Arama

Osmanlı'da Teknoloji - Tek Mesaj #42

lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
8 Eylül 2006       Mesaj #42
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
Sokrates Platon Aristo
“Boşluk” ve “Doluluk”
Boşluk ve doluluk, atomu düşünmenin temellerini oluşturuyor. Descartes için Alexandre Koy re şöyle der: Yeni bilimin ve yeni matematiksel evrenbilimin ilkelerini açık ve seçik olarak formüle eden Galileleo değil, Bruno değil,ama Descartes oldu,Ama göreceğimiz gibi,hedefi on ikiden vuramadı ve özdek ve uzayı gereksiz bir biçimde özdeşleştirmesi yoluyla kendini 17. yy biliminin önüne koymuş olduğu sorunlara doğru bir çözüm verme araçlarından yoksun bıraktı.”(s:81)
“Atomların bölünemezliği” düşüncesinin kabulü, Tanrı konusun tartışmanın ortasına getirdi. “Atomların bölünemezliği”,Descartes ile onun İngiliz partizanı Henry Mora arasında ilginç tartışmalara yol açmıştı. Descartes, evrende “boşluk” olmadığını,dolaysıyla atomun da olmadığını savunuyordu. Hem de Aristo’dan daha köktenci bir şekilde. Descartes’e göre boşluk, yalnız fiziksel olarak olanaksız olmakla kalmaz,öz bakımından da olanaksızdır. Boş uzay,eğer böyle bir şey varsa, bir varolan yokluk olacaktır. Varoluşunu ileri sürenler,Demokritos,Lucretius ve izleyicileri yanlış imgelemin ve karışık düşünmenin kurbanlarıdırlar. Yokluğun hiçbir özelliğinin ve dolaysıyla hiçbir boyutunun olamayacağını anlamazlar. İki cismi ayıran on ayaklık boş uzaydan söz etmek anlamsızdır: eğer boşluk olsaydı,hiçbir ayrılma olmaz ve yokluk tarafından ayrılan cisimler değme durumunda olurlardı. Ve eğer ayrılma ve uzaklık varsa,bu uzaklık hiçbir şeyin değil ama bir şeyin,eş deyişle töz ya da özdeğin,”ince” bir özdeğin,duyumsamadığımız bir özdeğin,ama gene de ağaçları ve taşları oluşturan “kaba” özdek kadar olgusal ve “özdeksel” bir özdeğin-özdeksellikte derecelilik yoktur-uzunluk,genişlik ya da derinliğidir. Ve bu özdeğin duyumsamaması tam olarak düşünmek yerine imgelemeye alışmamış insanların boş uzaydan söz etmelerinin nedenidir. descartes böylece Giordano Bruno ve Keplerdin yaptıkları gibi dünyada gerçekten boş bir uzay yoktur ve dünya-uzay her yerde “eter” ile doludur demekle yetinmez. Çok daha ileri gider ve ne olursa olsun “uzay” diye bir şeyin,onu “dolduran “özdekten” ayrı bir özelliği olduğunu yadsır. Özdek ve uzay özdeştirler ve ancak soyutlama yoluyla ayırt edilebilirler. Cisimler, uzayda değildirler;ama yalnızca başka cisimler arasındadırlar;”doldurdukları” uzay kendilerinden ayrı bir şey değildir.
Uzay ya da iç yer ve bu uzayda kapsanan cisim düşüncemizde olmanın dışında ayrı değildir. Çünkü uzayı oluşturan uzunluk,genişlik ve derinlikte aynı uzam gerçekte cismi de oluşturur;ve aralarındaki ayrım yalnızca bir cisme onun ötelendiği her zaman onunla birlikte yer değiştirdiğini düşündüğümüz tikel bir uzam yüklememizden ve uzaya öylesine genel ve öylesine bulanık bir (uzam) yüklememizden oluşur ki,belli bir uzaydan onu dolduran cisim uzaklaştırıldıktan sonra o uzayın uzanımını da ötelediğimizi düşünmeyiz, çünkü bize aynı uzam aynı büyüklükte,aynı betide olduğu ve onu kendilerine göre belirlediğimiz dışsal cisimler açısından konumunu değiştirmediği sürece tüm zaman boyunca orada kalıyor görünür. Ama bu hiç kuşkusuz bir yanılgıdır. Ve, ..cismin doğasını oluşturan aynı uzamın uzayın doğasını da oluşturduğunu ve böylece ikisinin cinsin ya da türün doğasının bireyin doğasından ayrı olmasından başka herhangi bir yolda ayrı olmadıklarını kabul etmek kolay olacaktır. Gerçekten de herhangi bir verili cismi tüm duyulur niteliklerinden sıyırabilir ve yoksun bırakabiliriz ve .. ona ilişkin gerçek ideamızın yalnızca onun uzunluk,genişlik ve derinlikte uzamlı bir töz olduğunu seçik olarak algılamamızdan oluştuğunu bulacağız. Ama tam bu (uzamlı töz) yalnızca cisimlerle dolu olan uzaya değil,ama ayrıca boşluk denilen uzaya ilişkin ideamızda da kapsanır. (A.Koyre, Kapalı Dünyadan Açık Evrene,s:82-84…) Descartes’e göre evren, birbirlerinden tam olarak ayrılmış bütünlerin ilişkisiz bir kalabalığı değildir. Bir birlikler ki onda- tıpkı Giordano Bruno’un evreninde olduğu gibi ( ne yazık ki Descartes Bruno’un terminolojisini kullanmaz)- sonsuz bir sayıda alt güdümlü ve kendi aralarında bağıntılı dizgeler vardır,örneğin Güneş ve gezegenleri ile birlikte bizim dizgemiz gibi ve onda sınırsız uzayda birbirleri ile birleşen ve birbirlerini sınırlayan her yerde özdeş olağanüstü büyük özdek burgaçları bulunur. Şöyle der: “ Gökyüzünün özdeğinin yeryüzünün özdeğinden ayrı olmadığını çıkarsamak kolaydır;ve genel olarak,dünyalar sonsuz olsalar bile,bir ve aynı özdekten oluşmamaları olanaksızdır ve dolaysıyla birçok değil ama ancak bir olabilirler: çünkü açıkça anlarız ki doğanın bütününü oluşturan bu özdek,uzamlı bir töz olmakla,daha şimdiden içinde bu başka dünyaların olması gereken tüm imgesel uzayları tam olarak kaplıyor olmalıdır, ve kendimizde herhangi bir başka özdek ide ası bulamayız.” Dünyanın sonsuzluğu böylece kuşkunun ötesinde ve tartışmanın ötesinde doğrulanmış görünür. Gene de gerçekte, Descartes hiç bir zaman onu ileri sürmez. Kendisinden iki yüz yıl önceki Cusalı Nicholas gibi “sonsuz” terimini yalnızca Tanrıya yükler. Tanrı sonsuzdur. Dünya yalnızca belirsizdir.(Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene,s:85) Tanrı ve Boşluk Henry Mora, üstadının sonsuz kavramını açıklamak için Tanrının sonlu olması gerektiği sonucunu çıkarıyor. Şöyle diyor: “Bana gelince,tanrının yalnızca ve yalnızca her yerde bulunduğu ve dünyanın bütün düzeneğini olduğu gibi tekil parçacıklarını da içeriden kapladığı için kendi tarzında uzamlı olduğunun açık olduğuna inanıyorum. Gerçekten de,eğer evrenin özdeğine hemen hemen en yakın tarzda dokunmasaydı ya da en azından belli bir zamanda ona dokunmasaydı,bir kez ilettiği ve size (Descartes’I kast ediyor) göre şimdi bile iletmekte olduğu devimi (hareketi) özdeğe nasıl iletebilirdi? Eğer her yerde bulunmasaydı ve tüm uzayları kaplamasaydı,bunu hiç kuşkusuz hiç bir zaman yapamazdı. Öyleyse Tanrı bu tarzda uzar ve genişler ve öyleyse uzamlı bir şeydir.”