Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ağustos 2006       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
M - 10

MÜBÂDELE:Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış.
Satış, malı mala rızâ ile mübâdele etmektir. (İbrâhim Halebî)

MÜBÂHELE:Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım, sonra hepimiz duâ edip, yalvaralım. (Îsâ aleyhisselâmın durumu hakkında hangimiz) yalancı ise, Allahü teâlâ ona lânet etsin, diyelim" demesi emredilen Âl-i İmrân sûresinin altmış bi rinci âyet-i kerîmesi.
Peygamber efendimize Necrân'dan bir hıristiyan hey'eti gelmişti. İçlerinden ileri gelen üç kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya başladı. Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan "Allah", bâzan "Allah'ın oğlu" bâzan da; "Üç tanrıdan biridir" diyorla rdı. Peygamber efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu; îmâna gelmediler. "Biz senden önce îmân ettik" dediler. Resûlullah efendimiz; "Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu var diyenin îmânı olmaz" buyurdu. Bir müddet daha konuştular ise de, müslüman olmayıp inâd ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onlara; "Bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim" buyurdu. Necrân'dan gelen hıristiyan hey'eti içerisinde Şerhabîl adında biri; "Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız" dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Biz senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle berâber gönder, vergimizi ona verelim" dediler ve gittiler. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sell em buyurdu ki: "Eğer onlar mübâhele etselerdi, maymuna ve hınzıra dönerlerdi. Vâdileri ateş içinde kalırdı. Allahü teâlâ Necrân'ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar üzerindeki kuşlarını da helâk ederdi" (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî)

MÜBÂREK:Bereketli, feyizli, hayırlı, fâidesi bol.
Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle, kalbim kuvvetleniyor. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
İbrâhim aleyhisselâm Mekke'ye geldi de; "İsmâil nerededir?" diye sordu. İsmâil'in hanımı; "Ava gitti; buyursanız da, yemek yiyip su içseniz" dedi. İbrâhim aleyhisselâm; "Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?" dedi. İsmâil'in hanımı; "Taâmımız av eti, meşrûbatımız (içeceğimiz) de Zemzem suyudur" dedi. İbrâhim aleyhisselâm da; "İlâhî! Bunların yiyip içeceklerini mübârek kıl" diye duâ etti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Kalbin huzur ve sükûnuna yardım eden her şey mübârektir. (İmâm-ı Rabbânî) Kur'ân-ı kerîmin her harfi mübârektir. (İbn-i Hacer)
Mübârek beldelere gittiğinde kalbin uyanık olsun. Orada Resûlullah efendimizin ve arkadaşlarının gezdiğini, oturduğunu unutma. O mübârek toprakların kıymetini bil... (Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî)

Mübârek Geceler:İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban bayramı ile Mevlid, Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri. (Bkz. İlgili Maddeler)
Mübârek gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle, ibâdet yapmakla olur. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır. (Muhammed Rebhâmî)
Mübârek geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı; duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. (Muhammed Rebhâmî)

MÜBÂŞERET-İ FÂHİŞE:Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.
Mübâşeret-i fâhişe, erkeğin de kadının da abdestini bozar. (İbrâhim Halebî)

MÜBDÎ (El-Mübdî):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden.

MÜBECCEL:Yüceltilmiş, muhterem, azîz, büyük saygı gösterilen. (Bkz. Tebcîl)
Mevlid gecesi ve günü mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi kıymeti çoktur. (Celâleddîn Abdurrahmân Kettânî)

MÜBELLİĞ:
1. Tebliğ eden, bildiren, duyuran.
Dinleri, emirleri ve yasakları koyan Allahü teâlâdır.Mübelliği ise, Allah'ın peygamberidir. (Seyyid Abdülhakîm)
2. Aynı namazı imâma tâbi olarak kılarken onun aldığı namaz tekbirlerini arka saflardaki cemâate duyuran kimse.
Mübelliğ olan kimsenin, aynı namazı kılması lâzımdır. Aynı namazı kılmayan, dışardan birinin sesine uyan cemâatin namazları olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Cemâatin yalnız imâmın sesine değil, aynı namazı kılan mübelliğin sesine uyması da câizdir. Böyle olmayan seslere uyanların namazı olmaz. (Halebî, Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MÜBEŞŞİR:
1. Kabirde, mü'minlere suâl soran melek. (Bkz. Münker ve Nekîr)
2. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr (azâb ile korkutucu) olarak gönderdik. (Feth sûresi: 8)

MÜBTEDİ':Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.
Mübtedi' ve ehl-i hevâ (isteklerinin esîri), İslâmiyet'e değil, nefslerine uyarlar. Yetmiş iki sapık fırka böyledir.Bunlardan bâzısının îtikâdı, küfre (dinden çıkmaya) sebeb olmaktadır. (İbn-i Nüceym)
Mi'râcda Resûlullah'ın Mekke'den Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğüne inanmayan îmânsız olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, mübtedi' olur. (İsmâil Hakkı)
Mübtedi'nin cenâzesinde bulunan kimse, dönünceye kadar hep Allahü teâlânın gadabındadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Her mübtedi' ve sapık, kendi îtikâdını Kitab ve sünnete uygun bilir ve kendi kısa ve eksik anlayışı miktârınca Kitab ve sünnetten, uygunsuz mânâlar çıkarır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜBTEDÎ:Tasavvufta ve diğer dînî ilimlerde henüz başlangıçta olan.
Büyüklerden biri buyurdu ki: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sevdiklerinden birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydana gelen Fıkarât kitabı, başlangıçta olan mârifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmıştır. "İnsanlara akılları erdiği kadar söyleyiniz!" gözetilerek yazılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜCÂDELE:Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.
Haksız olduğu hâlde mücâdeleden vazgeçen kimseye Allahü teâlâ Cennet'in kenâr yerinde bir ev inşâ ettirir. Haklı olduğu hâlde mücâdeleden kaçınan kimseye ise, Cennet'in ortasında bir köşk inşâ ettirir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Mücâdeleyi terkedin; zîrâ onun kârı azdır. Mücâdeleyi terk edin, faydası az olduğu gibi dostlar arasına hüsûmetin (düşmanlığın) girmesine sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kardeşinle mücâdele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme! (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Âdî (aşağı) kimselerle mücâdele etme; seni üzerler. Halîm (yumuşak) kimselerle mücâdele etme sana küserler. (İbn-i Abbâs)
Dostlar arasında kin ateşini en kuvvetli tutuşturan; münâkaşa ve mücâdeledir. (İmâm-ı Gazâlî)

