Arama


NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
2 Eylül 2006       Mesaj #12
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
M - 12

MÜTÂBE'AT:
Tâbi olmak, uymak.
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma mütâbeat iledir. O'na mütâbeat için, îmân etmek ve ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in emir ve yasaklarını) öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat; dînimizin emir ve yasaklarına uymak ve kâfirlik âdetlerini terketmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat niyyetiyle gün ortasındaki uyku (kaylûle); mütâbeatla olmayan çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedelerden üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat olmadıkça kurtuluş muhâldir (imkânsızdır). (Sa'dî-i Şîrâzî)

MÜT'A NİKÂHI:
Şâhidsiz olarak bir kadına belli miktarda para verip, belli bir zaman için berâber yaşamağı sözleşmek.
Ey müslümanlar! Kadınlar ile müt'a nikâhı yapmanıza izin vermiştim. Fakat şimdi bunu, Allahü teâlâ harâm etti. Kimin yanında böyle kadın varsa, onu salıversin ve ona verdiği malı geri almasın! (Hadîs-i şerîf-Müslim, İbn-i Mâce)
Müt'a nikâhı, dört mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) de harâmdır. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MÜTASARRIFA:
İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.
İnsandaki görünmeyen his organları beştir:Birincisi hiss-i müşterek; his organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen hâricî te'sirlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, hayâldir. Hiss-i müşterekte toplanıp anlaşılan, his edilen şeyler burada sa klanır. Üçüncüsü vâhimedir. Meselâ düşmanlık, korku gibi, hissedilenler burada saklanır. Dördüncü kuvvet hâfızadır. Vâhimenin anladığı mânâları saklar. Beşincisi mütasarrıfadır. (Ali bin Emrullah)

MÜTEAHHİRÎN:
Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.
Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ücret ile ezân okutmak, imâm tutmak, Kur'ân-ı kerîm öğretmek, din dersi öğretmek câiz değildir. Müteahhirîn din âlimleri, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz olur dedi. Bunlara sözleşilen ücretin verilmesi lâzım olur. Aslında ücret ile ibâdet yaptırmak câiz değildir. Ancak son zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur'ân-ı kerîm ve din bilgilerinin unutulmaması, imâmlığın ve müezzinliğin yapılabilmesi için ücretl e yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MÜTE'ÂL (El-Müte'âl):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) görünmeyeni de görüneni de bilir. Büyüktür, Müte'âl'dir. (Ra'd sûresi: 9)
El-Müte'âl ism-i şerîfini söyliyenin hâli düzelir, derecesi yükselir. (Yûsuf Nebhânî)

MÜTEASSIB:
Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden, haksız yere düşmanlık eden.
Müteassıb papazlar olmasaydı, hıristiyanların hepsi müslüman olurdu. (İmâm-ı Birgivî)
Mektebde okurken, bize müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün müteassıb ve gaddar olduğu öğretilmişti. Hâlbuki hayâtımın en güzel günleri İstanbul'da geçti. Kendileri ile temas ettiğimiz müslümanlar, son derece nâzik, kibar ve medenî insanlardı . Ancak bizi asıl şaşırtan; Türklerin Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmemeleri ve ona da bir peygamber olarak inanmaları oldu. Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı. Bize bir insan olarak hürmet ediyorlar, bizim müslümanları şeytana uymuş Allah'sızlar olarak görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı en ufak bir fenâ kelime bile kullanmıyorlardı. Evet müteassıb olan bizdik. (Georgina Max Müller)

MÜTEAYYİN:
Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan. (Bkz. Teayyün)

MÜTEHASSIS:
İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya meslekte mâhir olan.
Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına ve zamânının zulmetine ve fesâdına (bozukluğuna) uygun olarak rûhun ilâclarını hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır. (Sarı Abdullah Efendi)
İslâm bilgilerinin ve tasavvuf bilgilerinin mütehassısı Seyyid Abdülhakîm Efendi; "Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra İslâm kitâblarının en üstünü İmâm-ı Rabbânî'nin, Mektûbâtıdır" ve "İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbâtı kadar kıy metli bir kitab daha yazılmamıştır" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)