(s:90) Tanrı niçin bir kapta bulunan tüm maddeyi,kabın duvarları bir araya gelmeksizin yok etmeyi niçin başaramasın? Descartes ,bu soruya “boş uzay’a boyutlar verme hatasını işlediğimizi söyleyerek yanıt verir. Henry Morebu konuda kuşkuludur”Kabın duvarlarının onların dışındaki maddenin basınca tarafından bir araya getirilmesi hiç kuşkusuz olanaklıdır. Ama bu olursa mantıksal bir zorunluluktan değil, ama doğal bir zorunluluktan olacaktır. Dahası, bu boş uzay mutlak olarak boş olmayacaktır,çünkü Tanrının uzamı tarafından doldurulması sürecektir. Yalnızca maddeden,daha doğru bir deyişle,cisimden boş olacaktır.” Atomların varlığını kabul etmek,Tanrının her şeye yeten gücünün sınırlanması anlamına mı gelir? Mora, bu konuda üstadına karşı çıkar:” atomların bölünemezliği herhangi bir yaratılmış güç tarafından bölünemezlikleri demektir;ve bu Tanrının kendisinin,eğer isteseydi yapabileceği gibi,onları bölme gücü ile bütünüyle bağdaşabilir bir şeydir. Yapmış olabileceği ama yapmadığı,giderek yapabileceği ama yapmadığı pek çok şey vardır. Gerçekten de eğer Tanrı her şeye gücü yeterliğini mutlak konumu içinde saklamak isteseydi,ne olursa olsun hiçbir zaman maddeyi yaratmayabilirdi;çünkü madde her zaman kendileri bölünebilir olan parçacıklara bölünebilir olduğu için,açıktır ki Tanrı hiçbir zaman bu bölünmeyi sonuna getirmeyi başaramayacak ve her zaman her şeye gücü yeterliğinden kaçan bir şey olacaktır. Henry More,açıktır ki haklıdır ve Descartes kendisinin Tanrının her şeye gücü yeterliğinde diretmesine ve giderek bu gücün mantığın ve matematiğin kurallarına göre bile sınırlanmış olduğunu reddetmesine karşın,tanrının yapamayacağı pek çok şeyin olduğunu bildirmekten kaçınamaz,çünkü ya onları yapmak bir eksiksizlik olacak,bir eksiksizlik belirtecek (örneğin Tanrı yalan söyleyemez ve aldatamaz gibi) ya da anlamsız olacaktır. Tam bu nedenle diye ileri sürer Descartes,tanrı bile bir boşluk ya da bir atom yapamaz. Hiç kuşkusuz,Descartes’e göre Tanrı bütünüyle başka bir evren yaratabilir ve iki kere ikiyi dörde değil ama beşe eşit yapabilirdi. Öte yandan, eşit ölçüde doğrudur ki bunu yapmamıştır ve bu dünyada Tanrı bile iki kere ikiyi dörtten başka bir şeye eşit yapamaz. Karşı çıkışlarının genel eğiliminden açıktır ki, Platonist,daha doğrusu Yeni-plâtonca More, Yunan atomcu geleneğinden derin bir biçimde etkilenmiştir ve en erkan çalışmalarından birinin Democritus Platonissans.. gibi anlamlı bir başlık taşıması olgusu karşısında bu şaşırtıcı değildir. Uzaydaki şeyler,yalnızca birbirlerine göreli olarak değil, ama uzayda hareket ederler ve birbirlerine karşı direnmelerini ve birbirlerini “yerlerinden” dışlamalarını sağlayan özel ve özgün bir nitelik ya da kuvvet-içine işlenemezlik- dolaysıyla uzay kaplarlar. Bunlar,kabaca Demokritos’un kavramlarıdır ve bu durum Henry more’un Deskartes’a karşı çıkışları ve 17.yy’da atomculuğun başlıca temsilcisi olan Gassendi’nin karşı çıkışları arasındaki dikkate değer benzerliği açıklar. Gene de Henry More, hiçbir biçimde katıksız bir Demokritosçu değildir. Varlığı özdeğe indirgemez. Ve onun uzayı Lucretius’un sonsuz boşluğu değildir: doludur ve Bruno’un sonsuz uzayı gibi “eter” ile dolu değildir. Tanrı ile doludur ve birazdan daha açıkça göreceğimiz gibi belli bir anlamda Tanrının kendisidir.”(A.Koyre,Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene, s:90-92) Bu bölümde önce Anadolu tarihinden Hat tilerden,Hititlerden,Helenlerden söz edeceğim.Çayönü'nden,Göbeklitepe'den,Çatalhöyük'ten,Hasankeyf'ten,toprağın altında kurtarılmayı bekleyen höyüklerimizden/örenlerimizden söz edeceğim. Sonra eski Yunan (Helen) düşünce ve bilimini ele alacağım. Anadolu,nasıl olup da bir dizi uygarlığın "ana"sı olmuştur? Bu toprakların tarihsel sihri nedir?Biz Türkler,11. yy sonlarına doğru Anadolu'ya geldik. Ondan önceki uygarlıkların mirasçısı mıyız,değil miyiz? Çatal höyük,Göbekli tepe,Efes,Sardes,Sürmele manastırı,Kapadokya,Nemrut tanrıları,Aspendos, Bergama sunağı..."bizim" mi? Bizimse,onları ayağa kaldırmakta neden istekli değiliz? Anadolu’nun en eski uygarlıkları ve bu uygarlıkları yaratan halklar kimlerdir? Anadolu, ne zaman ve nasıl Helenleşmiştir?Türkler,1071'de Anadolu'ya girince burada oturan tüm halklar kaçıp gitti mi? Anadolu, Türklerin egemenliğine nasıl girdi? Türkiye’deki isimler (İsa,Eflatun,Ali,Mehmet,Meryem...) ve yer adları (bizzat Anadolu adı gibi) yüzyıllarca neden korunmuştur? ANADOLU'DA BİNLERCE YIL ÖNCESİNE YOLCULUK "Türkler, Anadolu' ya Orta Asya' dan geldiler: akınlarla ve göçlerle. Hoşgörülü idareleriyle, büyük bölümü Hind-Avrupa kökenli olan Anadolu halklarının sevgisini kazandılar. 1071 den başlayarak Türklerle yerli halklar kaynaşmaya başladı. "Bu suretle 900 yıl içinde giderek şimdiki Türkiye oluştu. Demek oluyor ki bugünkü Türkler, Anadolu tarihinde yaşamış bütün kavimlerin çocuklarıdır. Türkler bu nedenle ülkelerindeki eski uygarlıkları yalnız kendi ulusal varlıkları değil aynı zamanda bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul etmektedirler."