MÜCÂHEDE:
1. Çalışma, mücâdele etme, uğraşma, cihâd etme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her hâlde muhsinlerle (iyilik edenlerle) berâberdir. (Ankebût sûresi: 69)
Gerçek mü'minler; Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edip, sonra şüphe etmeyerek, Allah uğrunda mal ve canlarıyla mücâhede edenlerdir. İşte sâdık olanlar bunlardır. (Hucurât sûresi: 15)
Çoluk-çocuğunun geçimini helâlinden te'mine çalışan, Allahü teâlânın yolunda mücâhede eden gibidir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ, Müsned-i Firdevsî)
Resûl-i ekreme insanların en efdâli kimdir diye sorulunca; "Canı ve malı ile Allah yolunda mücâhede eden mü'mindir" buyurdular. (Buhârî ve Müslim)
2. Nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapma.
Bir kimse bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse (nefsin istediklerini yapmama) ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygambere (aleyhisselâm) uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi hiçbir şeye yaramaz. Hiçbir iş olmayan yâni bir şeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak (kaylûle yapmak), o büyüklerin emrine uyarak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Açlık ve nefisle mücâhede, hârika ve kerâmeti (olağanüstü şeyleri) arttırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikri yerleştirir. Sünnete (dînimizin emir ve yasaklarına)tâbi olmayı (uymayı) kolaylaştırır. (Seyfeddîn Fârûkî)
İbâdet yapmaktan maksad; hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allahü teâlaya bağlamak içindir. (Ali bin Emrullah)
Hevâ (nefsin arzu ve istekleri) ancak mücâhede ile azalıp yok olur. (Muhammed Hâdimî)

MÜCÂHİD:Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.
Benim yolumda mücâhid kimse, benim uhdemdedir (zimmetimdedir) . Rûhunu kabzedersem onu Cennet'e vâris ederim. Memleketine döndürürsem sevâb veya ganâimle (harpte alınan mallarla) döndürürüm. (Hadîs-i kudsî-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fîsebîlillah (Allah yolunda) mücâhid olanlar en ufak bir zorlama ile bir senelik oruç bedeli ve bir senelik gece ibâdeti hak ederler. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah yolundaki bir mücâhidin hâli, gündüz oruç tutup gece ibâdet eden bir kimseye benzer. Tâ ki dönünceye kadar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mücâhidlere ezâ vermekten Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, peygamberlerine ilişenlere gadab ettiği gibi, onlar için de gadab eder. Peygamberlerin duâsını kabûl buyurduğu gibi, onların duâsını da kabûl buyurur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanı âlim ve mücâhidlerdir. Âlimler, peygamberlerin emirleri ile insanları irşâd ederler. Mücâhidler ise, peygamberlerin emri üzere silâhlarıyla harbederler. (İmâm-ı Gazâlî)
Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekiştirmemeli, gıybet yapana mâni olmalıdır. Emr-i mârûfu ve nehy-i münkeri, yâni nasîhati elden kaçırmamalıdır. Fakirlere, mücâhidlere, mal ile yardım etmelidir. Hayır, hasenât yapmalıdır. Günâh işlemekten sakınmalıdır. (Muhammed Ma'sûm)

MÜCÂVİR:Komşu. Memleketini ve yurdunu terk ederek, zamânını Haremeyn-i şerîfeynde yâni Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Harâm'da ve Medîne-i münevverede ise Mescid-i Nebî'de (Peygamber efendimizin mescidinde) ibâdetle geçiren kimse.

MÜCEDDÎD:Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.
Her yüz senede bir müceddîd zâhir olur (ortaya çıkar) . Ümmetimin işlerini yeniler. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için he r yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülü'l-azm peygamber gönderdikleri ve onun işini bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakmadıkları gibi, bu ümmett e de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar. (Ahmed Fârûkî)
Rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd k ıldı." (Mîr Hüsâmeddîn)

Müceddîd-i Elf-i Sânî:Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, Müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)
Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Ma'rûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli) bilgilerinde İmâm-ı Muhammed Gazâl î, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid yâni îmânla ilgili bilgilerin inceliklerini açıklamakta ve kalblere akıtmakta İmâm-ı Ahmed Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, müceddîd idiler. Hepsi, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Abdullah-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velî idi. Müctehîd yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim idi. İslâm âlimlerinin göz bebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcı idi. Resûlullah efendimizin güzel ahlâ kını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mü'min ve müttekî olanlar yâni Allahü teâlâdan korkup, haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır. (Şâh-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin buyurduğu kıymetli sözlerden bâzıları şunlardır:
İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.
Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.
Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak, ahmaklıktır. Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir eserin Rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin Başkumandanısın sen velîlerin, erlerin Ve Müceddîd-i elf-i sânî adını alan
(M. Sıddîk Gümüş)

MÜCEDDİDİYYE:Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Müceddidiyye büyükleri buyurdular ki: "Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanmağa, Hakk-ul-yakîn denir. Bu hâl, insanın şuûrunu kaplayınca kalb nûrlanır." (Abdullah-ı Dehlevî)

MÜCESSİME:Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir. (Bkz. Müşebbihe)
Allahü teâlâya madde diyen mücessime adındaki kâfirler burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan şeklinde, sûretinde sandılar. Ahmak oldukları için insanlarda olduğu gibi, Allahü teâlânın organları, duygu âletleri var dediler. Böylece doğru yoldan saptılar. Çok kimseleri de saptırdılar. (İmâm-ı Rabbânî)
Mücessime ve müşebbihe fırkaları; Allahü teâlâ cisim gibidir; Arş üzerinde oturur, iner yürür şeklinde inandıkları için îmânsız olmaktadırlar. (Şehristânî)

