Arama

Sabetaizm - Tek Mesaj #5

TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #5
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Mesihî bir hareket olarak Sabatayizm




Sabataycılar halen Türkiye'de önemli güç odaklarından birisidir, ama her şey değillerdir. Her taşın altında onları aramak, millete hizmet etmiş her vatan evladını Sabataycı ilan etmek kelimenin tam anlamı ile hem bir manipülasyon, hem de bir provokasyondur.


Şüphesiz Sebatayistler üzerine ilk önceleri İslami kesimde ve şimdilerde sol tandanslı kesimlerde çok yazılıp çizilmektedir. Ancak hemen belirtelim ki, özellikle Adnan Mendres'i de kapsayan Sabataycı suçlamalarla kantarın topuzu iyice kaçmışa benzemektedir. Zira uyarıyorum; yarın işi öyle bir noktaya vardırırlar ki, milletin tarihsel ve toplumsal değerleri ile bütünleşen, topluma maddi ve manevi hizmet eden, yakın tarihimizde çok önemli kilometre taşları olan Atatürk, Mehmet Akif, Said Nursi, Necip Fazıl, Nurettin Topçu vs. gibi şahsiyetleri düzmece şecerelerle Sabataycı ilan edip toplumun tarihsel hafızasını dumura uğratabilirler. Bundan dolayı akl-ı selim sahibi yazar ve çizerlerimizin bu noktada dikkatli olmaları gerekir. Şimdi hiçbir spekülasyona mahal bırakmadan Mesihlik, Sabatay Sevi ve Sabatayizm'i diseksiyon odasına alalım. Bilindiği gibi Mesih kelimesi İbranice Maşiah (İbranice kutsal yağla yağlanmış takdis edilmiş manasına gelir) kelimesinin Arapça kullanımıdır. Batı dillerine bu kelime Yunanca Hristos sözcüğünden geçmiş ve bugün Anglo-Sakson dillerinde İsa-Mesih'in karşılığı olarak Cristos, Christ olarak kullanılmaktadır. İşte Hiristiyan kelimesi de Mesih'e bağlı anlamda bu etimolojiden doğmuştur. Yahudiliğin tarihsel serüveninde Babil sürgününe kadar henüz Mesihlik anlayışı doğmamıştır. Özellikle Batılı araştırmacılara göre Yahudilerin kendilerini kurtarıp "göksel-şeriat" devletini kurarak yeniden Kral Süleyman dönemindeki ihtişamlı günlerini getirecek Arz-ı Mev'ud, Büyük İsrail Projesi'ni gerçekleştirecek Mesih beklentisi yoktu. Nabukadnezar M.Ö. 587'de Süleyman Mabedi'ni yıkıp 50 bin Yahudi'yi Babil'e köle olarak götürünce Yahudiler burada Zerdüştlük'teki son kurtarıcı simgesi olan Saoşyant inancından etkilenerek Mesih inancını geliştirdiler. Öyle ki, bütün sürgün ve işgal dönemlerinde kendilerini kurtaracak Mesih beklentilerini daima diri tuttular. Özellikle Kral Sargon, Antiakos Romalı komutan Pompeus, İmparator Titus dönemlerindeki korkunç katliamlarda Mesih beklentisi had safhaya çıktı. İşte bu esaret dönemlerinde Hz. İsa dahil, Bar Kocbha, Sabatay Sevi, David Alroy, Yakup Burdean'a kadar Yahudileri kurtarıp onları dünyanın hakimi yapacağını söyleyen onlarca Mesih çıktı. İşte bunlardan birisi de konumuzu teşkil eden İzmir Yahudisi 'Ani adolekehem' ('Ben sizin rabbinizim') diyen Sabatay