MÜTEKADDİMÎN:
Önce gelenler; kelâm ilminde, İmâm-ı Gazâlî'ye, fıkıh ilminde Şems-ül-Eimme Hulvânî'ye kadar gelen İslâm âlimleri.
Mütekaddimîn âlimlerine göre, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz değildir. Dînen uygun değildir. Fakat müteahhirîn (sonradan gelen din âlimleri) ise câiz olur, dedi. Çünkü, son zamanlarda, dinde gevşe klik olduğundan, Kur'ân-ı kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imâmlığın yapılabilmesi için bunların ücret ile yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. Fakat bu fetvâ bütün ibâdetlerin ücretle yapılabileceğini göstermez. Yalnız saydıklarımız zarûret olup, mezhebin aslından dışarıda bırakılmaktadır. Hâfızlara ücretle Kur'ân-ı kerîm okutmak, zarûret olmadığı için, câiz değildir. Büyük âlim Tâc-üş-şerîa, Hidâye şerhinde (açıklamasında) diyor ki: "Ücret ile okunan Kur'ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana sevâb hâsıl olmaz." Aynî, Hidâye şerhinde diyor ki: "Hâfızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hâfız da, parayı veren de günâha girer." Câiz olmayan; ücretle Kur'ân-ı kerîm öğretmek değil, ücretle Kur'ân-ı kerîm okumak veya okutmaktır . Bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)

MÜTEKÂMİL:
Kemâle erişmiş, olgun, üstün.
İslâm dîni dünyânın en mütekâmil, en mantıkî ve en son dîni olduğundan, onun hakkında bir kitap yazabilmek için, yazanın yüksek tahsilli yâni ilim sâhibi olması, Arabî, Fârisî ve bir ecnebî lisânı bilmesi, en yeni tabiî ve fennî bilgiler yanında İslâ m ilimleri ile de mücehhez (donanmış) olması lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜTEKAVVİM MAL:
Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.
Bir satışın sahîh (dîne uygun) olması için malın mütekavvim olması lâzımdır.Müslümünlar için şarap, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mütekavvim mal değildir. Denizdeki henüz tutulmamış balık mütekavvim mal değildir. Çünkü t utulmadığı için kullanılması veya satılması mümkün değildir. (İbn-i Nüceym, Ali Haydar)

MÜTEKEBBİR (El-Mütekebbir):
1.Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan bir meliktir. Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri sonsuz azâbdan emîn kılmıştır. Her şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde gâlibdir.Mütekebbirdir. Allahü teâlâ müşriklerin şirklerinden ve iftirâlarından münezzehtir (uzaktır) . (Haşr sûresi: 23)
El-Mütekebbir ism-i şerîfini söylemeye devâm eden kimse, hayırlı rızık ve bereketlere kavuşur. Allahü teâlâ bu ism-i şerîfi okuyanlara hayırlı evlâd nasîb eder. (Yûsuf Nebhânî)
2. Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen. (Bkz. Tekebbür)
Mal ile, evlâd ile, mevkî ile ve rütbe ile mütekebbir olmak insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçer, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. (Hâdimî)

MÜTEKELLİM (El-Mütekellim):
1. Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
Allahü teâlâ hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (kudret sâhibi) ve mütekellim olarak ve sonsuz zamanlarda hep hâzır ve nâzırdır (görücüdür). Hayât, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız ve mekânsız olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mek âna bağlı değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlemlerin şaşılacak bir nizâm içinde olduklarını görüyoruz. Fen her sene bunların yenilerini bulmaktadır. Bu nizâmı yaratanın hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (gücü yetici), mürîd (dileyici), semî' (işitici), basîr (görücü), mütekellim ve hâlık (yar atıcı) olması lâzımdır. Çünkü, ölmek ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık, körlük ve söyleyememek birer kusurdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinâtı, bu âlemi bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Kelâm âlimi. (Bkz. Mütekellimîn)

MÜTEKELLİMÎN:
Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.
Resûlullah efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Sahâbe-i kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşları) sonra, fitneler (karışıklıklar) ve bid'atler (sapıklıklar) çoğaldı. Îmân bilgilerini ve fıkıh (amel) bilgilerini bildirmek vazîfesi din imâmlarına yâni müctehidlere verildi. Bu müctehîdlerden (yüksek din âlimlerinden) îmânı bildirenlere mütekellimîn, fıkhı bildirenlere fukahâ denildi. (Seyyid Abdülhakîm)
Mütekellimîn; dînî akîdelerin (îmân esaslarının) isbâtı için gerekli olan naklî (dînî) ve aklî delîlleri bildirirler ve şüphelerin giderilmesine çalışırlar. (Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe, Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, Ebû Mansûr Mâtürîdî, İmâm-ı Gazâlî, Fahreddîn-i Râzî gibi âlimler mütekellimînden olup, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını (inancını), sapık ve bid'at ehli kimselere ve kendilerine İslâm filozofu adı vere n kimselere karşı müdâfaa etmişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)

MÜTEMETTİ' HAC:
Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce, ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma. (Bkz. Hac)
Kârin ve mütemetti' hacıların şükür kurbanı kesmesi vâcibdir. Kesmeyeceklerse, Zilhicce'nin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra yedi gün daha oruç tutmaları lâzım olur. Hepsi on gün olur. (M.Mevkûfâtî)

MÜTESAVVIF:
Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

MÜTEŞÂBİH ÂYET:
Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır. (Bkz. Müteşâbihât)

