Arama

Şiir Nehri -1- [Arşiv] - Tek Mesaj #8675

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Eylül 2006       Mesaj #8675
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Avuçlarda Saklıdır Özgürlüğün Zilan Vakti
Ay düşer geceye,


bilinmezlikle dolu bir bilmecedir gece...


Melez şafakların utangaç yüzüdür


Öte yüzü ışık, öte yüzü biz olan yanımızdır.



Biz ışığa devrilen gecelerden geliriz...


Tan doğanda


ışığı hep biz


avuçlarımızda saklarız...


Düşümüz de hep yıldız yağmurunun hazanlarıdır


Ve biz


ışığa aşığız.



Avuçladığımız, doya doya içtiğimiz,


baktıkça utandığımız


ve her döngüsünde kendimiz olduğumuz gerçekliğimizdir O.


Ve O içimizdedir.


Bizde umudun içinde.



Bazen baharı selamlayan gelinciğin nazlı kirpiğinde takılıdır.


Bazen bir uçurum sessizliğinde,


bazen de sim kapıların ışıldayan tokmağında


asılıdır.



Belki zaman tünelinde kaybolan geçmişimizdir.


Belki de mekanı biz olan benliğimiz...


Ama her zaman


yüzümüzü döndüğümüz Kybele'dir ışık...



Biz ışığa aşığız.


Mani'nin bahçesi kadar tutkunuzdur O'na.


Onda yaşar, onda ölür, onda ararız umudu.


Umut bir ateş parçası içimizde,


bir kurulu volkan,


ışığın huzmelerinde arınan gerçektir


umut...



Ve bu yürek atışında,


bir geleceğin kıyısına oturmuş tarihin seyrindeyim.



Ay düşmüş gecede


yıldızlara uzandım. Zülüflerine dokundukça ağladım.


Bir haziran yüreğimle


Fırat'a aktım ve tarih benim seyrimdeydi...



FIRAT.


Taşkın öfkende


kabarır yüreğim


Süzülen perçeminde,


Kınalı yataklarında döllenir


umudum.



Döllenen umudumla Fırat'taydım. Kıyılarına değen çapalara, toprağa düşen


tohumlara dokundum. İştar'ı gördüm, kara başlı çocukları, şiir dilli


anaları...


İştar'ı tılsımlı toprağın şafağında gördüm, utandım. Deniz gülüşleriyle


dokundu bana. Tanrıça kadar sıcak, tanrıça kadar yakındım ona... Sonra umuduma dokundu,


kutsanmış toprağını avuçlarımda sakladı. Ve ben suskundum.



Yıldızlar gezinirken gecede ben tarihin ötesindeydim.


Tarih kıvrılıp giderken mekana


zamandaki izlerini aradım ve nazlı geleceğimle ben Diclem'e akıyordum.


Dicle


onbinyıllık yalnızlığımdı.



Hangi mekan döngüsünde akansın


DİCLEM


Hangi bilinmez kıyılarda.


Aktıkça mekan olur yüreğim,


Ve sen mekanıma dolarsın...


Seni bir zaman yokluğunda damıttım,



Tarih yok olmuş mekandır


DİCLEM...


Tarih uçsuz medeniyetin kıyısında


DİCLEM'dir...



Dümensiz bir mekanda Diclem'deydim. Dicle nazlı, Dicle


geleceğin umudunu serper kayalara... Star'ın kırpışan bakışlarında kıvrılırdı


Dicle... Kıyısına takılır gözlerim. Kıyısı bize koşan ötemizdir. Ve biz ötesinde


inzivadayız...


Sessiz kulelerde soylu...


Bir sunak taşına serilir


yüreğimiz bir haziran sonu.


Umudumuz ateşte tavlanır ve biz sunaklara adanmışlardanız...



Peçeli gözleri ile Zerdüşt'ü sunakta gördüm.


Geceyi yalayan ışığında


gülümsüyordu bana...


Zifiri bir gecede yıldızlar uzandı.


Bir tutam yıldızı


sunaklarda adadı.


Kızıllığında kutsayıp avuçlarıma uzattı.


Ürktüm...


Bir avuç ateşle çığlıklayan meşaleydim...


Ve Ahriman gölgemde çökmüştü.



Bir avuç toprak, bir avuç ateş ile tarihin seyrindeydim.


Mehtaplı bir gecenin evrilen haziranında içkindim...


Yalnızlığım,


sessiz isyanlarımda haykırıyordu artık.


Artık suskundum.


Bir alabora sonrası Munzur'a aktım.


Ali boğazından Kutu deresine dolandım,


coşkundum, kabaran binyıllık kuraklığımla


Deriya Sim'deydim...



Ağıtlı bir anayı kıl çadırında gördüm...


Lorili ezgilerinde


beşiğine dokundum, duruldum.


Umudum, isyanım, geleceğimdi ellerinde yoğrulan...


Burnundaki hızmaya, ayağındaki halhala vuruldum,


utandım...


Uzanıp yanaklarına dokundum.


Islak kirpiklerinden gözyaşını topladım.


Gözyaşını yüreğime akıttım.


İçtim...


İçtikçe susadım. İçtikçe doydum,


içtikçe boğuldum.


