İlk Duruşma
Sonbahar bütün yükünü ağaçlara yüklemiş, sessizliğin yankılandığı sokaklarda her şey derin bir durağanlığın içinde kendi halinde, beklentisizdi. Yüzlerde telaş yerine, yavaşlık, derin bir iç huzurun yansıması vardı doğada. Cevher, her sene olduğu gibi bu sonbahar sabahında da kendi yarattığı bahçesindeki çiçeklerle süslediği ruhunun güzelliği ile yaşıyordu. Sabahın camdan süzülen ilk ışıklarından aldığı güçle, evin geceden kalan dağınıklığını toplar, kızlarını okula gönderir, öğlen yemeklerini hazırlardı. Kendini içinde yaşayan bir kadındı Cevher. Hayatı boyunca hep kendi gibi olmuş, kendinden başkası olmayan, olamayan bir kadın.
Bir gelincik kadar alımlı, dikenler içinde salıvermişti kendini sert rüzgarlara inat. Doğası gereği yüreğini, beynini koruyarak yaşayan, iki yavrusunun üzerine titreyen anaç bir kadındı. Yirmi yıldır süren zorlu bir evliliğin çatısını fırtınalarla uçuran kokuşmuşluğa dayanacak sabrı kalmamıştı artık. İnancını yüreğinde saklayıp, sabrı yaşantısına serpiştirmişti. Onur adına ödünler vermişti kendinden, istemese de. “Örnek” diye bakardı kadınlar ona imrenerek, onca yükü nasıl taşıdığına şaşırarak. Acılarını hep içine gizleyip, zamanla yaşadığı sorunların yok olacağını düşünürken hepsinin eski bir alacaklı gibi karşına çıkması bir anda etrafındakileri de kendisi kadar şaşırtmıştı. Bir yanılsama içinde yaşadığını hissediyordu Cevher artık.
Zaman zaman Cevher ablama uğrar, bir çayını içerdim. Her zaman bir koşuşturma içinde olurdu. Onu gören, son dakikada yetiştirmesi gereken bir işi olduğunu düşünürdü. Düşüncelerim tazelenir; mutsuzken, mutlu ayrılırdım yanından. Kendi sıkıntılarından tek laf etmezdi; anlardım, zoraki atılan kahkahaların altında acılarını gizlediğini. Cevher ablamın karmakarışık olmuş yaşamından kendini nasıl süzdüğünü görürdüm. Nasıl özlem dolu beklentileri olduğunu anlatırdı bazen, sade kelimeleriyle.
Bir cuma günü yanına uğradığımda, onu daha önce hiç görmediğim bir halde görmüş, şaşırmıştım. Saçlarına fön çektirmiş, ayağındaki ince topuklu terlikleriyle alımlı mı alımlı, güzel görünüyordu. Ama bu güzel görüntüde tuhaf bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Sanki yüzü gölgelenmişti; gözleri, buğuluydu nedense. Her zamankinden daha bakımlı ve özenliydi görüntüsü, ama bu görünen düzenin arkasında tam olarak tanımlayamadığım bir iğretilik vardı. “Ablam,” derdim ona - Cevher, diye hitap edemezdim - . Sade, doğal, olduğu gibi, candan bir kadındı ablam.
“Hayrıdır abla?” dedim.
“Sultan, az vaktim var. Sonra görüşsek,” dedi, hareketleri de konuşması gibi aceleciydi o gün.
“Peki,” dedim ve içimi kemiren bir merakla ayrıldım yanından.
Ablamdan başkasının veremeyeceği cevapsız sorular gün boyu peşimden geldiler. Ertesi sabah dayanamadım, telefonla aradım.
“Bir parkta buluşalım Sultan,” dedi. Hazırlandım. Parkaları severdi, şehrin kalabalığından kaçarak sığındığı, “Kendimi buluyorum...” dediği mekanlardı parklar.
Cumartesi günü öğlen saatinde Cevher ablayla sessiz, sakin sonbaharın hüzün kokan yaprakları arasında buluştuk. Duyduklarıma şaşırmıştım. Cevher abla kocasına daha fazla dayanamamış ve acılarını sıraladığı bir dilekçeyle mahkemeye başvurmuştu ondan ayrılmak için. Canına tak etmişti artık. Bir süre ayrı yaşamışlardı, iki tane pırlanta gibi çocuğu yok sayarcasına. Ablamı çok bunaltmıştı kocası. Sağdan soldan duyardık ilişkilerinin dikiş tutmazlığını. Bir esir gibi baskı altında tutmuştu ablamı. İnsan muamelesi görmediğinden yakınan ablamın yaşadıklarını kendi ağzından dinlerdim bazen de. Ama yine de şaşırdım. Demek, bu kadar ihmale, bunca eziyete ve sayısız ihanetlere daha fazla katlanamamıştı.
O sabah biz buluşmadan önce, uzun süredir görüşme talebini ret ettiği kocasıyla görüşmüştü. Aslında ona kalsa bir mahkemede bitsin istiyordu, “Bitsin...” diyordu ablam.
“Hani,” dedi çocuk gözleriyle gözlerime bakarak, “bazı yaşananlar vardır ki, en doğrusu ait olduğu zamanda, ait olduğu mekanda yaşandığı gibi kalmalı.”
Anlıyordum onu. Anlatıyordu uzun uzun, içimi yakarak.
“Sultan, yeter,” dedi, “artık yeter...”
“Peki abla, herkes çok mu mutlu? Baksana, evliliklerin çoğu bu durumda değil mi?” dedim yangına körük olmamak için, ama nafile olduğunu, okun yaydan çıkmıştı, belli. Ablam, kararlıydı ve kararında haklıydı.
Cevher abla her zamanki saygılı edasıyla:
“Ama Sultan, ben o kadınlar gibi davranamıyorum ki!” derken dudakları titriyordu. Sesi derinlerden geliyordu.
Haklıydı ablam. Dişini tırnağına takmış, düşmüş ama hep kendi başına kalkmıştı yaşamında. Üstelik dayak, taciz, alaya alınıp aşağılanmıştı sürekli. Kocasının ruh hali de kötüydü herhalde. Hakkında söylediklerinden dolayı, orta yaş filmleri aklıma geldi. Bu yüzden ablama belli yaş dönemlerinin insan ruh haline etkilerini anlatmaya başladım… İnsanların davranışlarının da mevsimler gibi olduğunu, insanın içinin ısınması için soğuk günleri de yaşaması gerektiğini söyledim, ama o sürekli bir kışı yaşadığından söz etti. Üstelemekten vazgeçtim. Kararını vermişti.
“İzleseydiniz belki yararı olurdu o filmlerin, diyecektim ki?”
“Her yolu denedim, ancak benim filmimin sonu kötüye gidiyor. Etrafımdakileri nasıl etkiledi bir bilsen... Masummuş!” dedi.
“Peki abla, ne yapacaksın?”
Kocasının aradığını, davadan vazgeçip vazgeçmediğini sorduğunu, aralarında geçen konuşmayı anlattı. Ablamın şartlar koşmuştu kocasına, haklıydı da bunlarda. Bir savaşa girilmişse, her iki taraf da bazı ödünleri verecekti mutlaka.
Sıkıntılı, gergin anlatıyordu ablam çocuklarını düşünerek. Çocuklar olmasaydı bu kadar yorulmazdı belki. Ama evlat işte, bir ananın sahip olduğu en büyük hazine...
“Onların hatırı durdurdu beni hep,” dedi.
Boynuna taktığı firuze kolyesinin taşlarına benzeyen göz yaşlarını, ağzından tane tane dökülen kelimelere katarak yaşadıklarını dinlemek öfkelendirdi beni, yaşama karşı. Nasıl öfkelenmem? Nasıl?! Eli işli gözü yaşlı bir kadındır ablam. Emeğiyle yoğrulmuş, yüreği sevgi dolu, ama ne kocasından ne hayattan karşılığını bulamamış bir kadın. Aldatılmıştı küçük ayak oyunlarıyla. Tırnağı etmez kadınlarla yaşadığı çamurdan çirkeften ilişkiler yüzünden çok çektirmişti kocası ona. Hak etmemişti ablam bu yaşadıklarını, yaşatılanları.
“Eskiler doğru söylemiş belki, erkeğin tırnağını büyütmeyeceksin, iki yakasını bir araya getirmeyeceksin, diye...” dedim.