Sevi'dir. Yine hemen söyleyelim ki, bugün İsrail'e hakim olan Rabbinik-Ortodoks Yahudiler için henüz Mesih gelmemiştir. Günümüze kadar Hz. İsa, Sabatay dahil ortaya Mesih diye çıkanların hepsi yalancıdır, zındıktır. Zaten Sabataycılar, Hristiyanlar ve Yahudilerin aralarındaki temel problemleri de bu noktadan kaynaklanmaktadır. Gelelim Sabatay Sevi'ye... 1626 yılında İzmirli bir Yahudi olarak dünyaya gelen Sabatay, 1648 yılına gelindiğinde Kabbala'yı çok iyi bilen bir haham olmuştu. Kabbalist Yahudi tasavvufundan çok etkilenen Sevi gördüğü rüyaları ve sözde kerametleri ile derhal Yahudi çevresini etkilemiş; ünü Mısır, Filistin ve Avrupalı Yahudilere kadar yayılmıştı. Onu ilk Siyonist olarak düşünebiliriz. Çünkü diasporada dağınık halde yaşayan Yahudi milletine 'Kutsal Yurt'larına, Kudüs'e göç etmelerini telkin ediyordu. Henüz yahudilerin beklediği kurtarıcı Kral-Mesih olduğunu ilan etmemişti. Nihayet Kudüs'e gitti, orada Gazzeli Yahudi teolog Nathan'la tanıştı; onun da telkinleri ile Mesih olduğunu ilan etti (1665-1666). Yahudi diasporasını bir heyecan kapladı. Kefaret oruçlarının tutulduğu Yahudiler arasında Kudüs'e göç hazırlıkları başlamıştı. Hatta 1665'te Almanya Hamburg Yahudileri Sinagogu'nda Mesih Sabatay Sevi'ye Yahudilerin Kralı olarak dua edildi. Sabatay, Yahudilerin bazı temel şeriat yasaklarını da mübah saydığından Ortodoks haham ve halkın tepkisini çekmiş, Bab-ı Ali'ye şikayetler had safhaya ulaşmıştı. Nihayet Osmanlı makamlarınca tutuklanarak Gelibolu Kalesi'ne hapsedildi. İşin ilginç tarafı 1666 Eylülüne kadar hapishanede prensler gibi yaşadı ve faaliyetlerine devam etti. Yahudilerin 9 Ab'daki, Kudüs tapınağının yıkılışı anısı olan oruç günlerini Sabatay, Gelibolu kalesinden yayınladığı fermanla resmen Mesih'in doğum günü ve bir sevinç bayramı şekline dönüştürdü.
Yakubiler, Kapancılar ve Karakaşlar
Artık Osmanlı İmparatorluğu'nun içindeki Yahudilerin çoşkunlukları sınır tanımıyordu ve onları uyarmak isteyen 'kafir'lerin uğraşmaları boşa çıkıyordu. Tam bu sırada Padişah Avcı Mehmed'in fermanı ile sorgulanmak üzere Edirne'ye getirildi. Fındıklı Silahdar Mehmed Ağa'nın anlattığına göre, 16 Nisan 1667 yılına Has Oda Köşkü'nde padişahın da mahfilden izlediği bir meclis kurularak Kaymakam Paşa, Şeyhülislam ve Vani Efendi, Sabatay'ı sorguladılar. Eğer Mesih'se mucize göstermesini ya da Müslüman olmasını teklif ettiler. Mucize gösteremeyerek Mesihliğini inkar etmek zorunda kalan Sevi Müslüman olmayı kabul ederek şehadet getirdi. Mehmet Efendi ismini alarak, maaş bağlanıp üzerine kürk giydirilmek suretiyle İçoğlan Hamamı'nda görev verildi. Tabii Sabatay'ın Müslüman oluşu, Yahudiler arasında şok etkisi yaptı. Sabatay taraftarlarını teskin etmekte gecikmedi; tanrısal irade ile hareketin Müslüman kimliği ile devam etmesi vahyedilmişti.