( Anadolu Uygarlıkları, Ekrem Akurgal s: 227) “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket”(N. Hikmet), henüz “bizim”olmadan önce de”insanların” yaşadığı bir memleketti. İnsanlık tarihinde çok önemli bir yer tuttu ve bir çok uygarlığın beşiği oldu. Sir William Ramsay, ülkenin jeolojik özellikleri bilinince, Anadolu yarımadasını “yüksek korkuluklu bir köprüye” benzetmişti . Kimisi de gemi bağlamaya elverişli “koca bir mendirek” gibi görmüş Anadolu’yu. Bir uygarlıklar mozaiğinin toprakları Anadolu. Toprağı kazdıkça yeni uygarlıklar bulunan bir hazine gibi. Bu "mozaik" terimi, ırkçı ve kökten dinci bazı insanların rahatsız olduğu bir terim. Acaba buna hakkımız var mı? Açıkça söylemekte yarar var: düş gücümüz ve düşünce gücümüz zayıflatılmış. Ya tarihimize, kültürümüze, yaşadığımız bu topraklara ilgisiz; ya da son derece kendini beğenmiş bir Orta Asya göçebeliğinin “at, avrat, silah” edebiyatı ile kendimizi avutuyoruz. Tüm tarihi, üstün bir Türklük vurgusuyla yazınca büyük olduğumuzu, olacağımızı sanıyoruz. Her iki uç durumda da Türkiye, kendi kendini yiyip bitiriyor. Daha doğrusu, onlar Türkiye’yi yiyip bitiriyor. Türkler, Anadolu’ya 11. yüzyılda (1071 yılında) girdiler. Bazıları, 1071 yılından önce buralarda kimsenin yaşamadığını sanır! Ya da yaşayanları insan kabilinden görmez. Bu topraklarda halen yaşayan insanların kültürel oluşumunda Orta Asya göçebe kültürünün yanı sıra, İslam kültürü ve bir de çok önemlisi bu toprakların binlerce yıl öncesinden bağrında taşıdıkları etkili olmuştur. Biz kimiz? sorusunu "Biz, Orta Asya’dan geldik; vurduk, kırdık, Osmanlı İmparatorluğunu kurduk, sonra da Türkiye Cumhuriyetini kurduk." bundan öncesi, bunların çevresi bizi ilgilendirmez” diyebilir misiniz? Dünyanın En Eski Köyleri Tarih, İÖ. 12 bin-18 bin arası. Önce toplu yaşama biçimini, avcılığı, avcılık için kesici taşları ve bitkilerden yararlanmayı bulmuşlar: Van, Adıyaman, Antalya gibi yörelerde. Bir de biraz korku, biraz korunma amacıyla olsa gerek yabani hayvanları, ana tanrıça simgesini resmetmişler mağara duvarlarına. Dünyanın en eski üç köy kültürü, Yeni Taşçağı' nda (İÖ. 8000-5500), burada gelişti: Çay önü, Hacılar ve Çatal höyük (Konya yakınları-Çumra ilçesi).. Bu ne demek biliyor musunuz? Toprağın gücüne tanık olunduğunun, buğdayı, arpayı, mercimeği, yulafı tarıma alıp kendilerine ev yapmak, yabanıl hayvanları evcilleştirmek demek. Toprağı pişirmek, doğal boyalarla onları süsleme demek. Çatal höyük bulan (1951) ve ilk kazan(1963), İngiliz arkeolog James Mellaart ‘tır. 1963'te ara verilen kazı 1993'te yeniden başlatıldı. Prof Hodder Çatal höyük ’ü anlatıyor: “ Halk, devletsiz, lidersiz ve herhangi bir merkezi idare olmaksızın bir arada yaşamayı başarmış. Kapısız evlerine çatıdaki deliklerden girip ölülerini evlerinin zeminine gömmüş bu insanlar. Ortak tapınakları hiç olmamış. Bunlar da Çatalhöyük’ü arkeologların gözünde ilginç kılıyor. Çatalhöyük’ün ayırıcı özelliği çok daha büyük bir alana yayılmış olması ve karmaşık ve ayrıntılı yerleşim yapısı. Ayrıca sembolizm, ritüel ve sanatta bu kadar ayrıntıyı bir araya toplayan ve evin içine kadar sokan başka büyük merkez de yok. Kanıtlar, Çatal höyükte tarıma değil hayvancılığa, ticarete ve sanayiye dayalı bir ekonominin varlığını gösteriyor. Hasan Dağı’ndan elde edilen cam ve Ilıca pınar tuz yataklarından sağlanan tuzun hem kendi gereksinimleri için kullanıldığı hem de çevre kentlere satıldığını düşünüyoruz. 9 Bin Yıl Önceki Evler Kentte evler değişik yüksekliklerde ve bitişik yapılmış. Evlerin duvarları ker***ten ve ağaç künkleriyle güçlendirilmiş. Tek katlı, düz damlı evlerin arasında yer yer avlular varsa da, sokak bulunmuyor. Evlere birbirlerinin damlarından geçilerek ulaşılıyor. Evler dikdörtgen planlı.Çoğunlukla bir büyük odayla bitişiğindeki bir iki küçük depodan (depo, kiler) oluşuyor. Küçük odalara duvarlardaki deliklerden geçiliyor. Odalarda oturmak için topraktan sekiler yapılmış. İçeride ocaklar var, genellikle kırmızı boyalı olan oda duvarlarında nişler bulunuyor. Ölülerin bulunduğu odalar geometrik motifler, doğal ve simgesel resimler, av sahneleri, ölü gömme kültürüyle ilgili sahneler, ana tanrıça ve çeşitli hayvan kabartmalarıyla süslü. Her tabakada en az üç bin ev var. Bir varsayıma göre Çatalhöyük’ün erken evrelerinde evlere yer hız asındaki kapılardan giriliyordu ve evler ayrı inşa edilmişti. Daha sonra her ölen kişinin kendi evinde gömülmesi geleneği nedeniyle bu evler ata mezarları haline geldi. yıllar geçtikçe ölüp gömülen atalarının ataların sayısı arttı Her defasında insanlar, atalarının mezarlarına yer açıp kendilerine bitişikte yeni odalar yapmak zorunda kaldı. Böylece kentte dolaşacak sokak kalmadı. Sokak olmayınca yerle bitişik kapılara gerek kalmadı. Evlere çatıdan girilip çıkılmaya başlandı. Bazı yapılarda zeminin altında 70 iskelete bile rastlanmış. Sekilerin altına, açık havada çürütüldüğü sanılıyor ölülerin Dizleri karnına çekik durumda gömülmüş insan iskeletleri de bulunmuş. Ölülerin yanına armağan olarak erkekler için silahlar, kadınlar için takı ve süs eşyası konmuş. Bu yapılaşma sonucu insanlar evlerine başkalarının evlerinin çatılarından geçmek zorunda kalmışlar. Hatta hayvanlar da! Zemine gömülen ölülerin artmasıyla kentte hareket etmek çok zorlaşmış ve tıkanma noktasına gelinmiş. ve belki de şehir bu nedenle terkedilmiş. Evcil hayvan var mı? Köpeğin en alt katlardan beri ( Şu ana dek 16 kat ortaya çıkarıldı. Toplam 21 kat var; her katta en çok 3 000 ev bulunuyor.) evcil olduğu görülüyor. Bulunan kemiklere göre en çok sığır eti yenmiş.; öbür hayvanlar daha az avlanılmış. İlk yerleşmelerde yalnızca avcılık ve toplayıcılıkla geçinen Çatalhöyük insanı, altıncı kattan sonra tarıma geçmiş ve ekmeklik buğday, arpa ve bezelye gibi tahıl çeşitlerini yetiştirmiş. Sığırı da evcilleştirmişler ama avcılığı da yoğun olarak sürdürmüşler. Madencilik var. Ayrıca bulunan kumaş parçaları dokumacılığın en eski örneklerinden biri olarak gösteriliyor. Çanak çömlekçilik