“Peki Sultan, ne yapsaydım? Ben de kendisi gibi mi yaşasaydım? Lükste, şatafatta hiç gözüm olmadı ki benim... Hep, geleceğimiz dedim... Ne yapsaydım? Har vurup harman mı savursaydım birikmişimi? Hem zamanı, hem eldekileri hor mu kullansaydım? Böyle daha mı iyi olurdu? Öyle bir kadın olsaydım yaranacak mıydım ona sanki? Sen deme bari bunları bana, Sultan...” dedi ablam.
Haklıydı. Ablam sadece kendisi için koşuşturmamıştı. Hep “biz” demişti. Kıyamamıştı kocasına, çocuklarına. Ancak, kocası ona nasıl da kıymıştı... “Sen kıymazsan, kıyarlar sana!” sözü bir kez daha doğru çıkmıştı işte. Ablama karşı son derece cimri olan kocası, başka kadınlara nasıl da yedirmişti elindeki avucundakini. Daha neler neler anlattı ablam, meğer ne derinmiş yaraları, kan revan içinde.
“Dün mahkemeye gittim,” deyince merakla sordum.
“Ne oldu?”
“Sabah saat onda.” Dikkatle dinliyordum Cevher ablamı. Ona büyük hayranlık ve sevgi duyuyordum, yaşadıkları beni öylesine etkiliyordu ki!.. Nasıl etkilemez?! Kim etkilenmez ki! Şimdiye kadar tanıdığım kadınların dışında biriydi benim için. Sıra dışıydı. Avukata bile gerek duymamıştı, savunma gerektirmeyecek bir boşanma, diye düşünmüştü. Üstelik son yaşadıkları ile maddi olarak da soluğu kesilmişti.
“Mahkeme salonunun kapısında göz aşinalıyla tanıdığım bir kadın avukatla selamlaştım. Geçmişte selamım olan biriydi. Birkaç ay öncede işyerime ziyaretime gelip ağzımdan laf almaya çalışmıştı, Fatma Hanım. Uzun sözün kısası, kocam bu kadını vekil tayin etmiş. Hakim adımı okudu. Bir ara, ayakta durmam gerek, diye düşündüm otururken. Ancak karşımda Avukat Fatma hanımın oturduğunu görünce ben de kalkmadım. Hakim, kaç çocuk olduğunu sordu; iki, dedim. “Eyvah! Yine çocuklar!” dedi hakim. Çocuklarım, diye geçirdim içimden. “Çocuklar kimde kalmakta?” diye sordu Hakim. O sırada, görevlilerden biri geldi; “Ayağa kalkın hanımefendi,” dedi sessizce, kulağıma. Haklıydı, bir makamın önünde oturulmazdı değil mi? Birden kendimi toparlayıp kalktım ayağa. Televizyonlarda gördüğüm mahkeme salonlarına benzemiyordu. Sade ve eskiydi her şey. Ürkütücü değildi salon. Hakime, çocukların ikimizde de kaldığını, babasının başka bir evde kaldığını söyledim. Ayşe’yi okullar açılınca babası yanına çağırmıştı. “Yalnız yaşayamam,” diye.””
“Ama Cevher abla, bak kocan çocukları sahipleniyor, güzel değil mi bu?” dedim.