MÜTEŞÂBİHÂT:
Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler (Bkz. Âyet) . Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sana Kur'ân'ı indiren O'dur (Allah'tır) . Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir. Bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki müteşâbihâttır. İşte kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerine uyarlar. Hâlbuki, o müteşâbihin te'vilini yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş olan kimseler ise; "Biz ona (müteşâbihe) inandık. Açık ve kapalı bütün âyetler Rabbimiz tarafındandır" derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkem olan (mânâsı açık olan âyetlere) uyunuz. Müteşâbihâta inanınız. Bunlara inandık hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz. (Hadîs-i şerîf-Akîdet-üs-Selef)
Müteşâbih iki kısımdır. 1)Lafzı (sözü) müteşâbih olan âyetler olup yirmi dokuz sûrenin evvellerindeki Sâd, Tâhâ, Elîf lâm mîm, Yâsîn gibi harflerdir. 2) Mânâsı müteşâbih olan âyetlerdir ki, görünen mânâsını vermek günâh olur. Meselâ İsrâ sûresinde; "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." meâlindeki âyet-i kerîme gibi. Allahü teâlâ bununla neyi murâd ediyor ise öylece inandım demelidir. Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir demek en iyi yoldur. Müteşâbih âyetlerin mânâsını a ncak Allahü teâlâ ve Allahü teâlânın kendilerine İlm-i ledün (kendisi tarafından verilen ilim) ihsân ettiği derin âlimler, bildirdildiği kadar anlayabilir. Meselâ tefsîr âlimleri müteşâbihâttan olan "el" kelimesine "kudret, gücü yetmek" mânâsını vermişlerdir. (Kâdızâde Ahmed Efendi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Râzî, Süyûtî)

MÜTEVÂTÎ:
Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet, özellik.
İnsanlık yâni insan olma, insanın bütün ferdlerinde en yüksek derecedeki insan ile en aşağı bir insan da eşittir. Meselâ, insan olma bakımından bir peygamber ile peygamber olmayan aynıdır. Yine yüksek makam sâhibi birisi ile bir köy çobanındaki insan lık eşittir. Birinde daha çok, diğerinde daha az olmaz. Çünkü insanlık, mütevâtîdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Tâbi olmak, uymak kelimesi (sözü) mütevâtî sözlerdendir. Çünkü uymak demek, tâbi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir kimse bir büyüğe uyarsa o kimseye tâbi; uyulan büyük zâta metbû' yâni kendisine uyulan denir. Tâbiin, metbûa uyma sının az ve çok olması ve uyduğu zamânın az ve çok olması, kısa ve uzun olması, uymağı değiştiriyor ise de, bu değişiklik, farklılık, uymak işinin özünü değiştirmez. Bunun mütevâtî olmasını bozmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜTEVÂTİR HADÎS:
Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

MÜTEVEFFÂ:
Vefât etmiş. Ölmüş kimse. (Bkz. Ölüm)
Müteveffânın bıraktığı maldan, önce borçları ödenmelidir. Borçları ödenmedikçe, rûhu iyiler derecesine kavuşamaz. Zevcesine vaktiyle ödemediği mehr yâni nikâh parası da borcudur.Daha sonra günâh olmayan vasiyetleri yerine getirilir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜTEVELLÎ:
Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.
Mahalle câmisinin gelirini toplaması, tâmirini, masraflarını idâre etmesi için mahalle halkının bir mütevellî tâyin etmesi câiz ve lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Vakf eden kimse bir mütevellî tâyin edip, malı buna teslim eder. Bir vakfın bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi olmadan bir şey yapamaz. (İbn-i Âbidîn)

MÜTTEKÎ:
Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhâmetim, her şeyi kaplamıştır. Bu rahmetim (âhirette) , müttekîlere, zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân edenleredir. (A'râf sûresi: 166)
Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden sakınmadıkça müttekî olamaz! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Müttekî âlim ile namaz kılan, bir peygamber ile kılmış gibidir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Mütekkîlerin verâ'ı; harâm ve şüpheli olmayan fakat, helâl olup, şüpheli veya harâma sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttekî sınıfına geçemez. (Bekr bin Abdullah Müzenî)

MÜVAKKİT:
Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse.
İslâm devletlerinde câmi ve mescidler, İslâmiyet'in ilk zamanlarından beri ilim merkeziydiler. Müvakkit adı verilen me'murlar, câminin hemen yanındaki müvakkithâne denilen yerlerde kalırlardı. Müvakkithâneler, zamanlarında tatbîki (uygulamalı) olarak astronomi eğitimi yapan birer okuldular. Müvakkit inceleme, tatbik ve hesaplamada kullandığı, usturlap, güneş saati, rubu' tahtası, kıble nümâ (pusula) ve saat gibi âletleri kullanır, ayar ve tâmirlerini çok iyi bilirdi. Bugün radyo ve televizyonla belli zamanlarda saat ayarı verilerek bütün saatlerde berâberlik sağlanmaktadır. Zamandaki berâberliği eskiden muvakkitler hesaplayıp îlân ederek sağlıyorlardı. Büyük şehirlerde herkesin görebileceği şekilde meydanlara konan saat kuleleri bu sebebden yapılmıştı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÜVÂLÂT:
1. Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.
Müvâlât, Hanefî mezhebinde sünnet, Mâlikî mezhebinde farzdır. (A. Şa'rânî)
2. Dostluk, karşılıklı sevgi. (Bkz. Velî) Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu, Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.
(Ahmed Mekkî)