ve tahta oymacılıkta çok ileriler. Ele geçen çanak çömlek parçaları çok değil. Basit biçimli ve bezemesiz bir şekilde imal edilmiş. Taş ve kemik işçiliği, sepetçilik gibi sanat ürünlerine de sıkça rastlanıyor. Çanak çömlek bej ya da krem rengi açık renk zemin üstüne kahverengi, kırmızımsı kahverengi, pembe ya da kırmızı bantlar arasına yerleştirilmiş geometrik öğelerle bezenmiş, önce mat bir boya ile astarlanmış. Çanak çömleğin çok erken örneklerinin yapıldığı, sığırın ilk kez evcilleştirildiği ve metalin bulunduğu yer Çatalhöyük. Ama biz daha çok dünyanın en eski duvar resimlerine sahip olmasıyla ilgileniyoruz. Bu kadar eski olmasına rağmen içinde en fazla sanat eseri barındıran antik merkez. Bu sanat eserleri 9 bin yıl öncesinin dünyasını ve o günün insanlarının düşünce yapısını çok iyi yansıtıyor. İÖ 6000 yılından kalma pek çok duvar resmi yer alıyor. İlk freskler, ilk doğa resimleri ve portre çizimleri gibi bulgular, kazının değerini iyice artırıyor. Duvarlarda ayrıca koç başları, boğa başları, leoparlar, boğa doğuran tanrıça gibi kilden yapılmış kabartmalar da yer alıyor. Aletlerin çoğu obsidyen dediğimiz doğal camdan yapılmış. Ok ve mızrak uçları çok. çakmaktaşından kazıcıyı ve oraklar da yaygın. İlk yerleşmelerde aletler daha büyük. Üst katlarda ise boyutlarının küçüldüğü görülüyor. Cilalı ve sürtme taştan baltaları, öğütme ve perdah taşları, havan elleri, tokmaklar çok bol. Duvar resimleri, ölüm ve evlerine gömdükleri atalarıyla ilgili. Resimlerin çoğu da gömünün yapıldığı evlerin duvarlarında. Resimlerin doğrudan ölülerle ilgili olduğu, evlerin diğer bölgelerinde, fırınlar, yemek pişirme alanları ve kazanlarda herhangi bir süslemeye yer verilmemesinden de anlaşılıyor. Kısacası Çatalhöyük sanatın ölülerle özel bir bağlantısı var. Çatalhöyük’e Ana Tanrıçalar Çatalhöyük’te ana tanrıça figürüne çok sık rastlanıyor. Bu durum kentte kadınların bir şekilde egemen konumda oldukları izlenimini veriyor. Sorunun yanıtı evlerde bulunan kemiklerin DNA analizi sonucunda belirlenecek. Kucaklaşan bir tanrı çiftini, iki yanında leopar olan, kucağında çocuğunu emziren ya da panter yavrularını tutan bir ana tanrıçayı temsil eden pek çok heykel var. Çatalhöyük’te bulunmuş olan Ana tanrıça Kybele heykelciği İÖ yaklaşık 6000-5000'e tarihleşiyor. (Hürriyet, Tatil Eki, Ay ten Görgünün Hodder’le röportajı, 22 Ağustos 1998) Çatalhöyük, bu dönemde yeryüzünün en parlak merkeziydi. Sonra uzun bir duraklama geçirdi. (Akurgal s:XIII) Çatalhöyük’ü,1993'ten bu yana Cambridge Üniversitesinin arkeoloji bölümünden Prof. Dr. Ian Hodder kazıyor. Çatalhöyük, New York’taki Dünya Anıtlar Vakfı tarafından dünyada korunması gereken en değerli 30 tarihi miras arasında yer alıyor. Bu yerleşimde 10 bin insanın yaşadığını söylüyor.Hodder’in kazısı “yüzyılın kazısı” olarak değerlendiriliyor: Çıkarılan buluntular arasında cilalanmış volkan camından yapılmış aynalar, küçük kaşıklar, makyaj malzemesi ile dolu midye kabukları, bilezikler, demir ve kurşun bil yalı kolyeler bulunuyor. Çatalhöyük evlerinde sokak yok; evler, kutu gibi yanyana dizilmiş. İnsanlar, merdivenleri tırmanarak tavandaki bir açıklıktan basık ve rahatsız evlerine giriyorlarmış. Ortalama 25 metrekare olan her evin bir ocağı varmış. Ayrıca resimlerle süslenmiş duvarlara ker***ten yapılma sığır kafaları asılıymış. Odalarda ilkçağ insanının uyuduğu divanlar var. Kadınlar, çocuklarıyla birlikte büyük bir yatakta, erkek ise kenarda daha küçük bir yatakta uyuyordu. Yatakların hemen altında ise insan kemikleri bulundu. “Yataklar, aynı zamanda mezar görevi de görüyordu” sonucuna varıyor Hodder. Ancak bu mezara konmadan önce uzun bir tören yapılırdı. Bu pueblolarda ölenler, vücutların çürümesi ve akbabalar tarafından yenmesi için önce açık bir alana bırakılırdı. Daha sonra kalan kemikler değişik renklere-toprak sarısı, vermiyor, malakit, azurit-boyanarak yatakların altına gömülürdü. Kafatasına ise özel bir ilgi gösetirliyordu. Ölenin yakınları kafayı gövdeden ayırdıktan sonra üzerini balçıkla kaplayarak kaybettikleri kişinin yüzün modelle meye çalışırlardı. Göz çukuruna da midye kabuğu veya değerli bir taş konurdu. Bütün bu olgular dinsel resimlemede karşımıza yeniden çıkıyor: Ölüm ve yok oluş: Pençelerinde insan kafalarıyla kanatlanmış akbabalar. İnsanlar, Çatalhöyük evlerinde nasıl yaşıyorlardı? Hodder, “Çatalhöyük’ün ıssız ker*** evlerine girmek yeraltı dünyasına bir dalışa benziyor” diyor. Bu şehirde ne bir kuyu, ne de bir reis evi var. Özel fonksiyonları olan elitleri, bir başkanları yok muydu acaba? Klaus Schmidt, lidersiz, anarşik bir ev yaşamı düzenine inanmıyor. (Om ar Özenir, Spiegel, 26/1998, Cumhuriyet Bilim Teknik s: 19, sayı: 591) Yenilenme: Yayılma ve Yabancılaşma Süreci K üçük Asya’nın yazgısını çizen, tarihini yönlendiren güçlerle yenilikler nelerdi? Toplumsal kurumlar bu etkilere ne tür tepkiler gösterdi, nasıl uyum sağladı? Roma İmaparatorluğu’nun kuruluş yıllarında, Eyalet Valileri, sivil/askeri tüm yönetimin başıydı. Sosyalist eğilimli İmparator Diocletian (İS: 284-305) iki hizmet sınıfının birbirinden ayırdı. Askerlerin Senato(Politika)' ya girmesini, soyluların asker olmasını yasakladı; subayların yeteneklerine uygun görevlere atanmaları kuralını koydu. Roma vilayeti Küçük Asya, önce Doğu Roma’nın sonra Bizans’ın anayurdu oldu. Sömürge (vilayet) yönetimi, bu gelişmeler sonunda, İmparatorluğa dönüştü. Yeni yönetim, askeri-sivil bürokrasi, köylülerle soylular ve Hıristiyan kilisesi arasında sürekli değişen dengelerin yeni başta kurulmasına çalıştı. Bizans Hukukunun ilkeleri Roma’dan alınmıştı. Bizanslılar, baba soyuna dayalı Roma Hukuku’nu, Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya, medeni hukukuna dönüştürmeye çalıştılar. Egloga olarak bilinen hukuk reformuyla, Justinien’in idam ya da ağır para cezaları yerine, burun, el, dil kesme, göz dağlama gibi doğu kökenli “insancıl” cezalar getirildi. İmparator Diocletian zamanında birbirinden ayrılan askeri mülki sınıflar Bizans İmparatorunun sınırsız yetkileri altında yeniden birleştirildi. Ancak askerler ( cihet-i askeriye ), devlet içinde başlıca güç oldu., bu ayrıcalığını korudu. Askerlik öyle saygın bir geçim kaynağı olmuştu ki ocağa girebilmek için rüşvet verenler görülürdü. Devleti korumakla görevli güçlü ordunun yol açtığı bunalımlar yaşandı. Bizans Türklerin fethine kadar askeri devlet olarak yaşadı. Başkumandan İmparator, Kilisenin Başı, Devletin de koruyucusu sayılırdı. Siyasal yetkilerini kilise ile paylaşmazdı. İmparatorluğun doğu illerinde yaşayan halk Tanrı-Kral yönetimine alışındı. Batı halkları ise İmparator-Tanrı kavramına pek yabancı sayılmazdı. Bizanslılar, hükümdarlığın tanrı vergisi bir emanet olduğu fikrini Persler (Samanîler)'den almış., benimsemiş, geliştirmişlerdi. Metropolit ve kiliselerin büyük çoğunluğu Küçük Asya’da, Ege kıyılarında inşa edilmişti. Bu bölgedeki Alaşehir, İzmir, Bergama, Akhisar, Ladik, Sart ve Efes kiliseleri “yediler ” olarak bilinir. Roma döneminde, kilise örgütleniyor, kıyılardan içerlere doğru yayılıyordu. Devlet ile Kilise, birbirinin malına-mülküne, yetkilerine saygılı olmak konusunda centilmenlik anlaşması yapmıştı. İmparator, değişen güç dengelilerine göre, Senato tarafından seçilirken, Silahlı Kuvvetler, adaylarla seçim sürecini beliriyor, halk alınan kararı, sonucu onaylıyordu. Kırsal kesimdeki tarımsal üretimin sürdürülmesi, toprak vergilerinin toplanması, toprak sahipleri arısnadaki dengenin korunması, askeri karakterdeki (Tımarlı sipahi düzenine benzeyen) Pronoia’nın yönetilmesi, asker köylülerle hür köyleler arasındaki ilişiklerin düzenli tutulması, kısaca ekonominin yönetilmesi,İmparatorluğun en büyük sorunu idi. Çünkü toprağı ve köylüyü yöneten güç üretimi, üretimi yöneten askerleri, askerleri yöneten ise politikayı beliriyordu. Karşıt olarak, politikacı da köylüyü denetlemek gereğini duyuyordu. Yapısal kısırdöngü buydu. Bizans Köy (toprak) Kanununun amacı, terk edilmiş, nüfus yitirmiş, sahipsiz yörelerin yeniden yerleşmeye açılıp şenlendirilmesiydi. Yapısal sorunların benzerliğini şimdilik bir yana bıraksak da, Osmanlıca “namus” sözcüğünün ‘Nomos’tan, “kanun” sözcüğünün ise Kilise kuralı anlamındaki Kanondan geldiğini belirtmekle yetinelim. Devletin varlığı, güvenliği, geleceği siyasete katılmayan köylü sınıfına dayanıyordu. Kentlerin gelişmesi, düzenin korunması için tarımsal yapının geliştirilmesi görevi devlete düşüyordu. Küçük tarımcıların büyüklere karşı korunması, bozulan dengelerin yeniden kurulması, silahlı kuvvetlerin, zaman zaman feodal beylere karşı kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Bizans imparatorluğunun siyasi tarihi, devletin askeri gücü ile topraklı eşraf arasında sürüp giden, bitip tükenmez iç savaşlar olarak özetlenebilir. İç politika, küçük çiftçiyi fazla gücendirmeden, üretim alanında( toprağa bağlı) tutmaya çalışmıştır. Bizans'ı uğraştıran dış güçlerle iç sorunlar üç başlık altında toplanabilir: 1. İtalyan Kent Cumhuriyetleri (Venedik ve Ceneviz gibi), 2. Güney (Balkan) Slavları ve Savaşları 3. Doğulu Komşular: İranlılar, Araplar ve Türkler. Bizans Ordusunun İran’a karşı zaferleri, Hicret (İS 630) yıllarına rastlıyordu. Hz. Peygamber daha hayatta iken Bizans’ın tam denetleyemediği doğu vilayetleri Arapların eline geçmiş, Halife Ömer, İran topraklarına girmişti(İS 634). Bizans Ordusu, Yermuk’ta Arapa kuvvetlerine yenilince (636), Kudüs, Mısır ve Diyin Araplara bırakıldı. Muaviye kuvvetleri, 663 yılında Küçük Asya’ya girdi, Kadıköy’e kadar ilerledi. Muaviye’nin bir kumandanı, 670'te Kapı dağ Yarımadası’nı ve 674'te Smyrna’yı (İzmir) işgal etti ve Bizans’ı kuşattı. Fakat sonuç alamadı. Arap askerleri 678'de Kapı dağ üssünü boşaltıp çekildiler. Hıristiyanlığın Kuzey ve Doğu küçük Asya’daki yayılması, İslam’ın Küçük Asya’ya girmesiyle rastlaşıyordu. Ancak Batı bölgelerinde ilerleyemeyen İslam, Monofizit ve Nestorian (Nasturi) inançların egemen olduğu Doğu yaylalarında daha etkili oldu. Halife Osman öldüğünde (656), İslam Devleti Tarsus-Rize çizgisinin doğusuna egemen olmuştu. Aynı bölge, Küçük Asya’da Monofizit ve Nasturi inançların yayıldığı sınırları göstermektedir. monofizitler, Hz İsa’nın hem insan hem Tanrı, Nasturiler ise iki ayrı varlığa sahip olduğuna inanırlar. Yaygın ya da resmi olmayan (Devlet Kilisesi’nin tutmadığı) bu inançların doğu yöreliden doğru yayılıp kök salması, Doğu bölgesinin devlet denetimi dışında kaldığını, siyasi bağımsızlığını düşündürüyor. Halife Kuvvetleri, Doğu yaylalarından sonra Ermenistan ile Lazistan’ı (Kafkasya’yı) da kolayca fethettiler (İS- 717). Halifenin kardeşi Mesleme, aynı yıl karadan-denizden Bizans’ı yeniden kuşattı İslam o Donanması “Grek Ateşi” (Mancınıkla savrulan yangın bombaları) ile yakılınca, Araplar geri çekilmek zorunda kaldı. Bizanslılar, sürüp giden Arap baskısından öyle bunalmıştı ki,İmparator Nikeferos Phokas, savaşta ölenlere şehit payesi verilmesini emretti. Özetle Türklerden çok önce Bizans, İs lamın savaş gücüyle yakından tanışmış bulunuyordu. Öyle ki, Bizans’ta yaşanan tasvir kırma(İkonaklast) bunalımında İslam etkisi bile aranmıştır. Heykellerin burunlarının kırılması, gözlerinin oyulması, Müslüman Türklerden önce başlamış bağnaz bir tepkiydi. Bizans’ın karşılaştığı siyasi/ekonomik sorunlar, gelenekçi tutucularla yenilikçilerin karşı cephelerde yer almasına yol açmıştır. Bizanslı Prokus, İmparatora yazdığı mektupta şunları söylüyordu: Yeniliklere alışmayı öğrenemedim. Yeniliklerden korkuyorum; çünkü değişme süreci içinde güvenliğin sağlanabileceğine inanmıyorum. Bizans Devleti’nin sürekliliğinde, yenilikçilerle koruyucu güçlerin dengesi vardı kuşkusuz. Ancak, gelenekçilerin oldukça güçlü olduğu da gözlemlenmiştir. Eğitim: Bilim- Sanat- Felsefe ve Tarih Bilinci Bilim, sanat, felsefe birikimi Küçük Asya’nın eğitim/ kültür hayatını nasıl etkiledi? Doğu-Batı kültür sentezleri nerelerde gerçekleşti, ne kadar sürdü? Küçük Asya’nın uygarlığa ne gibi katkıları oldu? “Batı uygarlığının ana kaynağı olarak bilinen Elen (Grek)'ler bilim, sanat ve felsefelerini Girit Adasıyla, Finike ile Mısır’dan aldılar Küçük Asya kıyılarında geliştirdiler(diyor tarihçi Dur ant). Romalılarla Latinler aynı gerçeğe “Doğudan gelen ışık” adını vermişlerdir. Elen kültürünü besleyen Miken de Asya kökenli Girit’ten (Minos’tan) geliyordu. Mitolojiye kulak vermek gerekir. Girit serüvenleri, Troya savaşları, Amazon söylenceleri tarihçilerce doğrulandı. Mitoloji, tek doğru yorum olmasa bile, tarihi bazı gerçekleri saklıyordu-sinesinde. Küçük Asya kıyılarına yerleşen denizci Helenler, yeni kültün varlıkları ile karşılaştılar, tanıştılar; Doğu-batı ya da Asya-Avrupa çekişmesi başlattılar. Tanrı Zeus, Finike (Doğu) Kralının güzel kızı Evropa’yı, Girit Adası’na (Batıya) kaçırmıştı. Avrupa kıtasının adı bu öyküden gelir. Edebiyat ile mitolojide Homer, felsefede Herakleitos ile Tales, matematikte Pisagor, tarihte Herdotus, coğrafyada Strabon , tıpta Hipokrates, Küçük Asya’nın büyük öncüleridir. “Her şey sudan yapılmıştır/gelmiştir” diyen Tales (İÖ 600 yılları)'in önermesi belki yanlıştı; ama çabası doğruydu anlamlıydı. Çünkü Tales, hayatı ya da dünyayı, sağduyuya ters düşen kuramsal bir genellemeyle açıklamaya çalışıyordu. Aslında, bu tür denemeler, aklın söylencelerden kurtulma çabasının örnekleri, iki bin yıl sonra gelecek bilimi haber veriyordu. Marsiyas ile Apollon arasındaki flüt-arp yarışması ya da ünlü “Midas’ın Kulakları” öyküsü, Elen ruhu ile Frikya ruhunun Küçük Asya’daki simgesel çatışmasıydı. Tanrı Apollon bile, karşıtı Dyonisos gibi küçük Asya’da yaratılmıştı. Tarihçi Muller’e göre, akılcı gelenek, insanlığın yazgısını Hz İsa’dan fazla etkilemiştir. Doğu, olup bitenleri tanrılarla açıklarken; Batı dünyası güçlü tanrılara per gerek duymamıştı. Dünyadaki ilk planlanmış kentlerden birisi olan Miletos’ta “ Her anlaşılmayan olay tanrılardan bilinirse, her şey kutsallaşır, giderek konuşulmaz, dokunulmaz olur. “ derlerdi. Milletli Anaksimander, üzerinde yaşadığımız yeryuvarın biçimi, yapısı, canlılarla evrim üzerine, günümüze ulaşmayan kitaplar yazmış; bilimsel kuramlara benzeyen gözlemler yapmış; varsayımlar üretmiştir. Güneş tutulmasını doğru olarak açıklayan Anaxagoras, Güneş’in-tanrı değil-ateşten bir kaya olduğunu düşünüyordu. Tales’in sudan geldiğini söylediği Dünya, Anaksimander’e göre ateş ya da enerji, Sökippus’a göre atomlardan yapılmıştı. tales, Homer’in sudan çıkardığı tanrıları değil, suyun kendisini sorguluyordu. Bu önemliydi. Yaratıcı tanrılara gereksduymayan, yer vermeyen bu dünya görüşü “ateist” (tanrı bilmez) olarak tanıtılmıştır. Ancak, çoğu kutsal inançlar da maddeci görüşlerden doğmuştur. soyut ve güncel tanrı arayan Kolofonlu Ksenofon, Homer’deki insan ile tanrı benzerliğine karşı çıkmış, “tanrıları biz insanların yarattığımızı” söylemek istemişti. Sakız Adalı Pisagor, evrenin sırlarını sayılarda arıyordu. Platon’a uzanan idealist felsefe okulu böyle kurulmuş, matematik böyle başlamıştı. Platonun (idea’lar) felsefesini ancak özgür bir akıl kavrayabildi. Bilim tarihçilerine göre, İyanya filozofları, işi-gücü, sanatı, mesleği olan, hayata bağlı kimselerdi. Doğa felsefesi, iki bin yıl sonraki Endüstri gibi, hür düşünceli, pratik kişilerin eseriydi. “Bilim ile felsefenin önkoşulu özgürlüktü.” (Rusell, 1959) Onun yokluğunu veya yetersizliğini bundan sonra sık sık gündemde göreceğiz. Şiir ile söz sanatı ise gerçek dışı düşlerle doluydu. Herakleitos bu yüzden Homer’in kırbaçlanmasını önermişti. “insan nedir, evrendeki yeri neresidir?” sorusunu soran filozoflar sürgüne gönderilirdi. Bu yüzden filozoflar, evreni sorgulamak yerine, ona bir çekidüzen veremeye çalışırlardı. Sayılar, dünyayı, olup bitenleri anlamamıza kuşkusuz yardım ediyordu ama her şey sayı mıydı?.. Tarih, Herdotus ile başladı. tarih yazan Herdotus, insanbilimin de babası oldu: Toplum ve kültürün insanı, eğitimle yarattığı gerçeğini gördü. Törelerin, söylencelerin, kurumların gücünü keşfetti. Felsefecilerin aradığı gerçek, insanı insan yapan düşünceler, inançlar mıydı? Platon’a göre, en büyük tehlike, siyasi partiler, hizipler, partizanlık değil, kaos (karmaşa/kargaşa) idi. Kaosu, kozmosa (evrene ve düzene) çeviren akıldı, insandı. Midillili Saphos sevginin şiirini yazarken, maddeci Pitermus “Her şey para” diyordu. Herakleitos değişmenin evrenselliğini ve kaçınılmazlığını vurgulamış, diyalektik düşünce ile bilimsel mantığın temellerini atmıştı. Hıristiyanlık inancının Küçük Asya’ya egemen olmasıyla, bilim ile felsefe önce yavaşladı, sonra duraladı, geriledi; Kilisenin denetimine girdi. Hıristiyanlığın egemen olduğu ilk bin yıla, “karanlık” çağlar denmesinin gerekçesi buradadır. İnançlar, böylece özgür düşünceye egemen olmaya başladı. Patrik 3. Leon’un ikon tasvirlerine karşı çıkması, bu eğilimin somut göstergesidir. Putperestliğe dönmeyelim derken yaratıcı sanat ile düşünce engellenmişti. Aynı eğilim zamanı gelince, İslam düşüncesinde de aynen görecekti. Resim ile tasvir yasağının kaynaklarını Hıristiyanlıkta bulmak mümkündür. Geleneği başlatanlar Türkler değildi sanki. Bizans’ta İS 1045 yılında kurulan Felsefe Okulu’nda, ortaçağlara son verip