KANUNİ SÜLEYMAN
(1495–1566)
Kur'an-ı Kerim'in 38. suresinin (Sûre-i Sâd), 34–9. ayetleri şöyledir
"Süleyman, Allah'a dönüp O'na sığındı:
"Allah'ım dedi; 'Beni yargıla! Bana öyle bir saltanat ver ki, benden sonra kimse ona nail olmasın. Şüphe yok ki her istediğimizi veren Sen'sin!' Biz de ona rüzgârları musahhar kıldık. Rüzgâr, tatlı tatlı eserek, Süleyman'ın emrini dilediği yere iletirdi... Bu devlet, bu saltanat, Bizim vergimizdir."
İşte Yavuz'un yerine Osmanlıe tahtına geçen Kanuni Sultan Süleyman, aynen bu ayet-i kerimelerin sırrına mazhar olmuştur. Türkler, tarihleri boyunca en bahtiyar ve en muhteşem devirlerini, onun zamanında yaşadılar.
Kanuni Sultan Süleyman garp müverrihlerinin kalemi ile "Muhdır. Osmanlı İmparatorluğu tahtında kırk altı yıl oturdu, yarım asır boyunca şarkın ve garbın bütün hükümdarları onun haşmet ve kudreti karşısında gölgede kalmıştır. Sağlam mânâsı ile büyük adamdır. Asrının en kuvvetli devletinin sahibi olmakla kalmamış, şahsi meziyetleri ile pek yüksek makamına şeref vererek onaltıncı miladi asrın efendisi olmuştur.
27 Nisan 1495'te babasının vali bulunduğu Trabzon’da doğdu. Ana ve baba bu tek evlatlarının terbiyesi üzerinde çok dikkatli olmuşlardı, baba tarafından hakiki sevginin sert disiplini altında yetiştirildi. Güzelliği ile meşhur olan anası Ayşe Hafsa Hatun ise, Yavuz'dan sadece saygı görmüştü, ruhunun aşk gıdasını mücadele adamı olan kocasında bulamayınca oğluna aşırı muhabbetle bağlanmıştı, ananın elleri de Sultan Süleyman'ın gönül binasını kurdu; manevi büyüklüğünü, tebaasına karşı olan adalet ve muhabbet duygusunu ona borçludur.
Onbeş yaşlarında iken Bolu sancak beyi olmuştu, oradan Kırım'daki Kefe sancağına gönderildi. Hafsa Hatun Bolu'ya da, Kırım'a da oğluyla beraber gitti; Yavuz tahta çıkınca İstanbul'a geldiler ve yine beraber Manisa'ya gittiler.
Osmanlı tahtına 1520 yılı Eylülünün otuzuncu Pazar günü oturdu.
Osmanlı tahtına yirmi beş yaşında bir genç olarak oturduğu halde saltanat devrini adalet ve ihsan ile hâkimane açtı. Sultan Selim Mısır'dan altı yüz hane sürgün getirmişti, İstanbul'da perişan sürünüyorlardı, evvela onlar için: "İsteyen vatanına gitsin..." dedi. Sultan Selim İran ile ticareti yasak etmişti, tüccarın elinde İran'a sevk edilecek veya oradan getirtilmiş ne kadar mal varsa müsadere ettirmişti. "İran ile ticaret yasak edilebilir, fakat tüccar müsadere ile kahredilmez" dedi, gördükleri zararm tazminatını da vererek ambarlarda duran malları sahiplerine iade ettirdi. Zulümden nefretini de iki idam cezası ile ilan etti; Yavuz'un kaptan-ı deryası Cafer Bey halk arasında Kanlı Cafer diye anılırdı. Sultan Süleyman'a mezalimi hakkında koca bir defter sunuldu, muhakemesinde hakikaten mücrim olduğu, nahak yere nice masum kanı döktüğü sabit oldu. Tersane önünde de bir şaki gibi asılarak idam olundu. Pirzirin sancak beyi de bir takım fukaranın eli ayağı düzgün, kaşı gözü yerinde oğullarını ana baba ocağından cebren ve kahren alarak köle diye esir pazarında sattırmış, bu oğlanlardan müstesna güzellerini de İstanbul'daki vüzeraya hediye olarak göndermişti.
