Otoriter milliyetçilik ve Siyasi İslam: Neye karşı kimin muhalefeti?
Yaşadığımız coğrafyada Siyasi İslam ve otoriter-milliyetçilik “muhalif ideolojiler” olarak öne çıkıyor.
Sömürgeleştirme politikalarına karşı direnişlerde Siyasi İslam özel bir yere sahip. Siyasi İslam şemsiyesi altındaki çeşitli örgütler, ABD (veya Batı) emperyalizminin müdahalelerine karşı “İslami direniş odakları” oluşturuyor. Bu oluşumlara, bir dönem ABD emperyalizminin ve siyonizmin karşı-devrimci maşalar olarak kullandığı örgütler ve siyasi kadrolar önderlik ediyor.
El Kaide gibi platformlar aracılığıyla oluşan uluslararası Siyasal İslam ağları, iktidarda yer tutan otoriter-milliyetçi siyasi elitler arasındaki dayanışmalar, bu siyasi akımları bölgesel güçler haline getiriyor.
Rusya Federasyonu’nun yönetici seçkinlerinin, uzun süren bir kaos dönemi sonrasında otoriter-milliyetçi bir çizgiyle, ABD emperyalizminin hegemonyasını kısmen frenlemeyi başardıkları görüldü.
Bu nesnellik, “ulusal devlet”in ve “din”in, emperyalizme karşı mücadelenin dayanaklarından birisi olduğu kanısını yaratıyor. Türkiye sosyalist hareketinin birçok grubu da açık veya örtük bir biçimde bu kanıda.
Ne İslami Direniş ağı, ne de Rusya ve İran, emperyalizm ile girdikleri çatışmada, “nesnel olarak” da olsa, “ilerici güçler” sayılamaz. Bu güçlerin kimler olduğu ve ne için savaştığına bakmadan, yalnızca kiminle savaştığına bakarak oluşturulan bu kanı yanlış.
1- Siyasi İslam’ın ana güç merkezleri, El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler, Hamas, Hizbullah ve İran mollaları iktidar elitleri. İran mollaları dışındaki bütün örgütler ABD ve İsrail’in devrimci demokratik güçlere karşı oluşturduğu karşı-devrimci örgütler. Bu örgütler, “şeriat” için savaşıyor. Bu adı verdikleri somut politik-toplumsal programınsa, yıkıcılık, sömürü ve baskı potansiyeli açısından sömürgecilikten fazlası var eksiği yok. Şeriat için savaş ne “ulusal bağımsızlık”, ne “siyasi demokrasi” ne de “toplumsal eşitlik ve refah” amacını içeriyor. Ana çizgilerini, yayılmacı bir cemaatçilik, otokratik bir seçkincilik ve yoksullaştırıcı bir kast düzeni oluşturuyor. Bu güçlerin emperyalizmle çatışması ekseninde gelişen toplumsal saflaşmaların ilerici politik sonuçlar doğurması olanaksız.
Bu güçleri emperyalizme karşı mücadelenin güçlü bir aktörü haline getiren nedenlerden birisi de, devrimci güçlerin, bu gerici örgütler tarafından yok edilmiş olması. Yani Siyasi İslam’ın ABD’ye karşı direnişte yarattığı toplumsal saflaşma ilerici güçleri biriktirmiyor, aksine emperyalizmle halk arasındaki çelişkiden devrimci toplumsal güçlerin çıkmasının önünü kesiyor.
2- Rusya artık kapitalist bir ülke ve emperyalist bir güce dönüşme sürecini tamamlamak üzere. Rusya’nın ABD emperyalizmine karşı gösterdiği direncin temel amacı, bölgede kendisinin de söz sahibi olduğu bir güç dengesi oluşturmak. Ağırlıklı bölümü eski Komünist Partisi bürokrasisinden gelen yeni burjuvazi, geçmişin ikinci büyük “süper gücü” Sovyetler Birliği’nden devraldığı devasa sermaye birikimine dayanarak, Rusya’yı emperyalist bir güç olarak yeniden örgütlemekte ciddi bir mesafe aldı. Yani Rusya siyasi elitinin diğer emperyalist güçlere karşı “direnişi”, Rusya emekçileri veya halkı adına bir direniş değil, Rus kapitalizmi ve emperyalizmi adına bir direniş. Bu direniş Rusya’nın kendi içinde ilerici bir toplumsal sürecin parçası değil Tam tersine, Rusya’daki karşı devrimin stabilizasyonu sürecinin bir parçası. Rusya’nın bu “denge kurma” çabası, bölgesel düzeyde “ilerici” bir nitelik taşımıyor. Rusya’nın şimdiki nüfuz politikalarıyla eski SSCB’nin “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” ve “bağlantısızlaştırma” politikaları arasında benzerlik bulunmuyor. Rusya’nın bölge ülkeleri üzerindeki nüfuz artırma projeleri, bu ülkelerde bir “işbirlikçi sermaye” oluşturmayı hedefliyor.
“İslami Direniş” ve Rusya’nın otoriter milliyetçiliği, ABD ve AB emperyalizmine karşı “direnen” iki karşı devrimci güçten daha fazlasını temsil etmiyor. Gericilik kampındaki bu çatışma, ancak, devrimci güçlerin hareket alanını genişleten iç çelişkiler olarak değerlendirilebilir. Bu çelişkinin uluslararası merkezleriyle veya “yerli izdüşümleri”yle devrimci güçler arasında işbirliği ya da karşılıklı etkileşim zeminleri oluşturmaya girişmek, egemenler arasındaki çatışmaların kuyruğuna takılmaktır.
Dinsel ve milliyetçi direniş ideolojileri, dış müdahaleyle sömürgeleştirilmek istenen halkın geniş cepheli bir direniş için gereksinim duyduğu kolektif kimliğin üretilmesinde iş görebilmektedir. Yeni sömürgecilik politikalarıyla, egemen sınıfları emperyalizme göbeğinden bağlanmış olan toplumlarda dincilik ve milliyetçilik, işbirlikçiliği gizleyen, halkın sömürge kapitalizminden kaynaklanan tepkilerinin emilmesine hizmet eden ideolojik bir tuzak. Türkiye’de devlet iktidarı için birbirlerine giren dincilerle militaristlerin “özgürlükçü” ve “bağımsızlıkçı” kisvesi altında, toplumu kendi arkalarında saflaştırmaya çalışmaları karşısında sosyalistlerin tutumu, bu sahte demokratların ve bağımsızlıkçıların gerçek yüzünü bütün halka sergilemek olmalıdır.
Ülkemizde dincilik ve milliyetçilik son derece köklü düşünce kalıplarına sahiptir. Siyasal İslam temel düşünce çerçevesini “İslam/İslam olmayan çatışması” üzerine; milliyetçilik ise “Türk/Kürt çatışması” üzerine oturtmuştur. Bu düşünce çerçeveleri, bir bütün olarak gericidir. Dinsel ve ulusal duyarlılıkların halkçı-demokratik politikalara güç veren özellikler kazanabilmesi için bu alanda sınıfsal bir parçalanmanın yaşanması bir ön şarttır. Böylesi bir parçalanma ise, ancak güçlü bir toplumsal devrim sürecinde sözkonusu olabilir; dinci ve milliyetçi siyasi kümelerin kendi iç dinamizmlerinden gelişemez.