Soluksuz bir nefesin kıyısına vurdum, bitkindim...



Gezdiğim bir tarih kıyısı belki kirpiğe takılmış bir düştü...


Uyandım ve düşümde gözyaşlarını içtim...


Avuçlarıma baktım, gelecek çizgilerine


karışmış kıvrımlarında toprağın nemini gördüm.


Alev rengi parmaklara dokundum,


sarı-sıcak mekanların yalaz korlarıydı ışıyan.


Zamanı ise bir 30 Haziran şafağı...


Bir tanrıça soyluluğu ve bir GÜNEŞ suskunluğu...



Her şey


suskun dillerin


çalınmış beşiklerin ve ağlamaklı bebelerin çığlığında başladı.


Belki esmerleşen bir gülüşte,


belki de umut ortaklığında.


Her şey alaca bir geyiğin seken yürüyüşünde başladı.


Ama her şey bir 30 Haziran'da başladı.



Oysa biz uyuyan gecenin


ninnileriyle büyümüştük,


belki lorilerin ezgili büyüsünde...


Biz onu geleceğin seherlerinde içmiştik.


Çünkü o biz olan gerçekliğimizdir.


Ve biz tarih kıyısına demir atmış umut gibiydik...


Mağrur


ama cesur...



Ağıtlarımız analarımıza miras kalmıştı,


deşilmiş karınlarımız ise körpe gelinlerimize...


Çocuklarımıza ise hep yalın ayak,


korkulu ninniler kalmıştı


ve biz hep suskun, biz hep virandık...


Kapı kapı dilenip umut dileyen,


efendisinden merhamet umandık.


Biz nüfussuz bir şehir gibi dilsizdik.


Biz,


biz olmayan başkasıydık.



Bin yılların hazinesinde fakirdik...


Bilinmezlik koylarına demir attığımız


korkularımızdı.


Dedelerin, ninelerin, şeyhlerin ve mirlerin muskalayıp sakladıkları, derinlerimize gömdükleri umudumuzdu.


Ve umut içimizde aranmalıydı


yitirilen yerde...


Belki bir pınar başında, belki zapt edilmiş göklerde,


belki sim kapıların eşiğinde.


Kim bilir belki bir tanrıça sunağında...



Bir ışık


gerekiyordu geceye...


İştar gibi,


Venüs, İsis, Zilan gibi bir yıldız


gerekiyordu geceye...


Patlayan bombalar, yalpalayan mermiler gibi.


Zerdüşt gibi bir alev yakmalıydı korkuyu.



Tıpkı yedi günlük kelebeğin


heyecanlı koşuşturmasında


ateşte kutsanmalıydı.


Ve tanımalıydı ışığı... Işıyan gerçekliğini içmeliydi belki...



Belki de yıldızlara uzanıp Zühal'e tırmanmalıydı,


göğün son katında


Zühal'in avuçlarından içmeliydi sonsuzluğu...


Ve bilgeliğin sınırında ölümsüzleşmeliydi.


Belki de Ahu'lu bir sözün kıyısında GÜNEŞ'e dokunmalıydı...


kim bilir belki de bir 30 Haziran günü.



Her hücresinde bir asır


Her bakışında bin umut


Her dokunuşunda sonsuz


gelecek ile kendini yaratmaktı...


Tanrıçalaşmaktı.



Ve bir 30 Haziran günü güneşin


kızıllığında arınıyordu Zilan...



Ateş oluyordu, toprak,


soluduğumuz hava,


içtiğimiz su...



Dicle'sinde öfkemiz, Fırat'ında sevdamızdı.



Zilan,


gerçek olan zamanın tek mekansal tanığı.


Onbin yıllık esaretin zapt edilmiş


zaferiydi.



Ve Zilan; hücre hücre, petek petek ve damla damla


biriken ve


ilmik ilmik dokunan geleceğimizdi.


Çünkü Zilan umuttu,


Çünkü Zilan


içimizdeki tanrıçaydı.


Ve bir 30 Haziran devrilirken geceye tunç el'in eridiği


bir alev girdabında kana bulanmış, al perçemli zülüflerine dokundum,


deniz gözlerine, kınalı avuçlarına...


Minik avuçlarından toprağın nemli kokusu geliyordu.


Hasadı yapılmamış bir tanrıça kıyısı, suskun...


Saçlarından süzülen kızıllık


durulanıp yüreğime akmıştı. İksiri bozulmamış göz yaşı kadar


duru...



Yüreğinin tam ortasında sıkı sıkıya tuttuğu,


sunaklarında adanmış ateşi gördüm,


eridim...


Ve... Ve soluksuz dudaklarından bitimsiz havasıyla umudu soludum,


dirildim...


Sonra...


Eğilip gözlerine baktım, deniz gözlerin alevinde


güneşi gördüm...!


Ve sözünü güneşe adadım...



Tanrıçalar dile gelse


Ve sorsalar dileğimi


Onlara derim ki:


Bana


Bir avuç toprak,


Bir avuç su,


Bir avuç ateş ve


Bir


içimlik soluk verin...


'Neden bir avuç' diye sorarlarsa eğer


onlara derim



ÖZGÜRLÜĞÜN ZİLAN VAKTİ


AVUÇLARDA SAKLIDIR...!