal kurtuluş savaşının önderi olarak hem de ''Yurtta Barış, Dünyada Barış'' belgisini benimsemiş bir devlet adamı olarak, bu dengeyi kendi yaşamında ve siyaset anlayışında en doğru biçimde somutlaştırmıştı. Atatürk, ulusların üstünlük yarışının savaşla değil, bilim ve teknoloji yoluyla sürmesi gerektiğini düşünen bir liderdi. Zira pek çok savaş görmüş, bu savaşların pek çoğundan da zaferle çıkmış bir lider olarak çok ama çok iyi biliyordu ki, savaşlar tüm insanlık ve uluslar için acı, yıkım, gözyaşı ve medeniyet için ise geriye gidiş demektir. Ne var ki ve ne yazık ki, özellikle son yirmi yıldır bazı çevrelerde büyük önderimizin bu ödünsüz barışçı ve bağımsızlıkçı yaklaşımından uzaklaşma eğilimi çok belirgin hale gelmiştir. Bu çevreler, ulusal çıkarımızla doğrudan hiçbir ilgisi olmamasına karşın bölgedeki savaşlara müdahil olmak heves ve isteği içindedirler. Hepimizin hafızasında çok tazedir; yine aynı çevreler, Irak Savaşı'nda tezkerenin geçmemesi karşısında çok hayıflanmışlar ve Irak'a askeri müdahalede bulunmamakla Türkiye'nin bölgede etkili olma olanağını kendi eliyle teptiğini iddia etmişlerdi. Oysa gerçek durum ve tablo bambaşkaydı.

Eğer Türkiye tezkereyi kabul etmiş olsaydı, Irak'ın güneyindeki Şii bölgesinde büyük bir kaosun ve kan davasının ortasına sürülecek; ABD ise yalnızca Irak'ın kuzeyine değil, aynı zamanda ülkemizin Güneydoğu'suna da yerleşme olanağına kavuşacaktı. Bu tablonun, Türkiye'yi kendi topraklarında bile egemenliğini kullanamayan ve birliği ciddi şekilde tehdit altında olan bir ülke haline getireceği açıktır. Avrupa'nın göbeğinde yıllarca süren hazin Bosna Savaşı'na bigâne kalıp, üç maymunu oynayan İslam ülkelerinin varlığı hafızalarda tazeliğini korurken Türkiye, bugün kaşla göz arasında Lübnan bataklığına sürüklenmek istenmektedir. Çok dinli ve çok parçalı özgün yapısı içinde yıllardır bir ulusal birlik kuramamış Lübnan'da ulusal bilincin ve birliğin nihayet gelişmekte olduğu bu dönemde, Türkiye'ye, kendi ülkemizin çıkarlarıyla, bölge ülkelerinin çıkarlarıyla, ulusal birliğe yürüyen Lübnan halkının çıkarlarıyla, evrensel insanlık değerleri ve çıkarlarıyla açık bir aykırılık taşıyan ABD ve İsrail patentli karanlık bir savaş senaryosunda jandarma rolü önerilmektedir. Ülkemiz, komşumuz olan bölge uluslarıyla karşı karşıya gelişi ve düşmanlaşmayı doğuracak olan bir maceranın içine çekilmek istenmektedir..

Böylesi bir dönemde Atatürkümüzün ''Yurtta Barış, Dünyada Barış'' felsefesini çok daha iyi düşünmeli ve özümsemeliyiz. Savaşlar bugüne kadar ne acıları dindirmiş ne de mutlulukları çoğaltmıştır; aksine, acıları derinleştirip mutsuzlukları pekiştirmiştir. Yakıp yıkmayı iş edinen, masumiyet ve insan avcısı karakteriyle savaşlar, elbette bir biçimde duruyor, yaralar sarılmaya, yıkıntılar onarılmaya çalışılıyor. Ama barışın ozanı Bertolt Brecht 'in dizeleriyle, savaşların sonunda şöyle bir tablo oluşuyor: ''Dost düşman sükût buldu / Yalnız analar ağlaşır / Ötede beride'' . Evet savaş anaların ağlaması, insanlığın ağlaması, barışın ağlamasıdır.

Bu nedenle 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde anlamsızlığın, insan ruhunu bölmenin büyük trajedisinin adı olan "Savaşlara Hayır!" diyoruz. Çünkü annelerin gözyaşlarına hayır diyoruz!
Son düzenleyen Safi; 6 Haziran 2017 19:39