Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Eylül 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
*İçki neden birden yasaklanmadı?
Allah’ın bir ismi de Hakîm’dir. Yani yaptığı her işi, hikmet ve faydalara göre yaratır. Nitekim insanın büyüyüp kemale ermesi, çekirdeğin yeşerip ağaç olması, bir yumurtanın açılıp kuş olması belli bir süreçle gerçekleşmektedir. Allah’ın kâinatta geçerli olan bu kanununu, dinin bazı emirlerinde de görmek mümkündür. İşte yüce Rabbimiz, Hakîm isminin gereği olarak, alkollü içki alışkanlığını toplumdan söküp atmak için, tedriç yani yavaş yavaş men etme metodunu irade etmiştir. Diğer taraftan, içki birdenbire haram edilseydi, içkiye müptela olmuş o asrın insanları İslamiyet’i kabulde nazlanabilirlerdi. Alışkanlıklarını bırakmak istemeyebilirlerdi. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de içki ile ilgili ayetler, kademeli olarak şu sıraya göre nazil olmuştur:

1- “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden hem bir içki yapıyor, hem de güzel rızk ediniyorsunuz. Bunda aklı eren kavim için elbette ibret vardır.” (Nahl Sûresi, 67) Bu ayette içkinin güzel rızk olmadığı açıklanmıştır. Bu ayetin nüzulü ile, içkinin dinen tasvip edilmeyen bir madde olduğu anlaşıldığından, bazı sahabeler içkiyi terk etmişlerdi. Aslında bu ayetin inzali ile, içkinin ileride haram olacağı da anlaşılmıştı.

2- “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Onlarda hem günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.” (Bakara Sûresi, 219)

3- “Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa Sûresi, 43) Bu ayet-i kerime, sarhoşken namaz kılmayı men etmiştir. Bu durumda, beş vakit namazını hiç geçirmeksizin kılan bir sahabenin, gündüz iki namaz arasında içki içmemesi gerekiyordu. Aksi takdirde, yani gündüz iki namaz arasında içki içecek olsa, alkollü içkinin sarhoşluk edici tesiri geçmeyeceği için namazı kılamayacaktı. Belki yatsı namazından sonra içki içebilecekti. Bu durumda büyük bir sahabe kitlesi daha içkiden tamamen vazgeçmişlerdi. Çünkü alkole alışmış olan vücutlar, artık yavaş yavaş ondan uzaklaşıyordu.

4 -“Ey iman edenler! İçki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, murada eresiniz.” (Maide Sûresi, 90)

5- “Şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?” (Maide Sûresi, 91)

Bu son ayet ile alkollü içkiler kesin olarak haram edilmiştir. Sahabelerden Hz. Enes (ra.) anlatıyor: Biz içki alemindeydik. Ben dağıtıyordum. Bir adam geldi “İçki haram edildi.” dedi. Arkadaşlar derhal “Şu içki kaplarını dök, temizle.” emrini verdiler. O haberden sonra kimse ağzına içki almadı.
*Zamana sövmek ve felekten şikayet etmeyi yasaklayan bir hadis-i şerif var mıdır? Varsa bunun açıklaması nasıldır?

----Buhari'nin bir rivayetinde şöyle buyuruluyor:

“Allah Teala buyuruyor ki: Ademoğlu dehre söverek bana eziyet verir. Halbuki ben dehrim (zamanın yaratanıyım). Her şey benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim”

Cahiliye devrinde Arapların, musibetlerin ve belaların gelmesini zamana izafe ettiklerini ifade eden Buhari Şarihi Bedrüddin Ayni şöyle der:

“Cahiliyet devri Araplarının bir kısmı gece ve gündüzün devranından ibaret olan dehre söverlerdi. Çünkü bu kısım Allah'a inanmaz ve bütün hadiseleri zamana atfederlerdi; yani hadiselerin vuku bulduğu gece ve gündüze hamlederlerdi . Her şeyin zamanın emriyle olduğuna inanırlardı. İşte bunlar Dehriler olarak adlandırılırdı.”