MÜCÎB (El-Mücîb):Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından.
Dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. O mücîbdir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜCMEL:Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: İnsan, hırslı ve sabrı az yaratıldı. (Meâric sûresi: 19) Âyet-i kerîmede hırslı ve sabrı az mânâsına olan "helû" lafzı mücmel olup, ondan sonra gelen; "Ona bir sıkıntı dokunursa, feryâd eder. Ona hayır (mal) isâbet ederse cimrilik eder" (Meâric sûresi: 20,21) âyet-i kerîmeleri ile açıklanmıştır. (Serahsî)
Ahkâm (hükümlerle ilgili) âyetlerinin ekserisi, mücmeldir. Bunların çoğunu Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem açıklamıştır. Meselâ, mücmel olan salât lafzını; "Ben nasıl salât (namaz) kılıyorsam, siz de öyle kılın" buyurarak îzâh etmişlerdir. (Serahsî)
Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin usûlüne bakmadan ve Kureyş lügatını bilmeden ve hakîkat (sözün hakîki, asıl mânâsı) ile mecâzî (hakîki ol mayan mânâsını) düşünmeden, mücmel, mufassal (geniş mânâsını), umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerîmelerin indirilme sebebleri gibi daha pekçok şeyi araştırmadan verilen mânâyı, Allahü teâlânın murâdı, kasdettiği mânâ diye sö ylemek doğru değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜCRİM:Kâfir. Günâhkâr.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
(Ey nîmetleri inkâr eden kâfirler!) Az bir zaman (ölünceye kadar) dünyâda, hayvanlar gibi yiyin, için, zevk edinin. Şüphesiz ki siz mücrimlersiniz. (Mürselât sûresi: 46)
Kıyâmet günü, yâni insanlar dirilip bir araya geldikleri gün, Allahü teâlânın emriyle, Resûlullah efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur, mü'minlerin (Allah'a ve Resûlullah efendimize inanıp îmân edenlerin) yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ânı kerîme inanmayanların yüzleri gâyet çirkin olur. Bu anda bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler! Şimdi sizler ayrılınız!" denir. O zaman, herkesi büyük bir korku alır... (İmâm-ı Gazâlî-Kıyâmet ve Âhiret)
Sırât yâni Cehennem'in üzerine kurulacak köprüden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlayıp inlemeğe başlarlar. (İmâm-ı Gazâlî)

MÜCTEBÂ:Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.
(M. Sıddîk Gümüş)

MÜCTEHİD:İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim. (Bkz. İctihâd)
Yanılan müctehide bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarma) sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İctihâd makâmına varan âlimlerin kendi ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları hükümlere) göre hareket etmeleri lâzımdır.Başka müctehide uymaları câiz (uygun) değildir. İctihâd, ibâdet yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, h içbir müctehid, diğer müctehidin ictihâdına yanlış dememiştir. (İbn-i Nüceym)

Müctehid Fil-Mes'ele:Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.
Müctehid fil-mes'elenin, çıkan mes'elelere âit çıkardığı hükümlerin, mezheb reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Hulvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî ve benzerleri olan derin âlimler, bu üçüncü tabak adan olan müctehidlerdir. (Kemâl Paşazâde, Ahmed bin Süleymân)

Müctehid Fil-Mezheb:Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs, (Bkz. İlgili maddeler) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.
Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a'zâm'ın bunların derecesindeki diğer talebeleri, müctehid fil-mezhebdir.Bunların çıkardıkları hükümlerden bâzıları, İmâm-ı a'zam'ın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir. İctihâd derecesine yükseldikleri için, kendi çıkardıkları hükümlere uymaları şarttır. (Kemâl Paşazâde Ahmed bin Süleymân)
Müctehid fil-mezheb olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, din bilgilerinde bin kadar kitâb yazmıştır.Talebesinden olan İmâm-ı Şâfiî'nin annesini nikâh ettiği için, vefât edince, kitâbları İmâm-ı Şâfiî'ye kalarak, onun bilgisinin artmasına vesîle olmuştur. Bu nun için İmâm-ı Şâfiî; "Yemin ederim ki, fıkıh (dînî hükümler konusundaki) bilgim, İmâm-ı Muhammed'in kitablarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek isteyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile berâber bulunsun" buyurdu. (Ahmed Zühdü)
Müctehîd fil-mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re'yi ile fetvâ (dînî suâllere cevâb) verir. Fakat delîlleri, mezheb imâmının usûl ve kâidelerine göre arar. Bu kâidelerin dışına çıkmaz. (İmâm-ı Süyûtî)
Müftî, mutlak müctehid değilse (Bkz. Müftî) , müctehid fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denilmez, nâkil dînî hükümleri, fetvâları nakleden denir. (İbn-i Âbidîn)

Müctehid-i Fiş-Şer':Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir. (Bkz. Müctehid-i Mutlak)
Dört mezhebdeki fukahâ (dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimleri), yedi derecedir.Birincisi, müctehid-i fiş-şer' olan tabakadır. Dört mezhebin imâmları böyledir. (Ahmed Cevdet Paşa)

Müctehid-i Mukayyed:Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran İslâm âlimi. Mukayyed müctehid. (Bkz. Müctehid fil-Mezheb)
Müslümanlar, ya müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ, hüküm çıkaran İslâm âlimi) olur, yâhut ictihâd derecesine yükselmemiştir. Müctehid de, ya mutlak müctehid (Bkz. Müctehid-i Mutlak) olur, yâhut müctehid-i mukayyed olur. Mutlak müct ehidin, başka bir müctehidi taklîd etmesi câiz değildir. Kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Mukayyed müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine uyması vâcibdir (gereklidir). Bu usûllere uyarak yapacağı kendi ictihâdına (hükmüne) uyar. (Abdülganî Nablüsî)

Müctehid-i Mutlak:Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid. Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.
Dört mezhebin imâmları, müctehid-i mutlaktır. Bu dört imâmdan sonra müctehid-i mutlak yetişmedi. Hiçbir âlim müctehid-i mutlak olduğunu iddiâ etmedi. Yalnız,Muhammed Cerîr-i Taberî bu iddiâda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi. (İmâm-ı Şa'rânî)
Hicretin dört yüz senesi geçtikten sonra müctehid-i mutlak yetişmediği için, bu târihten sonra gelen âlimleri taklîd etmek câiz değildir.Bu târihten evvel yetişmiş olan bir müctehidin mezhebini öğrenmek için, âlimlerin sözbirliği ile kabûl ettikleri İslâmî hükümleri bildiren fıkıh kitablarını okumak lâzımdır. (İmâm-ı Menâvî)
Nisâ sûresinin, elli sekizinci âyetinde meâlen; "Uyuşamadığınız din işlerinde, Kitâba (Kur'ân-ı kerîme) ve Sünnete (Hadîs-i şerîflere) mürâcaat edin" buyrulmaktadır. Bu emir, müctehid-i mutlak olan âlime uymak için emirdir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)

Müctehid-i Müntesib:Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir. (Bkz. Müctehid fil-Mezheb)
Müctehid-i müntesib, delîl aramakta ve hüküm çıkarmakta, mezhebinin imâmını taklîd etmez. Fakat delîlleri, mezheb imâmının kâidelerine göre arar. İmâmının yolunda, mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir. (Bedreddîn Zerkeşî)

Müctehid-i Müstekıl:Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak müctehid de denir.