MÜVÂSÂT:
Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi geçinmek.
Cömertlikten, birçok iyi huylar doğar, bunların sekizi meşhurdur. 1)Kerem; herkese faydalı olmayı, yardım yapmayı sevmek. 2) Îsâr; ihtiyâcı olan malı, muhtâc olan başkasına verip, yokluğuna kendisi sabretmek. 3) Afv etmek, 4)Mürüvvet; başkalarına iyi lik etmeyi sevmek. 5) Vefâ; arkadaşlarına geçimlerinde yardımcı olmak. 6) Müvâsât. 7) Semâhât; vermesi lâzım olmayan şeyleri de seve seve vermek. 8) Müsâmaha etmek; başkasının kabahatini, kusurunu görmezlikten gelmek. (Ali bin Emrullah)

MÜVEKKEL:
Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse.
Her kim sabah namazının farzını cemâat ile kılarsa, kıyâmet gününde yüzü ayın on dördü gibi parlar. Öğle ve ikindi namazlarının farzlarını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ o kula bir saf melek müvekkel kılıp, kıyâmet gününe kadar onun için tesbîh ederler. Her kim akşam namazını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ hazretleri o kişiyi peygamberlerle haşr eder. Her kim yatsı namazını cemâat ile kılsa, o kimse ile Hak teâlâ arasında hicâb (perde) kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

MÜVEKKİL:
Vekil eden, bir kimseyi kendi yerine geçiren. (Bkz. Vekîl)
Vekil, müvekkilden ayrıca izin almadıkça veya, "istediğini yap" diyerek umûmî vekîl edilmedikçe, başkasını kendine vekîl yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan vekil, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekîl yapabilirler. (M. Mevkûfâtî, İbn-i Âbidîn)

MÜZÂREA ŞİRKETİ:
Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket.
Müzâreaya verilmiş bir toprağı, toprak sâhibi başkasına satarsa, alan kimse toprak kurtuluncaya yâni mahsûl kaldırılıncaya kadar bekler. Yâhut mahkeme yolu ile satışı bozdurur. (İbn-i Âbidîn)

MÜZDELİFE:
Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.
Hac esnâsında Arafât'tan dönüşte Müzdelife'de bir müddet durmak vâcibdir. (İbn-i Nüceym)
Arefe (Kurban bayramından önceki gün) gecesi Müzdelife'de yatmak sünnettir. Arafât'tan Müzdelife'ye gelip burada yatsı vakti olunca, akşam ve yatsının farzları birleştirilerek cemâat ile kılınır. Akşam namazını Arafât'ta veya yolda kılanların Müzdeli fe'de tekrar cemâat ile veya yalnız olarak yatsı ile birlikte kılması lâzımdır. Müzdelife'de fecr (tanyeri) ağardıktan sonra vakfeye durmak da haccın sünnetlerindendir. Gece Müzdelife'de yatıp fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp sonra Meş'ar-il-haram denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Mevkûfâtî)
Hac ve ömre için ihrâma girerken, Mekke'ye, Medîne'ye girerken, Müzdelife'de vakfeye dururken, cenâze yıkayacağı zaman, hacâmat (kan aldırma) olduktan sonra, Kadr, Arefe, Berât geceleri ve deli iyi olunca, çocuk bâliğ ve kâfir müslüman olunca gusl et meleri (boy abdesti almaları) müstehâbdır. (Ebû Bekr Ali)

MÜZİLL (El-Müzill):
Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
El-Müzill ism-i şerîfini yetmiş beş kere söyliyen ve sonra duâ eden kimse, hased edenin hasedinden ve zâlimin zulmünden emin olur. (Yûsuf Nebhânî)

MÜZZEMMİL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi.
Müzzemmil sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen el-Müzzemmil kelimesinden dolayı Sûret-ül-Müzzemmil denilmiştir. Müzzemmil, örtünüp bürünen demektir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Müzzemmil sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed!) Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'ân oku! Doğrusu biz sana taşıması güç bir görev vereceğiz. (Âyet: 1-5)
Kim Müzzemmil sûresini okursa, Allahü teâlâ ondan dünyâda ve âhirette zorluğu kaldırır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîrî)