Kemalizm’in bir bilançosu
Hafta boyu süren kutlamalar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 75. yıldönümüne eşlik etti. Mustafa Kemal Paşa 29 Ekim 1923’de yeni kurulan devletin cumhurbaşkanı oldu. Mustafa Kemal, 1934’den bu yana Atatürk -Türklerin atası- adıyla anılıyor. Bu yıl ayrıca Kemalistlerin öncülü olan "Genç Osmanlılar" devriminin doksanıncı ve Atatürk’ün ölümünün altmışıncı yıldönümü.
Modern Türkiye’nin kurucusu, ülkede bir tür kült figür haline gelmiş durumda. Ne kendisinin ve "Kemalizmin" oynadığı rolü ne de devletin temel aldığı ilkeleri eleştirel bir biçimde ele alan bir değerlendirmeye pek rastlanmıyor.
Kemalizmin özü, ülkenin birliği ve bağımsızlığı, laiklik ve cumhuriyetçi ilkeler (yani devletle dinin birbirinden ayrılması), modernleşme ve sınıfsız ve ayrıcalıksız bir toplumun yaratılmasıydı. Bunların hiçbirinin gerçekleşmediği açıktır.
Kitlesel katılımlı yetmiş beşinci yıldönümü gösterilerinin büyük çoğunluğu Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’ne üye olan belediye başkanlarının yönetimi altındaki şehirlerinde yapıldı. Kutlamalardan bir hafta sonra İslamcı fanatiklerin Anıtkabire yapmayı planladıkları bir saldırının son anda başarısızlıkla sonuçlandığı ortaya çıktı.
Atatürk’ün, halkın yararına politikalar izleme ve sınıf çelişkilerini inkar etme anlamına gelen "Halkçılık" ilkesinden de geriye hiçbir şey kalmadı. İşsizlik ve yoksulluk, özellikle AB (Avrupa Birliği) ile yapılan gümrük birliğinin ardından ve Asya krizinin bir sonucu olarak patlama yapmış durumda. Şehirlerde halkın büyük bir bölümü gecekondularda yaşıyor. Bu gecekondularda yaşayan insanların bir çoğu, on binlerce insanın yaşamı pahasına "ulusal birliği koruyan" canice bir savaşın yaşandığı Türkiye’nin güney doğusundaki Kürt bölgelerinden gelen mülteciler. Aynı zamanda devlet, mafya ve aşırı sağcı ölüm mangalarının çok sıkı ilişkiler içinde olduğu da ortaya çıkmış durumda.
Ulusal bağımsızlığın yerini uluslararası sermayenin yatırımlarına ve kredilerine olan tam bağımlılık almış durumda. Bugün gündemde olan tek konu, Amerika’nın Türkiye’yi Ortadoğu ve Kafkaslar’daki Türkçe konuşan ülkelerin hammadde kaynaklarına ve pazarlarına giden yolda bir köprübaşı olarak kullanmaya devam edip etmeyeceği ya da egemenliğin Avrupa’nın eline geçip geçmeyeceğidir. Bu ülkelerin tamamına yakını devlet başkanlarını, Amerikan Enerji Bakanı’nın bakışları altında, Türkiye ile bir petrol boru hattı inşa etmeye yönelik bir niyet anlaşması imzaladıkları devlet törenlerine gönderdiler.
Kemalizmin vaatlerinden ya da ülkülerinden tek bir tanesi bile gerçekleşmedi. Şu soruyu sormak gerekiyor: bunların gerçekleşme olasılığı gerçekte var mıydı? Bunun için Türkiye’nin tarihine kısaca göz atmamız gerekiyor.
Genç Osmanlılar
Osmanlı İmparatorluğunun çürüyüşü daha on dokuzuncu yüzyılda ileri boyutlara ulaşmıştı. Yüzyılın başından itibaren ancak sınırlı bir kapitalist gelişme sağlanabilmişti ve sanayi tesislerinin sayısı yok denebilecek kadar azdı. Bir yandan padişahlar, bir işçi sınıfının ortaya çıkıp, büyümesinden korkarlarken, diğer yandan da İngiliz ve Fransız sanayilerinin Osmanlı pazarlarını ele geçirmesini ve yerli zanaat üretimini yok etmelerini önlemek için yüksek gümrük vergilerine bel bağlıyorlardı.
Köylülüğün ağalar ve tefeciler tarafından (bu ikisinin aynı kişi olması ender görülen bir durum değildi) sömürülmesi büyük bir artış göstermişti. 1858’de çıkarılan ve toprakta özel mülkiyete izin veren bir yasa, bu kişilerin büyük miktarda toprağı ellerine geçirebilmeleri ve padişah karşısında konumlarını güçlendirmeleri anlamına geliyordu. Köylülerin kanını emerek elde ettikleri paraları genellikle devlet aygıtında, orduda veya ruhban sınıfında mevki satın almak için "yatırıma" dönüştürüyorlardı.