MÜD:Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.
Ümmetimden herhangi biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd su ile abdest alır, bir sa' (4.2 litre) su ile gusl ederdi. (İbn-i Âbidîn)

MÜDÂHENE:Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.
Sıkılmadan açıkça harâm işleyen kimseyi gîbet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Haram işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı, yâhut dîne olan bağlılığının gevşekliği, müdâheneye sebeb olur. Dînine veya dünyâsına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekrûh işleyene mâni olmak lâzımdır.Mâni olmamak, susmak harâm olur. Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir. (Muhammed Hâdimî)
Muhabbete müdâhene sığmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Müdâhene edenlerin kabirden maymun ve hınzır şeklinde kalkacakları hadîs-i şerîfte bildirildi. (Seyyid Alizâde)

MÜDÂRÂ:Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya belâyı dünyâ menfaati ile savmak.
Allahü teâlâ bana, farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi, insanlara müdârâ etmeyi de emretti. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır.Talebeye ders verirken de müdârâ yapılır. (Muhammed Hâdimî)
Düşmandan âciz duruma düşersen, müdârâ ederek latîfe yolunu tut. Çünkü latîfe kalb kazanır. (İmâm-ı Mâverdî)
İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıdâ gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır. İkinci kısmı, ilaç gibidirler. İhtiyaç zamânında lâzım olur. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç olmaz. Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bun lardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî) Dostlara mürüvvet (mertlik), Düşmanlara müdârâ etmeli.
(Sâ'dî-i Şîrâzî)

MÜDEBBER:Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.
Şunlara zekât verilmesi câiz değildir: 1)Deliye, 2)Kâfire, 3)Zenginlere, 4)Usûl (Baba-dede) ve furûuna (çocuğuna, çocuğunun çocuklarına), 5)Zevcesine (hanımına), 6)Kölesine, 7)Mukâtebesine, yâni efendisine belirli bir miktâr para vermekle âzâd olacak kölesine, 8)Müdebberine, 9) Kadının kocasına zekât vermesi ihtilâflı olup, esahh olan (en doğrusu) vermemektir. 10)Bir kimseyi yabancı sanarak, evlâdı çıksa ve müslüman sanarak kâfir çıksa, bunlara zekât verilmez ise de, bilinmeyerek verilmiş ise, e sahh olan iâde edilmez. Meyyitin (ölünün) kefeni için de zekât verilmez.Bir kimse zekâtını fakirden alacağına da sayamaz. (Kudbüddîn İznikî)

MÜDELLES HADÎS:Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs. (Bkz. Hadîs)

MÜDERRİS:Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.
Osmanlılarda müderris tâyininde, vücûd, zihin ve karakter özelliklerine bakılır, sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömerd ve gözü-gönlü tok olmasına dikkat edilirdi. Hâl ve hareketlerinin, huyunun güzel olması her hâli ile tal ebelerine örnek olması arzu edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Selâhaddîn Eyyûbî Fâtımî sapıklarını Mısır'dan temizleyince, İmâm-ı Şâfiî'nin türbesinin yanına bir medrese yaptırıp, Mecmeddîn Hubuşânî'yi müderris tâyin eyledi. (İbn-i Hallikân)
Kara Çelebi diye tanınan Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah, müderrisliği müddetince Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâm'ın yüksek hükümlerini talebelere en güzel bir şekilde anlattı ve öğretti. (Mecdî Efendi)

MÜDRİK:Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte alan, namaza imâmla birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar imâma uyan, birlikte kılan.

MÜDRİKE:İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet.
İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi idrâk edici olan Kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi, hareket kuvvetidir. (Ali bin Emrullah)
Müdrike kuvvetleri üçtür. Biri, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, bunlar insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmeyen beş h is organındaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler insanlara mahsûstur. Hayvanlarda yoktur. Üçüncüsü mânevî kuvvet olup, insanların havâssına, yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. Akıl kuvvetleriyle anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullahı, Allahü teâlâyı tanımayı, bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da daha üstün nebîler, nebîlerden daha üstün resûller, bunlardan da üstün ülü'l-azm dereceleri vardır.Bunların üstünde de kelîmiyyet, rûhiyyet, hullet ve nihâyet mahbûbiy yet mertebeleri vardır ki, bu en üstünü Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimize mahsustur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜECCEL:Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş .
Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zamânı gelmiş olan müeccel kul borçları nisâb hesâbına (dînen zekât vermek için lâzım olan miktâra) katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Bey', peşin semen (para) ile câiz olduğu gibi müeccel semen ile de câizdir. Te'cil ancak semen ile mebi' (mal) aynı cinsten olmadıkları ve ikisi hacm ile veya tartarak ölçülmedikleri ve semen, ayn (belli) olmayıp, deyn (belirsiz) olduğu zaman ve muay yen (belli) bir vakte kadar olmak şartı ile câiz olur. (Bkz. Semen) (Ali Haydar Efendi)
Nikâhta mehrin hepsi muaccel olabildiği gibi hepsi müeccel de olabilir. (M. Zihnî)

MÜEKKED SÜNNET:Kuvvetli sünnet. Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri sünnet.
Sabah namazının sünneti, öğlenin dört rek'atlik ilk sünneti ve iki rek'at son sünneti akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek'at sünneti ile ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek, abdest alırken misvak kullanmak müekked sünnet lerdendir. (İbn-i Âbidîn)
Müekked sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. (M. Zihni Efendi)
Müekked sünnetler İslâm dîninin şiârıdır, yâni bu dîne mahsustur. Başka dinlerde yokturlar. (Tahtâvî)
Müekked sünnetleri inkâr eden îmânsız olur. Bir özürle terk eden sevâbından mahrûm olur. Özürsüz terk eden azarlanır. (Enver Şah Keşmîrî)