----Şarih Ayni ifadelerine şu açıklamalarla devam eder:

“İşte Hz. Resulullahın (a.s.m.) bu hadis-i şeriften maksadı, sizden biriniz zamana sövmesin, çünkü zaman gerçek fail değildir. Yapan Allah'tır. Bu musibetleri başınıza getirdiğine inandığınız zamana sövdüğünüzde, Allah'a sövmüş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allah'tır. Cenab-ı Hakkın ‘Ben zamanım' demesi ise, ‘Ben zamanın sahibiyim' manasındadır.”(1)

Gerçekten Cahiliye devrinde her kötülüğü zamana nispet eden bir grubun var olduğuna, onların “Bizi ancak zaman öldürür”(2) şeklindeki sözlerini nakleden ayet-i kerime işaret etmektedir. Bu fikir, tarihte inkarcı cereyanlar arasında “Dehrilik” olarak yer almıştır. Bunların İslamiyetten sonra da tesirleri görülmüştür. İşte bu hadis-i şeriflerde, zamanı gerçek fail telakki ederek sövmek yasaklanmaktadır.

Bu vesile ile şu hususu izah etmekte de fayda vardır: Zaman zaman bazı eski alimler dahi kitaplarında zamandan şikayet etmiş, “feleğin kubbesine” taşlar atmışlardır. Çünkü bazı kötülükleri gidermeye güçleri yetmemiş, ümitsiz kalınca da zamandan ve felekten şikayet etmişlerdir. Bunların bu şikayetleri, zamanı gerçek fail kabul ettiklerinden değil, hadiselerin arzu ve istekleri istikametinde cereyan etmediğinden dolayıdır.

İşte mü'minlerin de zaman zaman felekten şikayet etmeleri bu yüzdendir. Yoksa her müslüman zamanın, Cenab-ı Hakkın bir kanunu, bir mahluku olduğun bilir.

*Kötülük yapmayı düşünmek mesuliyet gerektirir mi?

Cenab-ı Hakkın insanlar üzerindeki rahmet tecellileri çeşitlidir. İster iyilik, ister kötülük olsun insanların yaptıklarına rahmeti ile karşılık verir. Kur’an-ı Kerimde bir kimsenin iyilik yapmasına on kat sevap verileceği, kötülük yapmasına da misli kadar günah yazılacağının beyan buyurulması bu sonsuz rahmetin bir tecellisidir.

Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadis-i şerifte bu hususu açıklamaktadır. “Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazılmasını emretti” buyurduktan sonra şöyle devam etmektedir:
“Bir kimse bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa, Allah kendi katında o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüze ve daha fazlasına kadar çıkarır. Ve eğer fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar.”(1)

Hadis-i şerifin izahında Allah’ın rahmetine, fazlına dikkati çeken Sahih-i Buhari Şarihi Ayni, “azm”le “niyet” etmek arasındaki farka da temas etmektedir. Bir kimse kötülük yapmayı niyet eder de yapmazsa mes’ul olmadığı gibi Cenab-ı Hakkın fazlından bir sevap kazanır. Fakat azmetmek ayrıdır. Azm bir kötülüğü yapmak hususunda kendi iç aleminde kalben ve fikren karar vermektir. İnsanın kötülük yapmaya karar vermesi bazı alimlere göre mes’uliyet gerektirir.(2)

Aynı şekilde iyiliğe niyet etmek sevabı kazandırdığı gibi, azmetmek de daha fazla sevabı kazandırır. Demek burada ister azm, ister niyet olsun, hep iyiden ve güzelden yana olmak her zaman menfaatimizedir.

İnsanın hayaline gelen kötü şeylerden insan mes’ul değildir. İnsan kötü hayalleri adet haline getirmemeli, kendi arzu ve isteğiyle o hayallere girmemelidir. Birisini dövmeyi düşünmek, bir gayri meşru fiili yapmayı düşünmek de bu kısma girer. Sorumluluk gerektirmez. Ancak kardeşlik ve sevgi gibi güzel düşüncelerimize zarar verebilir.

İnsan manevi ve hayırlı şeylerde karar vermese de yine sevaba mazhar olur. Çünkü güzel ve hayırlı şeyler nurludur. Cenab-ı Hakkın lütfuyla, insanın onları kendi aleminden geçirmesi dahi sevaba ve hayra vesile olur. Bir hadis-i şerifte mü’minin niyeti amelinden hayırlı olduğunu işaret edilmesi bu hakikatı ifade etmektedir.(3) Çünkü Cenab-ı Hakkın insanın ibadetine ve iyiliklerine ihtiyacı yoktur. İnsanın halis niyetini ibadet etmiş gibi kabul eder.

Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadis-i şerifte bu hususu şöyle beyan eder:
“Geceleyin kalkıp nafile namaz kılmak niyeti ile yatağına giren ve sabah namazı zamanına kadar uyuya kalan kimse için niyet ettiği namazın sevabı yazılır ve onun uykusu, Rabbi tarafından kendisine verilen bağış olur”(4)

Aslında bu ilahi fazl ve rahmet mü’minleri daima şevk ve gayrete getirmelidir. Bütün hayatı ibadet haline getirebilecek bir noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir.

Bediüzzaman niyet hakkında şu mühim açıklamayı yapmaktadır. “Niyet öyle bir hasiyete maliktir ki, adetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir [ilaç> ve bir mayadır. Ve keza niyet ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur". (5)

O halde mü’minler hayal ve niyet gibi bütün duygularını ebedi hayatın kazanmasına faydası olacak şeylerde harcamalıdırlar. Hayal gibi güzel bir duyguyu basit ve adi şeylerde değil de ulvi ve manevi şeylerde harcamak en uygunudur.

*Sakal bırakmanın ve kesmenin hükmü nedir?

Sakal, Resûl-i Ekrem Efendimizin ehemmiyetli sünnetlerinden biridir. Hiçbir âlim farz olduğunu ileri sürmediği için, terkinde de farzın terki gibi bir hüküm verilmemiştir. Sakal sünnetinde Şafiî ile Hanefî arasında farklı görüş vardır. Şafiî ye göre sakal sünnettir. Kesimi ise sadece tenzihen mekruhtur. Hanefi de ve diğer iki mezhepte ise hüküm farklıdır. Sakalı bıraktıktan sonra kesmek, tahrimen mekruhtur.
*Bazı kimseler istemedikleri halde bankaya para yatırmak zorunda kalıyorlar. Kimi zaman muhafaza için, kimi zaman da ticarî mecburiyetlerden dolayı yatırılan bu paralara banka faiz tahakkuk ettiriyor, dolayısıyla para sahibinin eline faiz de geçmiş oluyor.
-İslâm âlimleri bu konuda iki görüşe sahipler. Bir kısmı, haram mal alınmaz, alınsa bile yenmez, diyorlar. Bunlara göre haramı almaktansa denize, yahut ateşe atmak daha tehlikesizdir. Bilhassa zühd ve takvâ mesleğinde giden bu zâtlardan biri olan Fudayl Hazretleri, eline geçen dirhemlerin haram olduğunu anlayınca taşların arasına doğru fırlatmış, “Ben haram malı elimle tutmak istemem." diyerek hiçbir suretle faydalanmaya lâyık görmemiştir.

Ancak başta İmam-ı Gazalî olmak üzere bazı âlimler de bu gibi paraları bir fakire vermeyi daha uygun bulmuş; denize, ateşe atmakta hiçbir fayda olmadığına, muhtaca vermekte ise mutlak faydaların olduğuna dikkati çekmişler. Gazalî (ks) bu mevzuda İhyâ’sında, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, kendisine ikram edilen koyun etinin haramdan kazanıldığını anlayınca, hemen geri çekilip, fakirlere gönderttiğini, ayrıca Bizans’ın İranlılara karşı harbi kazanacağı konusunda bahse giren Hz. Ebû Bekir’in dediği çıkınca, aldığı develeri de fakirlere verdiğini delil olarak zikretmiştir. Demek ki, haram mal yenmez, ama menfaati şahsından uzak, fakirlere verilir. Bundan sevap da beklenmez, sadece sorumluluktan kurtulma esas alınır.

Faiz para için de söylenecek hüküm bundan başkası değildir. Faizli kuruma para yatırmamalı, yardımcı ve destek olunmamalıdır. Ancak mecburen böyle bir durumda kalınırsa alınan faiz, menfaati şahsından uzak bir yere verilmeli; kitap alıp dağıtmak, yahut gıda maddesi dışındaki ihtiyaçlara verip muhtaca intikal ettirmek gibi bir çâre düşünülmelidir.
*Sigara mekruh mudur?
---Bilindiği üzere sigara, İslâmın ilk asırlarında mevcut değildi. Her kötülük gibi sigara da içimize son asırlarda gayrimüslim ülkelerinden sokulan bir bidat oldu. Bu sebeple, sigara hakkında kesin bir dinî emir bulmak, buna göre yine kesin bir dinî hüküm vermek mümkün olmamaktadır.

