Safiye Elbi Çanakkale Savaşı'nda
Çanakkale Savaşı başladığında Safiye Hüseyin gönüllü hastabakıcı olarak yazılmış; Balkan Muharebelerinde de hastabakıcı olarak görev aldığı için Reşit Paşa Hastane gemisine baş hastabakıcısı olarak verilmişti.
Çanakkale Savaşları başladığında birçok vapur hastane gemisine dönüştürülmüştü. Reşit Paşa da bu vapurlardandı. Hastane gemileri Akbaş veya Kilya iskelesinden yaralıları alıp İstanbul hastanelerine
Hilal-i Ahmer ve Vatan hastanelerine yaralı sevk ediyorlardı.
Reşit Paşa vapuru
Akbaş İskelesi'nde
gelen yaralılara ilk müdahalelerin yapılması için demirli vaziyette tutuluyordu. Gemiye sürekli yaralı taşınmakta
yüzlerce yaralı Mehmetçik deniz üzerinde günlerce acılar içinde kıvranmaktaydı. Gemi dolunca da bu alınan yaralılar Hilal-i Ahmer hastanelerine taşınmaktaydı. İstanbul’dan dönerken asker ve mühimmat taşıma görevini de üstlenen Reşit Paşa vapuru
bu nedenle yaralı taşıma işlemini yaparken de birçok defa rahatsız edilmişti.
Çanakkale Müstahkem Mevki Mayın Grup Komutanı Binbaşı Nazmi Bey
günlüğünde Reşit Paşa vapuru hakkında şöyle diyordu:
"27 Nisan 1915
Reşit Paşa vapuru İstanbul’dan asker yüklü olarak geldi. Nara Burnu'nda durduğu sırada düşman ateşine maruz kalmış ve yanındaki Üsküdar vapuru beş dakika içinde batmıştır. Bir çarkçı ve iki er şehit olmuştur. Diğerlerinde hamdolsun bir zarar olmamıştır...”[7]
Çanakkale Savaşları'nı Safiye Hüseyin şöyle anlatmıştı: [8]
"Evet savaşa da iştirak ettim Çanakkale’de uzun müddet kaldım. Çanakkale’de savaş başladığında Alman Salibiahmer (Alman Kızılhaçı) ile bizim Hilal-i Ahmer Cemiyeti birleşmiş
Reşit Paşa vapurunu hastane gemisi yapmıştık. Ben bu geminin hasta bakıcısı olmuştum. Reşit Paşa Çanakkale’ye gidecek
orada yaralıları tedavi edecek
yarası ağır olanları alıp İstanbul’a getirecekti.
….Vaziyet tehlikeli dediler… Ne vapuru olursa olsun… İster hastane vapuru ister Kızılay ister Salibiahmer
İngilizler ---- tutuyorlar. Ben aldırış etmedim. Zaten umumi harp başladığı zaman ben hastabakıcılık için gönüllü yazılmıştım. Gönüllü olarak gidiyordum… Peşinen şunu söyleyeyim ki hayatımda hiçbir zaman ölümden korkmuş değilim.
Reşit Paşa’ya bindik. Çanakkale’ye geldik
Akbaş Mevkii'nde demirledik. Hastaları
yaralıları toplamaya başladık. Ne yaralılar
ne yaralılar. Şu parmakları görüyor musunuz? Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere kapattım. Kaç delikanlının…"
********************
"Yaralıkları aldık
dönüyorduk… Birdenbire tepemizde bir uçak belirdi
güverteye çıktık. Süvari müthiş bir haber verdi:
- İngiliz uçağı...
Mamafih zerre kadar korkmuyorduk. Reşit Paşa gemisinin bir tarafında kızıl bir ay
bir tarafına da kızıl bir salip (haç) vardı. Belli ki hastane vapuru… İçimizden “dünyada bize ateş edemezler” diyorduk. Uçaktan kırmızı bir ışık yükseldi
ve üstümüze dehşetli gürlemeler oldu…
Yine bir gün yaralıları aldık dönüyorduk. Etrafımızda müthiş gürlemeler oldu dehşetli gülle yağmurunun altında kaldık. Reşit Paşa ’nın sağına soluna gülleler yağıyordu
o zaman anladık ki bize ateş ediyorlar. Attıkları gülle bize o derece yakın düşüyordu ki tasavvur edemezsiniz.