Sultan Süleyman'a arz edijdi, ılgarla gönderilen celladlar bey ile kâhyasının kafalarını keserek konağı önündeki binek taşma koydular.
Müverrih Peçevili İbrahim Efendi:
"Bütün mazlumlar bu sefer sefalarından ağlaştılar ve Sultan Süleyman'a öyle dua ettiler ki, ömrü şeriflerinin uzun ve iki cihanda berhurdar olacağına kimsenin şüphesi kalmadı."
diyor ve şunları ilave ediyor:
"Onun zamanında valilere, sancak beylerine, hâkimlere azil yoktu, herkes yerinden emin idi. Azil ancak ağır töhmet ile olurdu ve bir atılan bir daha devlet kapusuna alınmazdı."
Mısır'ın fethinden sonra bu eyaletin devlet hazinesine ilk yıllık vergisini 800.000 duka altını olarak Hadım Süleyman Paşa göndermişti. Hüsrev Paşa Mısır valisi olunca eyaletinin vergisini 1.200.000 altın olarak yolladı. Sultan Süleyman:
— Süleyman Paşa çalmaz, Hüsrev Paşa hakkında tahkikat açın! Birkaç yıl içinde bir memlekette 500.000 altınlık vergi fazlası olmaz, bu adamın halka zulmettiği aşikârdır! dedi.
Sultan Süleyman'ın adaleti yalnız sulh adaleti değildi; o mukaddes terazi cenk zamanlarında da aksamadı. Şarkda ve garbda büyük seferler yaptı, 250.000 – 300.000 kılıç ordularla sadece zaferler kazandı; bir çobanın, bir garip köylünün burnunu dahi kanatmadı, gittiği yere mal, can, ırz ve namus güveni götürdü, çapul ve yağma şöyle dursun, yoldan ayrılıp atını sahibi meçhul bir tarlaya sürenin, atına bir tutam ekin yedirenin başı vuruldu.
Namlı akıncı beylerinden Gazi Bâli Bey'e gönderdiği uzun bir mektupta şu satırlar okunuyor:
"Her iyiliğin kaynağı adalettir, âdil olamayanın elinden çıkan iş kötü iştir. Peygamberimiz bir günün adaleti yetmiş yıllık ibadetten üstündür buyurmuştur, öyle insanlar vardır ki, ellerinde fırsat yok iken salih, abid ve zahid görünürler, ellerine fırsat geçince nemrud kesilirler. Hizmetinde kullandığı adamların dış haline aldanma, mala muhabbet edeni devlet hizmetinde kullanma, zira o adamlardır ki, Allah'ın bana emanet ettiği halkı ezerler. Rüzicezâde sorumlu benim. Ey Gazi Bâli Bey, mansıbımın geliri masrafıma yetmez diye gam çekme, ne dileğin varsa benden iste. Sana emanet ettiğim askerlerimin ve tebaamın gençlerini evlâd, ihtiyarlarını baba, yaşıtlarını da kardeş bil. Bilhassa fukaraya şefkat ve mubab-betle ihsan kapılarını aç."
Tarih kaynaklarımız Kanuni Sultan Süleyman'ın eşkâlini şöyle çiziyor:
Uzun boylu, geniş omuzluydu; boynu da öyle karar ve latif bir uzunlukta idi ki, başı duruşuna bir azamet ve ihtişam vermişti. Karaya yakın koyu kumral saçlı, buğday benizli, koyu elâ gözlü ve büyük dedesi gibi doğan burunluydu; yetmiş bir yaşında iken çıktığı son gazası Zigetvar seferine kadar da, babası gibi sakal salıvermemişti, pos bıyıklı, fakat bıyığı gür değil, köseçimsi, tel tel idi, yüzüne kendine has bir mânâ, şirinlik vermişti. Kelimeleri tane tane telâffuz ederek konuşur, son derece nazik, zarif, nüktedandı. Âlimlere, şairlere, her hüner ve marifet erbabına karşı hürmetkar, mültefit idi; ömrü boyunca ilmin ve sanatın cömert hâmisi oldu.