Ancak Sabatay ani bir şekilde strateji değiştirerek, herkesin Müslüman isimleri almasını salık vermesi ve bir de asıl Yahudi ismini muhafaza etmek kaydı ile Mesihlik hareketini gizli olarak sürdürme kararı alması bir dönüm noktası oldu. İşte bu tarihten sonra aslında Yahudi inançlarına bağlı, fakat anlaşılmamak için Müslüman gözüken, hatta bazen hacca dahi giden, bazen önemli Müslüman cenazelerinde tekbir getiren Sabataycı dönmelerin tarihsel serüveni başladı. Tabii Sabatay'ın bu hareketini öğrenen Osmanlı onu sonunda Arnavutluk'un Ülgün (Dolcigno) bölgesine sürdü. Burada yine gizli olarak Mesihlik faaliyetlerini sürdüren Sabatay 1676 yılında öldü. Ancak O, Sabataycılara göre gerçekten ölmemiştir; göğe çekilmiştir.
Bir gün tekrara dönerek Kudüs'te 'Tanrının Krallığı'nı kurup, tüm Yahudileri dünyaya hakim kılacaktır. Sabatay'ın ölümünden sonra cemaat, teolojik ve şeriat tartışmaları ve liderlik noktasında ayrılğa düşerek, kısaca Yakubiler, Karakaşlar ve Kapancılar olarak üç ana bölüme ayrı ve sistematik olarak Müslüman kimlikleri ile devletin eğitim, ticaret ve siyaset alanlarına sızarak önemli güç odaklarına dönüştüler. Günümüzde her üç fraksiyonun İzmir'de, İstanbul Feriköy ve Üsküdar Bülbül Deresi'nde mezarlıkları vardır ve ölülerini halen oraya defnetmektedirler. Ne yazık ki, Sabatay'la ilgili Osmanlı Mühimme kayıtları 1948 yılında İsrail'e kaçırılmıştır. Kısaca anlattığımız bu tarihçeden sonra esas soru şu Sabataycıların Türk siyasi, kültürel ve ekonomik hayatı üzerinde etkisi olmuşmudur? El cevap: Olmuştur.

Halen de olmaya devam etmektedir. İttihat ve Terakki'nin kurucularından Dr. Nazım, İshak Sukuti, ünlü Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İpekçi ailesinden ihtilal Başbakanı Naim Talu'ya kadar birçok siyasinin Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçi gibi gazetecilerin, Cemil İpekçi gibi modacıların ve özellikle medya, iç ve dış politika ve finans düzlemindeki köşe başlarında Sabataycı-dönmelerin olması tesadüfi değildir.
Ayrıca bu sır cemaatinin Müslüman isimli sözcülerinin İslam karşıtlığı ve özellikle bolşevik düzlemde anlamını bulan, sadece kamusal alandan değil, Tanrı'yı yeryüzünden kovmayı amaçlayan laiklik anlayışlarını savunmaları da çok manidar gözükmektedir. Sabataycılar halen modern Türkiye'de önemli güç odaklarından birisidir, ama her şey değillerdir. Sabataycıları olduğundan güçlü göstererek, millete hizmet etmiş her vatan evladını Sabataycı-dönme ilan etmek kelimenin tam anlamı ile hem bir manipülasyon, hem de bir provokasyondur. Ayrıca şahsen ben kendi özgür iradesi ile her insan gibi Sabatayistlerin de Müslüman olabileceğine inananlardanım. Zira Allah'ın kimi hidayete erdireceği kimsenin tekelinde değildir. DR. LÜTFÜ ÖZŞAHİN / DİNLER TARİHİ UZM.


AB sürecinde Katolik-Ortodoks işbirliği...
Türkiye'de oldum olası ne zaman Katolik Kilisesi'nin bir temsilcisi resmi bir ziyaret için ülkemize gelse, bir anda bütün zihinlerde komplo teorilerinin bini bir para üşüşüverirler. Hele bu ziyaretçi, Katolik Kilisesi'nin ruhani reisi olursa, artık milli reflekslerimiz otomatik olarak devreye girer ve adeta bütün bir İslam tarihi Hıristiyan-Müslüman mücadeleleri ve münasebetlerinin kayıtları tozlu raflardan indirilerek o günler tekrar canlandırılır.