MÜELLEFE-İ KULÛB:Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine z ekât verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı husûsunda Eshâb-ı kirâmın icmâı (sözbirliği) bulunan kimseler.
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beytülmâl (devlet hazînesi) emîni (vazîfelisi) olan hazret-i Ömer, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okuyarak müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemiştir, kaldırmıştır, dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâ mın hepsi bunu kabûl ettiler; artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ, söz birliği hâsıl oldu. Nesh, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında olur. İcmâ ise, Peygamber efendimizin vefâtından sonra olur. İslâmiyet'e yardım için, düşmanın zararını önlemek için onlara mal, para her zaman ödenir. Fakat beytülmâlin zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara zekât verilmesi yasak edilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MÜEZZİN:Ezân okuyan kimse.
Her kim ezân-ı Muhammedîyi işittiği zaman müezzin ile berâber hafifçe okursa, her harfine bin sevâb verilir, bin günâhı affolur. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ezân-ı Muhammedîye ta'zîm ve hürmet edenler ve onun harflerini, kelimelerini değiştirmeden, bozmadan ve tegannî etmeden minâreye çıkıp sünnete uygun okuyan müezzinler, yüksek derecelere vâsıl olacaklardır. (Süleymân bin Cezâ)

MÜFESSER:Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.
Kur'ân-ı kerîmde bulunan salât, zekât gibi kapalı kelimeler, Peygamber efendimiz tarafından açıklanmıştır. Böylece bu kapalı kelimeler, müfesser hâline gelmiştir. Müfesserlerle amel etmek vâcibdir. (Serahsî)

MÜFESSİR:Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen, kasdedilen mânâyı anlayan âlim.
Müfessirler, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, hadîs-i şerîfleri toplayıp tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını anlıyabilmek için otuz sene durmadan çalışıp, İslâm'ın yirmi ana ilmini, iyi öğrenmek lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm)
Müfessirlerin baş tâcı Kâdı Beydâvî'dir. Tefsîr ilminde, en büyük dereceye yükselmiştir. Her meslekte senettir. Her mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜFLİS:
1.İflâs eden.
Bir vasî (bir yetimin veya akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını idâre eden kimse), yetîmin (babası veya anası-babası ölmüş çocuğun) ekim arâzisini bir müflise satsa; satış gözden geçirilir. Eğer bu uygun satış ise, kâdı (hâkim), müşteriye ü ç gün mühlet tanır. İmkânı olursa, bu müddet içinde malın bedelini öder, değilse, satış bozulur. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
2. Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.
Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Bizim bildiğimiz müflis; parası, malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine; "Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat; kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem'e atılır" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Âhirette müflis olmaktan çok korkmalıdır. Onun için kimsenin hakkını yememeli, herkese güler yüzle muâmele etmelidir. (Seyyid Abdülhakîm) Huzûruna müflis olarak geldim, Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim. Şu boş zembilime elini uzat, O mübârek eline güvenirim.
(Şâh-ı Nakşibend)

MÜFRİD HACI:İhrâma girerken ömreye niyet etmeyip yalnız hac yapmağa niyet eden kimse. (Bkz. Hac)
Mekke'de oturanlar yalnız müfrid hacı olur. (M. Mevkûfâtî)

MÜFSİD:
1. Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
Dünyâ kelâmı konuşmak, kendisi işitecek kadar gülmek, sakız çiğnemek, farzın birini özürsüz terk etmek, namazın müfsidlerindendir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
2.Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.
Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkıh öğrenmeyen kimse dinde müfsiddir. (Ebü'l-Leys Semerkandî)

MÜFTÂBİH:Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden) kendisiyle fetvâ verilen.
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken kendi mezhebi âlimlerinin "Müftâbih olan budur", "En iyisi budur", "En doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÜFTERÂ HADÎS:Peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbi ile inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri. (Bkz. Hadîs)

MÜFTÎ (Müftü):Fetvâ veren.
1. Vilâyet ve kazâlarda din işlerine bakan, İslâm âlimlerinin dînî bir konuda vermiş oldukları hükümleri yâni fetvâyı, insanlara bildiren kimse; nakleden me'mur.
Birçok işlerde âdet, nass (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin hükümleri) gibidir. Bir işin nasıl yapılacağı nass ile bildirilmemiş ise, müctehidlerin ictihâdları ile yâni dînî konuda verdikleri hükümle yapılır. Bir iş üzerinde çeşitli ictihâdlar va rsa, müftî, bunlar arasında, zamâna ve âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zamâna, âdete uymak bu demektir. Yoksa, dînin emirlerini değiştirmek, ibâdetleri bırakarak, haramları işlemek demek değildir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Müftî, ictihâd etmeğe ehliyetli değilse, İslâm âlimlerinin kitablarında açıkladıkları bilgileri, nakledip halka bildirmekten başka yetkiye sâhib değildir. (Müftî Mahmûd Efendi)
Müctehîd olmayan müftîlerin, âyet ve hadîslerden herhangi bir hüküm çıkarmağa yetkileri yoktur. Çünkü âyet ve hadîslerden hüküm çıkarabilmek için müctehîd olmak şarttır. (İbn-i Âbidîn)
Fâsıkın (açıktan günâh işleyenin), müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Dört mezhebde de böyledir. Böyle müftîlere bir şey sormak câiz değild ir. Müftînin müslüman ve akıllı olması da, söz birliği ile şarttır. (İbn-i Âbidîn)
2.Fetvâ veren, yâni herhangi bir şeyin, İslâm dînine uygun olup olmadığını bildiren, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkaran kimse, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yâni İslâmiyet'i bildiren âlim.
Müftînin, müctehîd (dînî bir hüküm verebilecek makâma yükselmiş âlim) olması vâcibdir (gerekir). Mutlak müctehîd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ çıkarabilen dinde müctehîd âlim)olmayan müftînin, fetvâ (dînî bir hüküm, karar) vermes i haramdır. Böyle müftîlerin, müctehîdlerin fetvâlarını nakletmesi câizdir.Müctehîd olmayan müftîden yeni bir fetvâ istemek câiz değildir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)
Gerçekte müftî müctehiddir. Eğer müctehid değil de müctehidlerin sözlerini naklediyorsa, bu şahıs müftî değildir. (Fetevâ-i Hindiyye)
Bütün İslâm âlimleri ittifakla bildiriyorlar ki: Müftîler, muhakkak ictihâd ehli, yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ çıkarmaya ehliyetli, yetkili olmalıdırlar. (Kâdı Zâhireddîn Buhârî)

Müftî-yi Mâcin:
Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.