Daha çocukluğunda kuyumculuğa heves etmişti; zaman ile bu sanatta namlı ustalar arasında sayıldığı söylenir. Dünyanın en zengin hazinelerinden birine sahip hükümdar için herhalde pek tatlı meşgaledir.
Şiir söylemek, yazmak hanedanının kültür an'anesi olmuştu; şiirlerinde "Muhibbi" mahlasını kullandı. Üç kıta üzerinde yayılmış muazzam bir devletin kalbi tebaasına karşı muhabbetle dolu şair imparatora yakışan isimdir. Bakinin ve Fuzulinin muasırı olan Muhibbi hiç şüphesiz ki, Türk divan edebiyatının ön safda bir siması değildir, fakat, şuera tezkirelerinde o asrın şöhretleri arasında zikredilenlerin çoğundan, lisanı ile ve duygusu ile, kat kat üstün şairdir.
Bir beyti atasözleri arasına karışmış, yüzbinlerce Türk'ün hafızasındadır:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Reşat Ekrem Koçu Osmanlı padişahları)
Kanuni 1566 yılında 13. ve son seferi olan Zigetvar seferine çıktı. Uzun süren kuşatmadan sonra Zigetvar 7 Eylül 1966'da alındı. Fakat Kanuni, kalenin alındığını göremeden öldü. 46 yıl süren saltanatı sırasında Osmanlı Devleti dünyanın en güçlü devleti durumuna geldi.
Kanuni île ilgili bir menkıbe
Sorumluluktan kurtulma
Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'a, "Kanuni" lakabının hak ve adalet konusundaki titizliği dolayısıyla verildiği malumdur. Bu büyük hükümdarın ölümüne bağlı olarak yerine getirilmesini istediği bir vasiyeti vardı. Bu vasiyet, içinde ne olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmediği 25 cm. küb büyüklüğünde küçük bir sandığın ölümü halinde mezarda yanına konmasıydı. Hayatı seferlerde geçen, seferdeyken ölen Kanuni'nin cenazesi İstanbul'a getirilince derhal defin işlemlerine başlandı ve bu vasiyet de hatırlandı. Sandık meydana çıkarıldı ve hazır tutuldu.
Büyük hükümdarın cenaze töreninde şüphesiz sadrazamından şeyhülislamına bütün devletliler mevcuttu. Dönemin en büyük din bilgini ve şeyhülislamı Ebüssuud Efendi'ye Kanuni’nin anıldığı şekilde bir vasiyeti bulunduğu, fikrini almak bakımından söylendi. Ebüssuud Efendi, "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getirmezseniz, dini mübine (İslama) uymaz" dedi.
Ebüssuud Efendi bir şey söylüyorsa orada durmak gerekirdi. Konunun en büyük otoritesiydi. Nihayet üzerinde diğer görüşler de alındıktan sonra vasiyetin yerine getirilmemesi kararlaştırıldı. Küçük sandık mezara konulmadı ama içinde ne vardı, dünyanın en büyük hükümdarının mezarına konmasını istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarmıştı. Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı. Nitekim öyle yapıldı. Kutu ehil bir el tarafından haşat edilmeden açıldı. Bir de ne görülsün, içi, Kanuni'nin yapacağı işlerin, vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında şeyhülislama sorduğu sorulara aldığı cevaplar demek olan fetvalarla dolu idi.
Kanuni Allah'ın huzuruna yüzlü yüzlü çıkmak, O'nun rızasına aykırı bir iş yapmadığını belgelemek istiyordu. Devrin en büyük bilgini Ebüssuud Efendi bu olay karşısında:
"Hey büyük sultan, sen Tanrı katında kendini temize çıkardın, mes'uliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım" demekten kendini alamamıştı.
MsXLabs.org & İslam Ansiklopedisi
Son düzenleyen Safi; 7 Eylül 2016 22:02
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!