Yaralı gaziler vapurlara taşınırken…
Fakat bütün bu tehlikelere rağmen korkmak için vaktimiz olmadı. Çünkü hastalar bizi bekliyorlardı. Ameliyat edecek
yaraları sarılacak yüzlerce hasta vardı. Bunlardan biz kendimiz için korkacak vakit bulamıyorduk.
Bundan sonra düşman adet edinmişti. Ne zaman Reşit Paşa vapurunu görseler tepemize İngiliz işaretli bir tayyare dikiliyor
düşman topçusuna bizim bulunduğumuz yeri işaret ediyor. Bundan sonra o dehşetli gülle yağmuru başlıyordu. Her defasında ölüm tehlikesi geçiriyorduk.
Hele bir keresinde müthiş bir bombardımana tutulmuştuk. İstanbul’a “Reşit Paşa vapuru battı” diye haberler gitmiş. İstanbul’a döndük ki
herkes vapur batmış zannediyordu. Akrabam matem içinde
İstanbul’a adeta ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten dönüş faslı vardır."
En tesirli kelime: Su
su...
"Bir gün bir İngiliz yaralısı bulduk
gemiye getirdik. Zavallı çiçek gibi bir delikanlıydı. Başından aldığı bir yara ile gözlerini kaybetmişti. Gözlerinin üstüne siyah uzun bir sargı sarmıştık. Ağzına damla damla su akıttık. Yaralıların sayıkladıkları en tesirli kelimelerden biri de budur. Su…
Hiçbir ağır yaralının susuz ölmemesine son derce dikkat ederdik. Bir İngiliz yaralısının da ağzına su akıttık. Çok üzgündü
İngilizce mütemadiyen “öleceğim” diyor
arkasından nişanlısının ismini söylüyordu. Ölüm halinde bulunan adama son vazifemi düşündüm… Ve onun düşman askeri olduğunu bir an için aklıma getirmeyerek kendisini İngilizce
kendi ana dili ile teselli ettim:
- Katiyen ölmeyeceksin
yaşayacaksın… Bütün bu korkulu günler geçecek. İyi olup memleketine gideceksin
nişanlına kavuşacaksın…
Bu İngilizce teselli onun öyle hoşuna gitti ki
bir müddet sonra yüzünde müsterih
hatta memnun çizgiler peydahlandı ve öldü…
Biz öleceğini bildiğimiz bütün umutsuz hastaları böyle teselli ederdik.
Ölmeyeceksin daha çok yaşayacaksın diye diye kendilerini bazen buna inandırırdık. Adeta yaşayacaklarına inanmış oldukları halde ölürlerdi.
Gördüğüm en müthiş yaralılar gözlerini kaybedenler. Bunların halleri pek feci oluyor. İçin için eriyorlar... Günden güne sönüyorlar.
Gözlerinin yarası iyi olmak ihtimali bile olsa kendilerini kurtulamıyorlar… Ölüyorlar. Gözlerini kaybedenlerin hali kadar feci bir şey yoktur.
Biz bu Reşit Paşa hastane gemisinin ne kahırlarını çektik. Bazen haftalarca savaş boylarında kalıyorduk. Hele bir keresinde aç kaldık
bite boğulduk. Kömürümüz bitti. Soğukta kaldık."
Son sözleri: Anne !!!
"Yüzlerce yaralının önümde öldüğünü gördüm hemen hemen hepsi de aynı kelimeyi
bu sözü sayıklayarak
“Anne ” diyerek öldüler.
Vapurda muhtelif milletlere mensup yaralılar vardı. Almanlar
Avustralyalılar
cepheden topladığımız İngiliz yaralılar ve bizim yaralılarımız… Hepsi kendi dilleri ile ekseriya tek bir kelime sayıklardı
— Anne !..."