Doğrusu, bir milletin 'tarih bilinci'ne sahip olması, günümüz toplumlarında artık pek öyle sık rastlanan türden bir şey değil. Ancak, 'tarih bilinci' denen şey, 'ibret almak' için midir yoksa 'tekrarlamak' için midir? İşte bu, üzerinde fazla durulmayan ve en hayati konularda unutulan -ya da unutturulan- bir konudur. Oysa, daha yakın bir geçmişte, İstiklal şairimiz 'hiç ibret alınsa idi tekerrür mü ederdi?' sorusunu sormuş ve tarihin bir 'refleks' ölçme aleti değil, bir 'ibret' pusulası olduğunu hatırlatmıştı. Yazımızın girişinde belirttiğimiz durumlardan birisini -şayet ibret alınmazsa- önümüzdeki aylarda bir daha yaşayacak gibiyiz.
Çünkü, Vatikan resmi yayın organlarının (L'Osservatore Romano gibi) ve Türkiye'deki basın organlarının bildirdiğine göre, Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos, Katolik Kilisesi ruhani lideri Papa II. Jean Paul'ü Türkiye'ye davet etmiş ve sayın 'Papa hazretleri' de bu davete icabet edeceklerini bildirmişler. Aslında, Katolik Kilisesi'nin ruhani liderinin Türkiye'yi ziyaret etmeleri yeni bir şey değil. Ancak, ne hikmetse, bu ziyaret günlerinde, ülkemizin düşünce ve fikir adamların bir kısmı adeta söz birliği etmişçesine bu ziyaretleri tarihi bir rövanş olarak algılamakta gecikmez ve 'ilgilileri' çeşitli şekillerde itham etmekten çekinmezler. Bugün mesela, Papa 6. Paul'un Türkiye'yi 1967'deki ziyareti esnasında yazılanlardan bir kısmı kulaklarımızda hâlâ yankılanmaktadır. Bu konuda Emin Işık'ın Fikir ve San'atta Hareket adlı dergide yayınlanan ve ayrı bir ilave fasikül olarak basılan yazısı o dönemin hissiyatını yansıtması bakımından ilginçtir.
AB'deki 'Hıristiyanlık meselesi'
Şimdi, Katolik Kilisesi ruhani reisinin Türkiye'ye gelmesi meselesini iyi anlamak için, bu meseleye doğrudan doğruya ve öncelikli olarak Türkiye ile ilgili bir mesele olarak bakmamak gerektiğini düşünüyoruz. Burada açıkça söz konusu olan şey, genel olarak Avrupa'daki ve özellikle de 'Avrupa Birliği'ndeki Hıristiyanlık' meselesidir. Bilindiği gibi, Vatikan her ne kadar bir Avrupa Birliği üyesi ülke olmasa da, Birliğin dini konularda aldığı kararları yakından takip etmekte ve Birlik vatandaşlarından Katolik olanların haklarını korumak için etkin bir faaliyet göstermektedir. Katolik Kilisesi'nin ruhani reisi olarak, -her ne kadar Avrupa'da Hıristiyanlık gün geçtikçe kan kaybediyor olsa da-, Avrupa Birliği'ne mensup Katolik vatandaşların dini hassasiyetlerini korumak, Hıristiyanlık ve Katoliklik değerlerine ters düşecek bir kararın çıkmasını engellemek için Avrupa Birliği meclis koridorlarını boş bırakmayan Vatikan, ister istemez bu projesine destek olacak yeni girişimleri de en iyi şekilde değerlendirmek istemektedir ve bunda da kendi açısından haklıdır. Papa ile Patrik Bartholomeos'un görüşmelerini aktaran metinlerle birlikte Vatikan'ın bu minvaldeki gayretleri incelendiğinde