Müftî-yüs-Sekaleyn:İnsanlara ve cinnîlere fetvâ veren büyük âlim.
Ahmed ibni Kemâl, Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için, müftî-yüs-sekaleyn adı ile meşhûr oldu. Tefsîr, fıkıh ve hadîste derin âlim idi. Çok kitâb yazdı. (İbn-i İmâd)
Müftî-yüs-sekaleyn Ahmed ibni Kemâl hazretleri buyurdu ki: "Müslümanlara îmândan sonra farz olan ilk şey, beş vakit namazdır. Çünkü namaz, dînin direği ve âhiret amellerinin başıdır. Bunun için Peygamber efendimiz; "Her şeyin bir direği vardır. Dînin direği de namazdır" buyurdu.
Müftî-yüs-sekaleyn Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân ve İkinci Selîm'in saltanatları zamânında otuz sene Şeyhülislâmlık yaptı. (Atâî)

MÜHÂYEE:Müşterek (ortak) bir mal, bâki (sâbit) kalmak üzere bu malın menfeatini taksim etmek.
Mislî eşyâda yâni çarşıda aynı evsâfta (özellikte) benzeri bulunan eşyâda mühâyee olmaz. Ev, tarla; zaman veya mekân ile mühâyee olur. (Mecelle)

MÜHEYMİN (El-Müheymin):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.
Müheymin yalnız Allahü teâlâya mahsûs isimlerdendir. Bunu insanlara isim yapmak haramdır. (Abdülganî Nablüsî)
Her kim gusül abdesti aldıktan veya namazdan sonra el-Müheymin ism-i şerîfini söylerse, kalbi aydınlanır, himmet ve şerefe kavuşur. Hâfızası kuvvetlenir, unutkanlığı gider. (Yûsuf Nebhânî)

MÜHR-İ NÜBÜVVET:Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol küreğine yakın kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü. Gümüş teninde, letâfet vardı, İrice Mühr-i nübüvvet vardı. Sırtında idi, Mühr-i nübüvvet, Sağ tarafına yakındı elbet. Bildirdi bize edenler ta'rîf, Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf. Rengi, sarıya yakın, karaydı, Güvercin yumurtası kadardı. Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar, Birbirine bitişik, kılcağızlar.
(M. Sıddîk Gümüş)

MÜKÂBERE:Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük görmek. (Bkz. Kibir)

MÜKÂFÂT:İyi karşılık.
Oruç yalnız benim içindir, onun mükâfâtını ben veririm. (Hadîs-i kudsî-Şir'at-ül-İslâm)
Günâhlar unutulmaz, mutlaka cezâsı verilir. İbâdetler çürümez, sevâb ve mükâfâtı verilir. (Mâverdî)
Cömertlikten doğan güzel huylar vardır. Bunlardan biri de mükâfâttır yâni iyiliğe karşı iyiliktir. (Ali bin Emrullah)
Yâ Rabbî! Artık sana rücû etmek (dönmek) zamânım çok yakın. Bundan sonraki, dünyâ ve âhiret hayâtımın safhaları şu olacak: Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt (ölüm hâli), kabir hayâtı, haşr (dirilip toplanma) âlemi, mükâfât ve mücâzât (cezâ) ihtimâlleri ... (Hayri Aytepe)

MÜKÂŞEFE:Kalb gözü ile görmek.
Tasavvuf yolunda olanların kalbine gelen müjdeler üç kısımdır. Bunlar; rüyâ, vâkıa (uyku ile uyanıklık arasında) ve mükâşefeler hâlindedir. Mükâşefelerle gelen müjdelerin yüzde doksanı hak ve hakîkate uygundur.
Mükâşefe derecesine ulaşanların, delîl bulmaya ve sebeb aramaya ihtiyâçları yoktur. Gayb nîmetlerine kavuşmuş, zan ve şüphe hücumlarına uğramaktan kurtulmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ bilinmez ve anlaşılamaz. Görülebilen, anlaşılabilen şühûd ve müşâhede yoluyla belli olan her şey, O değildir. Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜKÂTEB:Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Hayır ve tâat; Allahü teâlâya, âhiret ve meleklere ve Allahü teâlânın indirdiği kitablara ve peygamberlere îmân etmektir. Ve Allahü teâlânın rızâsı için muhabbet ile malını; fakir akrabâsına, fakir yetimlere ve muhtaçlara, yolda kalmışlara (garib yolculara, misâfirlere) , isteyen fakirlere ve mükâteb kölelere ve esirlere vermektir... (Bekara sûresi: 177)

MÜKELLEF:Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse. (Bkz. Ef'âl-i Mükellefîn)
Mükellef olan erkek ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid (îmân ve îtikâd) bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mükellef olan kadın, erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini (zâtına âit sıfatlarını ki, bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün-lil-havâdîs ve Kıyâm bi-nefsihî'dir) ve sıfât-ı sübûtiyyesini (Hayât, İlim, Semî', Basar, İrâde, Kudret Kelâm, Tekvin) doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günâhtır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki: Mükellef olan her müslümanın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Mükellef olanların, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmağa sebeb olur. Haram işlemeğe cesâreti azaltır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız!" (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜKEMMİL:Olgunlaştıran, yetiştiren.
Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil bir rehbere tâbi kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur. (Abdullah-ı Dehlevî)

MÜKERREM:Muhterem, azîz, saygı değer.
Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz ve mükerrem ve muhterem idiler. (Celâleddîn Süyûtî)

MÜKRİH:Bir kimseyi istemediği bir şeyi yapması için zorlayan, tehdîd eden. (Bkz. İkrâh)
Zorla başkasının malı telef edilince, mükrih, malı öder. (Ali Haydar Efendi)

MÜLÂANE:Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri. (Bkz. Liân)