“Güzel, Sultanım, hiç olmazsa kızlarını fark etti yıllar sonra. Bunu takdir etmekteyim hiç olmazsa. Hepimizi unutmuş gibi yaşadı yıllarca, ne yaptığını bilmeden. Şaşırmaya görsün insan oğlu derler ya… İşte bizimki de öyle oldu. Ah, çocuklar. Bütün bu eziyeti onlar çekti, çekiyor aslında. Bunu hiç aklımdan çıkaramıyorum. Ancak kendim de önemliyim, diyerek bu yola girdim işte. Gözümün önünde sekreteriyle yaşadığı midemi bulandırıcı rezillikler... Bardak taştı işte... Neyse. “Şahitleriniz? Delilleriniz?” diye sordu Hakim, yumuşak bir sesle. Aslında, yediğim son dayak yüzünden aldığım bir haftalık sağlık raporu vardı elimde, delil olarak. Şahitlerim, “Bu defa çıkmayalım,” deyip gelmemişlerdi. Belki iyi olursunuz, diye beni ikna etmeye çalışmışlardı. Ne kadar yoğun baskı vardı üzerimde bir bilsen... “Burası Anadolu kızım!” diyen diyeneydi. Sanki ne olurdu boşanmış kadına Anadolu’da? Sanki Anadolu da boşanmak kötü kadınlığa atılan ilk adımdı. Çocuklar arada kalıp çok yorulurdu, bu kesindi, ama kadına hiç bir şey olmaz eğer kendini biliyorsa, diye düşünerek kendime güç verdim. Erkeğin rezil olacağı aşikar. Hele benim gibi sürekli bir hizmetçiye alışmış bir erkek... Zor bulunur bedava hizmetkarlık yapan kadın bu devirde. “‘Getirmedim Hakim Bey,’ diye yanıtladım sorusunu. Hakim, gülen gözlerle umutlanmıştı. O da bir insan, bir aile içinde yaşıyordu. Gülümser dudaklarından şu sözler döküldü:
“İyi etmişsiniz kızım.’ Katibine, “Yaz,” dedi. İki ay sonrasına gün verdi. Bir görevli, bir kağıda duruşma tarihini yazıp elime tutuşturdu.
Dikkatle dinliyordum Cevher ablamı. Çantamın içine elimi uzattım. Naylon hışırtıları arasından iki elma çıkardım, birini ablama uzattım.
“Canım istemiyor Sultan, sağ ol,” dedi. Israr ettim. Soğuyan havada elmalarımızı kabuğuyla yemeğe başladık.
“Peki Cevher abla ne yapacaksın şimdi?” diye sordum.
Ablam belli ki halen mahkeme salonundaydı. Duymadı sorumu. Konuşmaya devam etti.
“Fatma Hanıma hiç söz vermedi, Hakim. Acaba gerek mi duymadı, anlamadım. Avukat cüppesiyle oturuyordu öylece. Etine dolgun, solgun yanaklarına allık sürmüştü, düğüne gider gibi süslenmiş püslenmişti. Vişne çürüğü rengindeki rujuyla bir biblo gibi duruyordu karşımda. Üzerindeki cüppe olmasa, tipik bir ev kadının kapı önünde oturduğunu sanırdın. Son zamanlarda her kadına baktığımda gördüğüm aşağılanmışlık, ezilmişlik, taciz ve ümitsizliği onun yüzünde de gördüm. Kocamı savunmaya gelmişti kocamı tanımasına rağmen. Her şeye göz yumabilecek bir vurdumduymazlık vardı Fatma Hanımın hareketlerinde. Keşke ben de onun gibi olsaydım, diye düşündüm bir an, ancak kadınlık ve insanlık gururu yerle bir edilmiş bir kadının karşısında onun gibi hissiz durmak asla içime sinmezdi.”
Vakit hayli ilerlemişti. Elmalarımızı yemiş, termosa koyup getirdiğim çayı bitirmiş, sigara paketlerini boşaltmıştık.
“Hayırlısı olsun Cevher abla, ne diyeyim. Belki bir gün, olur ya, bir zeytin dalı uzatırsın, arada çocuklar var ne de olsa. Boşanma sizi ne kadar uzaklaştırabilir ki birbirinizden... İkiniz de ortak bir noktaya bağlısınız, isteseniz de ipinizin izin verdiği ölçüde uzaklaşırsınız birbirinizden. Kocana o zeytin dalını uzattığında, büyüklük yine senin olacaktır abla.”
“Bilemiyorum Sultan. Ama bildiğim bir şey var, o da büyüklüğümü, onu defalarca affederek küçültmüş olmam. Öfkemi zaman yenebilir mi? O iki fidanın hatırı için bir zeytin dalı, diye çok düşündüm, ama Sultanım o mevsim geçti bende; o gün, zamanın geri dönülmezliğine kilitlendi...”
Tahta bankların üzerinden kalktık, toparlandık, dostça paylaşarak azaltmıştık sıkıntılarımızı. Yarına umutla bakarak, yan yana yola koyulduk iki arkadaş, yüzlerimizde buruk bir gülümsemeyle…