yeniçağları açan eğitim reformunun, özgür sanatların tohumlarına rastlanır. Genel (temel) eğitim programlarında(üçler ile dörtler): Gramer, hitabet, mantık+ aritmetik, geometri, müzik ve astronomi ye yer verildi. Biraz gecikmiş olmakla birlikte Bizans, çağdaş eğitim felsefesinin de temellerini atmıştı. Bu ilkler Endüstri Devrimine değin yürürlükte kaldı. Temel eğitimdeki, Okuma, Yazma ve Aritmetik üçlüsü hâlâ yürürlükte görünmüyor mu? “(Boz kurt Güvenç, Türk Kimliği, s:70-77 ) Diller: Duygular ve Düşünceler Dünyası Hint-Avrupa dillerinin kaynağı nerededir, hangi dildir? Bu sorun’un Küçük Asya kültürleri açısından önemi, burayı yurt edinecek Türkler açısından anlamı nelerdir? Üç, beş yıl öncesine değin, akademik tarihçiler Hint-Avrupa dillerinin kaynağını Rus steplerinde buluyor, Avrupa dilleriyle, Farsça ve Hint dillerinin benzerlik ilişkisini, Hazar Denizi üzerinden (kuzeyden) kurmaya çalışıyorlardı. Teoriye göre çok zamanlar önce bugünkü Ukrayna ovalarında yaşayan fakat adı sanı pek bilinmeyen bir Hint-Avrupa kavmi, Hindistan’ı işgal ederek Hint dillerini, Batıya göçerek Avrupa dilleri ailesin başlatmıştı. Hint-Avrupa dili konuşan Firiklerin Balkanlardan geldikleri biliniyordu da, Hititlerin doğudan mı yoksa batıdan mı geldiklerine, son yıllara değin, karar verilemiyordu. Teoriyi tartışmaya açacak ikinci bir tez bulunmuyordu. Dil arkeologu Renfrew (1987), yıllar süren araştırmalardan sonra, akla yakın gelen yeni tezler attı ortaya: Hint-Avrupa dilleri, Rus ovalarından değil, Küçük Asya’dan yayılmıştı doğuya ve batıya. Çağdaş dillerin ortak kaynağı Küçük Asya idi. Neolitik (tarım) devriminin yayılması sırasında, Küçük Asyalı tarımcılar, konuştukları dilleri de sabanlarıyla birlikte taşıyıp, Balkanlardan Avrupa’ya;İran yaylası üzerinden İndis Vadisini’ne, Hindistan’a götürmüşlerdi. Ortak ata dil, yerel, yöresel, bölgesel dillerle karışıp kaynaşarak, Hint- Avrupa dilleri ailesini oluşturmuştu. Bir Hint- Avrupa dili olan Hititçe’nin hiçbir yerden ya da yönden gelmesi gerekmiyordu; çünkü Hititler öz be öz Küçük Asya dillerini konuşuyordu. Batı dilleriyle doğu dillerinin benzerlik ilişkisi de böylece kurulmuş oluyordu. aradan beş yıl geçmiş olmasına karşın, Renfrew’nün önerisine karşı çıkan ya da yankı veren olmadı. kabul görmüş olmalı. Tez doğru ve geçerli ise- ki öyle görünüyor- Hititlerden Bizans’a Küçük Asya’dan gelip geçen bütün toplum ya da toplulukların, kültürlerin büyük çoğunluğu, aynı dili değilse bile aynı kökten gelen dilleri konuşuyordu. Bu kuralın dışında kalanlar Araplar ile Türklerdir. Arapça, hemitik (semi tik) karakterde Ortadoğu dili, Türkçe ise Al tay kökenli Orta Asya dilidir. Gerçi, Türkçe’nin ölü dil Sümerciye benzerliği üzerinde duranlar varsa da, sonuçları açısından önemli değildir. Mezopotamya ile Küçük Asya kültürlerini yaratanlar, Türk soyundan gelmedikleri gibi, kültür tarihi açısından böyle bir zorunluluk da yoktur. Ekrem Akurgal’ın çeşitli vesilelerle yineleyip anımsattıı gibi, Hititler kuşkusuz Türk değildi; ama biz Türkler, biraz Hititli, biraz Frikyalı, biraz Lidyalı, Kapadokyalıyız. Küçük Asya'yı fetheden, yurt edinen Türk boyları ile Türk (men)ler, Latince(Romaca veya Rumca), Ermenice, Elence, Farsça (Kırmanca) vb Hint-Avrupa dillerinin konuşulduğu ülkeler, toplumlarla çevrilmiş buldular kendilerini. İslam dünyasının evrensel dili sayılan Arapça'yı da sayarsak, dil-kültür mirası açısından, Türk fatihler tümüyle yabancı bir dünyayı fethedip yerleşmişlerdi. Farsça, Arapça, Rumca( Latince ve Elence) konuşulan bir anayurtta kendini kabul ettirmeye çalışan Türklerin “barbarlığı” (ya da Elence bilmezliği) , bu od il farklılığından, çevreyle iletişim kurmada karşılaştıkları çetin engellerden kaynaklanıyordu. Gerçi, Tarcan adlı bir meraklının(!) Limni Adası’nda bulunduğunu haber verdiği proto-Türkçe yazıt, İÖ 500 yıllarına tarihleşmiş; ama ya Türkçe sinde ya alfabesinde ya da tarihleşmesinde bir yanlışlık var gibi görünüyor. Türkçe, Küçük Asya’nın, Balkanların ve Ortadoğu’nun yeni evrensel dili (lingua Fransa’sı ) olurken, kendisine yabancı bütün dillerin etkisi altında kaldı. Değişti, gelişti, güzelleşti ama kimliğini, kişiliğini yitirmedi. Yerel dillerden ödünç aldığı gibi onlara borç da verdi. Bugün zararlı, yabancı izlerden korumaya çalıştığımız Türkçe, Türkleşen Küçük Asya’nın izlerini taşıdığı gibi, Anadolulaşan Türklerin uyum çabalarını da yansıtmaktadır. Bugünkü dilimiz, bin yıllık geçmişimizin belki de en güvenilir belleği, belgeliğidir diyebiliriz. Türkler çağdaş kimliklerini, kültürel varlıklarını taşıyan dillerinde bulacaklardır. İlerde, aynı konuya dönmek üzere. Kişilik Yapıları: Dünya Görüşleri Küçük yaşlardaki eğitim süreciyle kazandığı temel kişilik yapısı, insanın dünyayı nasıl görüp algıladığını, dünya, hayat ve insanlar üzerindeki görüş ve düşüncelerini büyük ölçüde belirler. Başka bir deyişle, insanın kişilik yapısı ile dünya görüşleri “kültürleme” denen yaygın eğitimi sürecinin sonucudur. İnsan eğitimle insan olur. Doğa, insan, zaman-mekan ve hayat konusundaki düşünceler, inançlar, sözler, insanların kişilik yapısı ile dünya görüşlerinin aynası, yankısı, yansımasıdır. Hititlerden Bizans’a uzanan yaklaşık iki bin yıllık Küçük Asya tarihinde, iki büyük eğilim görülür: Kırsal yörelerde veya köylülükte kültürel süreklilik , kıyı kentlerde ise değişme . Kentlilik ile köylülük birbirine bağımlı varlık alanları olmakla birlikte, farklı kültürler veya aynı bütünün farklı alt kültürleridir. Bu yüzden kentliler ile köylüler, farklı kişilik yapıları ile dünya görüşlerine sahip olurlar. Kentlilik ile köylülük, Küçük Asya’nın, kara-kıyı, kuzey-güney, doğu-batı, dağ-ova, yerleşik-göçebe gelenekleri içinde çarpıcı çeşitlilikler