Buna göre hükmü şöyle ifade ediyoruz:
Sigara haram sayılmayabilir. Çünkü haramlık delili yoktur. Ancak büsbütün helâl da değildir. Zira, helâl olan şey asla zarar vermez, mahzur taşımaz. Sigara ise zarar veriyor, mahzur taşıyor. Öyle ise sigara mekruhtur. Bu mekruhluk da içenin durumuna göre değişir. Kimine göre (tenzihî – helale yakın) mekruh olur, kimine göre (tahrimî- harama yakın) mekruh.

Maddi imkânı müsait olmayan, çoluk çocuğun rızkını sigaraya verip onları sıkıntıya sokan hakkında haram derecesinde mekruhtur. Ancak böyle bir sıkıntıya sebep olmayacak kadar zengin olan hakkında helâle yakın mekruhtur.

Mısır Müftüsü Haseneyn Mahluf (Şeri Fetvalar) adlı eserinde sigara satışının haram olmadığını bildirir.

Ancak, helal bile olsa güzel değildir. Bazı kazançlar helâl olmakla kalmaz, helâlin de üstünde bir makbuliyet derecesi olan güzel kazançlar mertebesine yükselir. Misvak satışı gibi. Sigarada misvak gibi insan sağlığına hizmet mânâsı yoktur. Sünnet olan bir şeyi satmak gibi bir kutsiyeti de söz konusu değildir. Ancak umumî belva (toplumsal bir sorun) denen çâresizlik gibi bir mânâdan dolayı satışına cevaz verilmiş olur.
*Rüşvet vermek ne zaman câiz olur?
-----Rüşvet, tek kelime ile haramdır. Allah rüşvet verene de, alana da lânet etmiştir. Rüşvetçilikle işini yoluna koymayı âdet edinen insan, makbul insan değildir. Haramla geçinmeyi esas alan kimse sayılır. Haramı esas kabul eden kimse ise ne Allah indinde, ne de kullar indinde makbul olur.

Bir hadîste Peygamberimiz:
— Rüşveti alan da, veren de Cehennemdedir, buyurmuştur.

Bu bakımdan rüşvete hiçbir zaman meşrû denemez, alan da veren de mazur sayılmaz. Ancak şu iki hususta rüşveti vermek zorunda kalan kimse inşaallah mesul olmaz:
1 — Haksız yere hapse girme durumu söz konusu olunca vereceği rüşvetle mâruz kalacağı haksızlıktan kurtulmayı niyet eden kimse.
2 — Başkasının hakkını kendine çevirmek için değil de, kendinin verilmeyen hakkını almak için rüşvet vermek zorunda kalan kimse.
Bu iki durumda da kendi öz hakkını almak söz konusu dur. Başkasının hakkını kendine çevirmek gibi bir haksızlık söz konusu değildir.
İbn-i Âbidinde bu hususta bilgi vardır.
*Zararlı hayvanı ateşe atarak öldürmek caiz midir?
-----Resûli Ekrem Efendimiz canlıları ateşe atmayı yasaklamış, ateşle azabın ancak Allaha mahsus olduğunu açıkça bildirmiştir. Hatta yakılacak bir odun parçasında karınca gibi canlılar varsa, bunu ateşten uzak bir yerde iyice silkeleyip üzerindeki karınca ve diğer canlıları yere düşürdükten sonra ateşe atmak gerektiğini İmam-ı Birgivî Hazretleri eserinde hatırlatmıştır.

Peygamberimiz bir hadîslerinde:
Merhamet etmeyene merhamet olunmaz, buyurmuş, böylece bir canlıyı ateşe atarak yakan kimseye Allah da ateşinde yakarken acımayacağına işarette bulunmuştur.

Bunun içindir ki İslâm, savaşlarda ateşiyle yakarak öldüren silâhları kullanmayı uygun bulmaz, insanları ateşle yakarak savaş dışı bırakmayı, merhamet ve vicdan ölçülerine sığan bir savaş şekli görmez.
Son düzenleyen Blue Blood; 4 Eylül 2006 16:56 Sebep: sıra düzeni