MÜLCÎ İKRÂH:Ölümle veya bir uzvunu yok etmek, şiddetli vurma ve hapsetme gibi tehdidlerle bir kimseyi istemediği şeyi yapmaya zorlama. (Bkz. İkrah)
Mülcî ikrâh ile olan sözleşmeler sahîh (geçerli) olmaz. (Ali Haydar Efendi)

MÜLEFFIK:Telfik yapan. Belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, dört mezhebin hükümlerinden kolayına geleni yapıp karıştıran. (Bkz. Telfîk)
Bir işin, bir ibâdetin sahîh (doğru, geçerli) olması için, dört mezhebden herhangi birine uygun olması lâzımdır. Yâni o işin sahîh olması için, bir mezhebde uyulması lâzım olan şartların hepsine uygun olması lâzımdır. Bir ibâdeti yaparken şartlarında n biri bir mezhebe, diğer şartı da başka mezhebe uygun olursa, bu ibâdet sahîh olmaz. Müleffık, mezhebleri birbirine karıştırdığı için, ibâdeti sahîh, mûteber olmaz. (İbn-i Âbidîn, A. Nablüsî, Şernblâlî)

MÜLHİD:Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.
Mülhid, Allahü teâlâya ve peygamberine inanır ve inandığını söyler. Fakat, küfre kaymıştır, İslâmiyet'ten ayrılmıştır. Îtikâdı (inancı) bozuktur. Kendini tam müslüman sanır. Kendisi gibi olmayanlara kâfir der. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜLK:
1. Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.
Mülk maldır veya malın kendi değil, yalnız menfaatidir. Bir kimsenin her malı meselâ atı, onun mülküdür. Fakat her mülkü, meselâ kirâcının evi, malı değildir. (Ali Haydar Efendi)
Ganîmet (savaşta düşmandan ele geçen mal), dâr-ı İslâm'a (İslâm memleketine) nakledildikten sonra askerin hakkı olursa da, taksim edilmeden önce, mülk olmaz ve askerin bu hakkını mülk olmadan önce satması câiz olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Hizmet karşılığı alınacak ücreti, maaş çekini, bonosunu teslim almadan önce satmak câiz değildir. Ücret, hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş (ele alınmamış, ele geçmemiş), mülk olmamıştır. (İbn-i Âbidîn)
Süleymân aleyhisselâm bir seyâhatinde, sağında-solunda insanlar ve cinler, ardında orduları olduğu ve kuşlar da başı üzerinde gölge ettikleri hâlde giderken, İsrâiloğullarından bir âbide (ibâdet edene) uğradı. Âbid; "Ey Dâvûd'un oğlu! Allahü teâlâ sa na muazzam bir mülk vermiştir" dedi. Süleymân aleyhisselâm âbidi dinledikten sonra; "Kıyâmet günü mü'minin defterinde, bir tesbîhin (zikr, Allahü teâlâyı ve büyüklüğünü anmanın) yazılı olması, Dâvûd'un oğlu Süleymân'a verilen bu mülkten daha kıymetlidir. Zîrâ Süleymân'ın bu mülkü kaybolur gider, fakat o tesbîhin mükâfâtı kaybolmaz" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî) Mal sâhibi, mülk sâhibi, Hani bunun ilk sâhibi? Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan.
(Yûnus Emre)
2. Tasarruf, saltanat, kudret.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk elinde bulunan Allahü teâlânın şânı ne yücedir! O, her şeye hakkiyle kâdirdir (gücü yetendir) . (Mülk sûresi: 1)
O, geceyi gündüzün içine sokuyor, gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneşi ve Ay'ı (insanoğlunun istifâdesine) tâbi ve bağlı kılmıştır. Bunlardan herbiri muayyen bir vakte (kıyâmete) kadar akıp gidiyor (dolaşıp duruyor) . İşte bunları yapan Allah'tır, sizin Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız (putlar) ise, bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik olamazlar. (Fâtır sûresi: 13)
O gün onlar (kabirlerinden dışarı) çıkarlar. Onların hâl ve amellerinden hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz, (Allahü teâlâ şöyle buyurur): "Bugün mülk kimindir?" (Hiç kimse buna cevâb veremez. Yine Allahü teâlâ kendi kendine buyurur); "Vâhid (bir olan) ve Kahhâr olan (her şeye gâlib gelen) cenâb-ı Allah'ındır. (Mü'min sûresi: 16)
Süleymân aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!" diyerek, melik ve emir olmak istemiştir. (Muhammed Hâdimî)
Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'a; "Îmân et, mülk ve saltanatın sende kalsın" dedi. Fir'avn da; "Hâmân ile görüşeyim" dedi. Hâmân; "Nasıl olur! Aramızda tapılan bir rab iken, şimdi ibâdet eden bir kul mu olacaksın?" dedi. Böylece, Allah'a kul ve Mûsâ aley hisselâma ümmet olmaktan istinkâf etti (yüz çevirdi, vazgeçti). (İmâm-ı Gazâlî)

Mülk Şirketi:İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp ortak olmaları.
Mülk şirketi ile müşterek (ortak) olan malların geliri, sâhibleri arasında hisselerine göre taksim olunur. (Mecelle)

Mülk-i Habîs:Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.
Bir kimsenin elindeki malın, gasb edilmiş, çalınmış, zulüm, hıyânet ile alınmış haram mal olduğu veya mülk-i habîs olduğu bilinmedikçe, mallarını bu yollardan edinmekte olduğu bilinse dahi, elindeki bu malı helâl mülkü bilmek lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
Verilenin haram mal veya mülk-i habîs olduğu bilinirse, bunu verenden almak hiçbir sûrette câiz (uygun) olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Mülk-i Yemîn:Bir kimsenin emrindeki köleler ve câriyeler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve fiil ile) , akrabânıza (ziyâret etmekle) , yetimlere (gönüllerini almakla) , fakirlere (sadaka vermekle) , akrabânız olan komşularınıza (şefkat ve merhâmetle) , uzak komşunuza (onlar için hayır istemek ve zararı gidermekle) , dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile) , yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla) , mülk-i yemînlerinizde bulunanlara (yumuşak muâmele etmekle) iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik etmeyip) kibirlenerek insanlara haksız yere övünenleri sevmez. (Nisâ sûresi: 36)
Avret yerini ört! Zevcenden ve mülk-i yemîninden başkasına gösterme! Yalnız iken de, Allahü teâlâdan hayâ ediniz! (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)