sergilemektedir. Hititlerin konuştuğu sekiz dil, kültürel çeşitliliğin tarihi bir (s: 79) süreklilik olduğunu düşündürüyor. Öte yandan, kültürel süreklilik değişmezlik olmadığı gibi, değiş me de kopukluk değildir. Günlük dildeki karşıt anlamlarını karşın süreklilikte değişme, değişmede süreksizlik olabilir: sürekli değişme ya da kesintiye uğramış süreklilikten de söz edilebilir. Braudel (1991) ile Pazın (1985) savundukları gibi, kısa süreli tarihte değişme, uzun süreli tarihlerde ise kültürel süreklilik egemen görülür. Örnek olarak, bu bölümde üzerinde durulmuş olan bazı yönetim sorunları günümüzde de geçerli değil midir? Siyasal veya askeri devlet güçlerine karşı direnen, varlığını sürdürmeye çalışan, yaygın bir köylülük (rençperlik) gerçeği (sürekliliği vardır. Köşe yazarı Çetin Altan, uzunca bir dönem, bu direncin dayanıklılığından yakınıp durmuştu. Sosyolog Mübeccel Kıray (1991) da, ülkemizin geleceğini, köylülükten kurtulmada görüyordu. Köylünün kişilik yapısı, doğaya (toprağa) yakın çalışma koşullarını, Apollocu (dengeli) bir orta yolculuğu, devlet güçlerinin istediği, aldığı askerlik ve vergi yüklerini taşımayı gerektirir. Köylü, her yerde, kendini dünyanın merkezine koyar. Aslında, yerkürenin tam merkezinde değilse bile, bütün köyler, Nasreddin Hocanın anıran sıpası gibi, yerküre merkezinin tam üstünde değil midir? Ancak, ekip biçmekle zengin olunamadığı için, köylü, gelecek yıl alacağı bereketli üründen sonra zenginleşeceğine inanır, sabırla beklemeyi öğrenir. Mutluluk ise öbür dünyadaki cennetin ödülüdür. Hırslı ya da güçlü olanlarla bekleyemeyenler kentlere göçerler. Kent kökenli Devlet, köylere koyduğu askerlikle vergi yükümlülükleri ve kentleler tanıdığı bağışıklıklarla bu göçü adeta destekler. Böylece sorunu çözmek isterken yeni sorunlara yol açar. Askerliği melek olarak seçen köylüler, tarlada çalışıp vergi ödemekten kurtuldukları gibi, siyasete atılarak güçlü ve varlıklı olmak fırsatını yakalar. kültürel hareketliliği simgeleyen köylü göçmenler, kentlerdeki bitip tükenmez gelişmelerin yaratıcısı olurdur. Kırsal köyün, kentsel Devlet hayatına en büyük katkısı taze insan gücüdür. kentte tükenen insan varlığı köyden göçenlerle beslenir, yenilenir. Bu koşullar altında savaş, savunma hakkı olduğu kadar, devletin yasallaştırdığı hayat tarzı ve felsefe olur. “Barış istersen savaşa hazır ol” sözü Roma’dan kalmıştır. Barış içinde uzun yaşamaktansa, zafer ve savaş için ölmek yeğlenmiş gibidir. Paşalık ninnileri ve giysileriyle salınan Alparslanlar, bir çift öküzün gerisinde(s: 80) tarla sürmektense, kahramanca savaşıp şehit olmayı seçer. Köylerin sürekliliği, köyleri yöneten kentlerin bitip tükenmeyen değişmesi böyle sağlanır. Her değişme ya da yeni devlet, yeri kimlik özdeşim leri gerektirdiği için, kentler sürekli olarak yeni kişilikler, dünya görüşleri, varlık simgeleri; kısaca kimlikler üretmiş; köylüler ise köylülüğün koruyucu kanatlarına sığınmışlardır. Kısa ömürlü devletlerin vatandaşı olmamdansa, kendi köylerinin efendisi olmayı seçmişlerdir. Köy kültürlerinin benzerliği de çeşitliliği de buradan kaynaklanır. Görünür benzerliklerin ardında her köyün kendine özgü kişiliği, dünya görüşü, tarih bilinci, kimliği vardır. Törelerin her şeyi meşru (yasal) kıldığı geleneksel köyde, devletin sürekli değişen yasaları geçerli olamamıştır. Kırsal yörelerin sürekliliği böyle sağlanır. Kent insanlarının dünyası, daha karışık ya da karmaşık görünür. Önce kentsoylu (soydan kentliler) ile sonradan kentlileşmiş (görmüş) ayrımı yapılır. kentliler, beğenmedikleri davranışları “köylü” diye küçümserler. Oysa hepsinin, herkesin dip kökeni köylüdür. Deniz-dağ ayırımı, kentler için de geçerlidir. kıyı kentleri, dünyaya daha açık, özgür bir hayatı seçerken, yala-dağ kentlerinde güçlü bir iç denetim egemendir. Suyun berisindekiler (taşralılar) suyun ötesinden gelenleri heen tanıyıp elleştirirler. Suyun berisindekiler, nüfus, toplum yapısı ile dünya görüşü açısından, kasabalı yani taşralıdırlar. Görece, otoriter, otokratikt, hiyerarşik (büyüğünü küçüğünü bilen) dindar, savaşçı, töresine bağlı, şan, şeref, namuslarına düşkün insanlardır. Büyük kentlerde bütün gelenekler, iç içe değilse bile yanyana yaşarlar. Köyler kuşkusuz sanıldığı kadar tekdüze değildir; ama kentlerde köylünün her türlüsü vardır. Kentte yaşar ama kendi köyünün en iyisi olduğu ile övünür. Kentte olup bitenlere bakılırsa çok da haksız sayılabilir mi? Küçük Asya’nın kara-yayla konumlu devletleri, otoriter, hiyerarşik, savaştan yana, Tanrının cennet ile cehennem katlarını üst üste koyan, düşey dünya görüşünü simgelerken; Lidya, Likya, Karya ve Bergama gibi kıyı devletleri ise, akla-uzlaşmaya açık, barışçı, hoşgörülü, tanrıların iyi/ kötü güçlerini görüp değerlendirebilen, demokratik yani çoğulcu dünya görüşleri sergilemişlerdir(Bean 1980). Küçük Asya’nın sözlü-yazılı geleneklerinde, iki dünya görüşü bazen karşı karşıya gelip çatışmışlar; bazen imparatorluk yönetimi altında yan yana veya iç içe birlikte var olmuşlardır. Karşıt kutupları yönetimleri altında toplamaya çalışan Pers, İskender, Roma ve Bizans (s:81) imparatorlukları, iki kutup arasında salınıp durmuşlardır. Bu ikilemin sadece Doğu-Batı kutuplaşması olarak tanımlanması, basitleştirme olur. Doğu-Batı kutuplaşması, kent yerleşmelerinin batı kıyılarında ve yakınlarında, köy ile köy altı küçük yerleşmelerin ise dağlık doğuda yer almasından kaynaklanmaktadır. Bu genel gözlem, aşağıdaki kutuda, Küçük Asya folkloru ile mitolojisin iden seçilmiş öykücülüklerle örneklenmektedir. (Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi s:77-82 )
bir baska catal höyukte bulunutlarında şiddeet..
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..