Bir hastabakıcı arkadaşım...
"Bir Alman doktor vardı. Genç karısı Avusturyalı iyi bir hastabakıcı kadın. Bir gün Reşit Paşa vapurunun üstüne gülle yağmuru yağarken:
— Beni deniz tutuyor
dedi. Hastanede çalışmak istiyorum.
Kendisini cepheden biraz gerideki hastaneye tayin ettirdi. Bu küçük bir cephe hastaneydi. Bir müddet sonra haber aldık ki
hastane büyük bir uçak bombardımanına tutulmuş
tahrip edilmişti. Arkadaşım bombaların altında can vermişti. Bizden de 8 şehit vardı.
İşte bu benim en acı hatırlarımdan biridir. Bu hastaneye ben de gitmek istemiştim. Hatta gönderiyorlardı da… Gitseydim muhakkak ki bugün bulunamayacaktım."
Bekir Çavuş: Kumandanım emrinizi yapamadım!...
"Reşit Paşa vapuruna bir gün Bekir Çavuş isminde bir ağır yaralı getirdik. Onun cephenin ön saflarında bulmuştuk. Bir ayağı kangren olmuştu. Hemen Reşit Paşa vapurunda ameliyat masasına yatırdık.
Ayağını kestik. Bir tek ayağı ile kalmıştı ama vaziyeti çok tehlikeli idi. Kangren çok ilerlemişti. Aynı zamanda pek fazla kan kaybetmişti. Adeta ölmesini bekliyorduk.
O gece sabaha karşı kamaramın kapısı hızlı hızlı vuruldu. Kalktım dışarıda bir ses:
Çanakkale Menzil Hastanesi'ndeki Türk yarılaları...
— Başhemşire… Başhemşire… diye bağırıyordu….
Hemen giyinip fırladım
genç bir Alman hastabakıcısı:
— Hani ayağını kestiğimiz yaralı yok mu?
— Bekir Çavuş mu?
— Evet.
— Ne oldu peki?
— Kendisine bir hal geldi hemşire
tek bacağıyla ayağa kalktı. Odanın içinde dolaşmak istiyor.
Hemen koştum. Bekir Çavuş yaralarından kanlar aka aka ayağa kalkmıştı. Yanına koştum. Bileğinden tuttum
müthiş ateşi vardı.
— Aman Bekir Çavuş dedim
Ne yapıyorsun? Bu hal ile ayağa kalkılır mı?
Bekir Çavuş kendini kaybetmiş bir halde idi.
— Aman dedi
Ne diyorsun? Emir geldi
emri yerine getirmek lazım.. Tabii kalkacağım.
Ve sabaha karşı Bekir Çavuş kollarımız arasında dünyaya gözlerini büsbütün kapadı. Bu adamcağız son dakikasına kadar kumandanın emrini
kendisine verilen vatan vazifesini yapmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Son dakikasında bile ne annesini ne sevdiğini düşünüyordu.
Kansız beyaz dudaklarından çıkan en son cümle:
— Emri yapamadım
oldu.
Fakat ben ona kani idim ki Bekir Çavuş vazifesini son derece yapmıştı."
Safiye Hüseyin Anafartalar'da...
"… Maydos’a (Eceabat) gittim. Sonra Anafartalar’a doğru ilerledik. Tepemize iki düşman tayyaresi peydahlandı. Bize adım attırmıyorlar
mütemadiyen bombaları yağdırıyorlardı. Üç saat yürümüş
fena halde yorulmuştuk.
Ölüm muhakkaktı. Tayyareler adamakıllı alçalıp bizi bombardıman etmeye başlayınca gözümün iliştiği bir sıçan deliğine girdik. Üzerimizde epey dolaştıktan sonra gittiler. Biz de karargâha geldik. Tepeden düşman donanması çanak gibi görünüyor. O zaman geçirdiğim bütün tehlikeleri unuttum. Bir kadın için işte bu görülebilmesine ihtimal olmayan bir manzara idi…"