MÜLKİYET:İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.
İslâm hukûkunda devlete, cemiyetlere ve ferdlere mülkiyet hakkı tanınmıştır. Fakat mülk edinirken, haram yollara baş vurmak, başkalarının haklarına tecâvüz etmek, zayıfları ezmek, kesin olarak yasaktır. İslâmiyet, mülkiyet hakkını tanımakla berâber, insanların bu konuda hırslı olmalarını da istemez. Çünkü Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selem; "Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin anasıdır" buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜLTEZEM:Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan Kâbe duvarı.
Hac esnâsında Minâ'da şeytan taşlandıktan sonra,Mescid-i Haram'a gelinir.Tavâf-ı sadr veya vedâ tavâfı yapıldıktan sonra, Zemzem suyu içilir.Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve sağ yanak, Mültezem denilen yere sürülür.Sonra Kâbe perdesine yapışıp d uâ edilir. Ağlıyarak mescid kapısından dışarı çıkılır. (Mevkûfâtî)
Bir kimse karnını Kâbe duvarına değdirip, Mültezemi vesîle (vâsıta) ederek Allahü teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan kusurdan korur. Böyle olduğu çok tecrübe edilmiştir. Allahü teâlâ, Mültezem denilen yerdeki birkaç taşa; hayra, faydaya ve sîle olma özelliği vermiştir. Aspirine ağrı kesmek, alkole aklı gidermek özelliklerini verdiği gibi, Mültezem denilen yerdeki taşlara başka taşlardan farklı olarak duâların kabûl olmasına sebeb olma özelliğini vermiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

MÜMEYYİZ:Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.
Mümeyyiz olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Mümeyyiz çocuğun zararlı işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse de, sahîh (geçerli) değildir. (Mecelle)

MÜ'MİN (El-Mü'min):
1. Allahü teâlânın Esmâ-ül-hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Her türlü emân ve emniyet (güven) veren.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, mâlik ve sâhiptir, münezzehtir, selâmet verendir, mü'mindir, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allahü teâlâ puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, uzaktır. (Haşr sûresi: 23)
2.Îmân eden, Resûl-i ekremin bildirdiklerinin hepsini kalbi ile kabûl edip, dili ile söyleyen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşasınız. (Nûr sûresi: 31)
Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar. (Hadîs-i şerîf-Menâzil-üs-Sâirîn)
Mü'min o kimsedir ki, kendi için sevdiğini din kardeşi için de sever. (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Mü'minler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücûd gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, diğer âzâları da bu yüzden humma ve uykusuzluğa tutulurlar. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min olmak için, yalnız Kelime-i şehâdeti (Eşhedü en lâ...) söylemek yetişmez. Münâfıklar (inanmadığı hâlde müslüman görünenler) de bunu söylüyor.Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, şerîatin (İslâmiyet'in) emirlerini seve seve yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kâmil (olgun) mü'minin dört alâmeti vardır: Dili zikreder (Allahü teâlâyı anar), sessizliğinde tefekkür eder (Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünür), ibret nazarıyla bakar, hayırlı işler yapar. (Ebû Bekr Verrâk)
Mü'minin istirahati âhirettedir. İki üç gün bu fânî dünyâda zahmet çeker. Bu, günahlarına keffâret olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜMÎT (El-Mümît):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan cisimden rûhu alan, öldüren.
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirdiği doksan dokuz isminden birçoğu, yaratıcı olduğunu gösterir.Meselâ Mukît, Hâlık, Bârî, Musavvir, Razzâk, Mubdî, Muîd, Muhyî, Mümît,Kayyûm, Vâlî, Bedî' isimleri böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Mümît ism-i şerîfini söyleyenin nefsi itâate gelir. (Yûsuf Nebhânî)

MÜMKİN-ÜL-VÜCÛD:Var da olabilen, yok da olabilen. Allahü teâlâdan başka her şey, bütün âlem.
Mevcûd yâni var olan şey ikidir. Biri mümkin-ül-vücûd, ikincisi, kendi kendine hep var olan, başkası tarafından yaratılmayan demek olan Vâcib-ül-vücûddur. Eğer mevcûd, yalnız mümkin-ül-vücûd olsaydı ve vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbir şey var olma zdı. Çünkü yok iken var olmak bir değişikliktir, bir olaydır.Her cisimde bir olay olması için, bu cisme dışardan bir kuvvetin te'sir etmesi, bu kuvvet kaynağının bu cisimden önce mevcûd olması lâzımdır. Bunun için mümkin-ül-vücûd olan mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkta duramaz. Ona bir kuvvet te'sir etmeseydi, hep yoklukta kalırdı. Var olamazdı. Kendi kendine vâr edemeyen, başka varlıkları elbette var edemez, yaratamaz. O hâlde, mümkin-ül-vücûdu yaratanın, Vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır.Bütün mümkin-ül-vücûdların tek yaratıcısı Vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MÜMTENİ'-UL-VÜCÛD:Var olması mümkün olmayan, hep yok olması lâzım olan.
Allahü teâlâya ortak (eş, benzer) bulunması Mümteni'-ül-vücûddur. Allahü teâlâ gibi ikinci bir ilâh var olamaz. Bu imkânsızdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MÜNÂCÂT:Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak.
Kul, şehvetlerini (nefsinin isteklerini) benim tâatim üzerine tercîh ettiği vakit, ona vereceğim cezânın en hafifi, bana münâcât zevkinden onu mahrûm etmektir. (Hadîs-i kudsî-İhyâ)
Aklı başında olan, günü dörde bölmelidir. Birinde Rabbine münâcât etmeli, diğerinde nefsini hesâba çekmeli, öbüründe Allahü teâlânın sun'ı bedî' (yarattıklarının güzelliğini) ve azametini tefekkür etmeli (düşünmeli) , diğerinde de yemesi ve içmesi ile uğraşmalıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Namaz kılmak, münâcât ve gizli yalvarıştır. Gaflet ile münâcât olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
"İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda bırakma! Muhtâclara, her şeyi gönderen yalnız sensin! Dünyâda ve âhirette bize, hayırlı ve faydalı şeyleri gönder! Dünyâ ve âhirette, bizi kimseye muhtâc bırakma!" diye Allahü teâlâya münâcâtta bulunmalıdır. (Muhammed
Rebhâmî)