Ortada eski feodal sisteme karşı çıkacak kayda değer bir üretken burjuva katmanı yoktu. Bu nedenle 1908 yılındaki ilk devrimin önderliği, Jön Türkler -"Genç Osmanlılar"- adı verilen subaylardan oluşuyordu.
Lev Trotskiy bunu şu şekilde açıklıyordu: "Türk entelijansiyasının, öğretmenler, mühendisler ve bu türden en iyi düzeyde eğitim görmüş unsurları sahip oldukları beceriler için okullarda ya da fabrikalarda çok az yer bulabildiklerinden, orduda subay oldular. Bir çokları Batı Avrupa ülkelerinde eğitim gördüler ve orada varolan rejimi yakından tanıdılar -ancak ülkelerine geri döndükleri zaman Türk askerinin cehaleti ve yoksulluğuyla ve devletin içinde bulunduğu yozlaşma ile yüz yüze geldiler… Böylelikle devlet kendi bağrında burjuva ulusu arzulayan savaşçı öncüyü üretmiş oldu: düşünen, eleştirel ve hoşnutsuz bir entelijansiya" (Lev Trotskiy,Balkan Savaşları).
Trostkiy şu uyarıyı yapmıştı: "Türk subaylarının gücü ve başarılarının sırrı... kendilerine gelişmiş sınıflar tarafından gösterilen aktif sempatide yatmaktadır: tüccarlar, zanaatkarlar, işçiler, memurların ve ruhban sınıfının kimi kesimleri ve nihayet, köylü ordusunda cisimlendiği biçimde, kırsal kesim. Ancak bütün bu sınıflar ‘sempatilerinin’ beraberinde kendi çıkarlarını, taleplerini ve umutlarını da getiriyorlar. Bir meclis onlara mücadele etmek için bir merkez sağladığında, uzun zamandır bastırılmış olan toplumsal özlemleri şimdi kendisini açığa vurmaya başladı. Türk devriminin daha şimdiden bitmiş olduğunu düşünenleri acı bir düş kırıklığı beklemektedir. Düş kırıklığına uğrayacak olanlar arasında sadece [Padişah] Abdülhamit değil, fakat aynı zamanda öyle görülüyor ki Genç Osmanlılar Partisinin kendisi de yer alacaktır" (ibid).
Bunun ardından toprak sorununa yönelik radikal reform gelmedi. Burjuva subaylar, işçi sınıfının ve yoksul köylülerin devrimci hareketinden, Padişahtan ve emperyalist güçlerden korktuklarından çok daha fazla korktukları için, gerici entrikaların üreme alanı olarak ruhban sınıfının ve padişahın konumu olduğu gibi kaldı. 1912 yazında Padişahın emrindeki komplocu küçük bir grup tarafından düzenlenen bir darbe sırasında, Genç Osmanlılar herhangi bir direniş göstermeden hükümetlerinin düşmesine izin verdiler.
Genç Osmanlılar sadece altı ay sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, feodal güçlerin, kısa süre içinde Balkan Savaşlarıyla ortaya çıkan apaçık yetersizliği ve kokuşmuşluğu nedeniyle iktidarı geri alabildiler. Toplumsal devrim korkuları ise devam etti. Halkı emperyalizme karşı seferber etmek yerine Prusya militarizmine boyun eğdiler ve Birinci Dünya Savaşına Alman İmparatorluğu’nun yanında katıldılar.
Ulusal sorunu bütün ulusların ve dinlerin gönüllü olarak birleşmeleri yoluyla çözme girişimi -bu federal bir yapı ve demokrasi olmadan ve her şeyden önce birbirine kaynaşmış köylü kitlelerine ciddi bir çağrıda bulunmadan gerçekleştirilemezdi- kısa süre içinde Pan-İslamcılık ve ardından ırkçı Pan-Türkizm ya da Turancılık ideolojisine yol açtı. 1915 yılında Genç Osmanlılar hükümeti, Alman subayların ve Kürt aşiret reislerinin desteğiyle Ermenilere karşı, yüz binlerce masum sivilin öldürülmesine yol açan vahşi bir soykırım düzenledi.
Birinci Dünya Savaşının sonunda Almanya’nın, Antant Güçlerinin (Britanya, Fransa) ellerinde yenilgiye uğraması Osmanlı İmparatorluğu’nun ve itibarını yitirmiş olan Genç Osmanlıların yazgılarını belirledi. İşgalci Antant güçleri meclisi lav etti ve Genç Osmanlıları görevden aldı. Bunu, General Mustafa Kemal’in yükselişi izledi.