bunlar açıkça görülebilir. Vatikan, önümüzdeki yıllarda -her ne kadar yakın vadede olmasa dahi- tarihi bir rakibi olan Ortodoks Kilisesi'nin de içinde bulunduğu bir ülkenin yani Türkiye'nin Birliğe üyeliğini hesaba katarak, daha şimdiden bunun altyapı hazırlıklarını yapmaktadır. Bu, Vatikan için iki anlama gelmektedir. Birincisi; Avrupa Birliği'nde tek başına mücadele ettiği birtakım değerleri ilke olarak savunacak yeni bir müttefikin daha kendisine katılmasıdır. İkincisi ise, Birliğe yeni katılacak olan Türkiye'nin bir müslüman ülke olması ve onu yakından tanıyan yerli bir Hıristiyan Kilisesi ile irtibat içerisinde olmak. Bu da, Vatikan için yabana atılacak bir konu değildir. (Avrupa Birliği, anayasası ve genişleme süreci ile ilgili Vatikan'ın son birkaç aydaki açıklamaları bu çerçevede değerlendirilebilir). İşte, Vatikan'nın devlet başkanı ve Katolik Kilisesi'nin ruhani reisi olan Papa II. Jean Paul'ün muhtemel ziyaret amacı bu bağlamlarda düşünüldüğü zaman gerçekten bir anlam ifade etmektedir ki; bizim bu her iki şık için de hazırlıklı olmamız gerekmektedir. Şimdi, bütün bu izahat ve analizlerden sonra, şöyle bir soru sormak herhalde anlamsız olmayacaktır: bizim ülkemizin dini değerlerini Avrupa Birliği komisyonları veya konseyleri nezdinde kim, nasıl koruyacaktır ve bu yolda ne gibi faaliyetler ve hazırlıklar yapılmaktadır?
DR. İSMAİL TAŞPINAR / ÖĞRETİM GÖREVLİSİ


Şam 'şerif'tir Ankara 'eşref'
14 Temmuz 2004 tarihinde, ülkemiz, komşu kardeş ülke Suriye Başbakanı Sayın Itri'yi resmi devlet töreni ile kabul etti. İki kardeş ülke arasında sağlanan samimi münasebetleri bu ziyaret esnasında müşahede ettik. Suriye-Türkiye ortak duruşu, bölgemize musallat olmak isteyen ve coğrafyamıza etnik ve mezhepsel kökende uydu otoriteler empoze etmek isteyenlere verilmiş bir yanıttır. Türkiye 'soğuk savaş' dönemi sonrası dünyadaki ve bölgemizdeki hızlı gelişmelere ve meydan okumalara karşı kayıtsız kalamayacağını ve inisiyatif üretmek zorunda olduğunu kavramıştır. 1998 tarihinde Adana'da bir araya gelen Suriye ve Türkiyeli yetkililer yeni bir sürecin taşlarını döşerler. Ticari, siyasi ve hatta güvenlik ve askeri alanlarda ortak platformlar oluşturulur. "Suriyecilik oynuyoruz", "müttefik-güçlü devletler varken Suriye'ye yaklaşmak niye?" gibi nereden beslendiği muhakkak izahlarla bu süreç rayından çıkarılmak istenir. Ama bütün çabalar boşunaydı. İki ülkenin demokrat vatanperverleri artık barışmak ve huzur içinde yasamak istiyorlardı. Bu süreç Türkiye'de istikrarı, güveni ve iktisadi gelişmeyi istemeyen, Türkiye'yi piyon olarak görmeye alışmış devletleri rahatsız edebilir. Bu aşamada duyarlı davranmak bütün yurtsever güçlerin tarihi sorumluluğudur. Her halükârda, bugün dünyamıza dayatılmış tehlikeler, Birinci Dünya Harbi'nden sonra gündeme musallat olan hadiselerden farklı değildir. Dönemin aydınları sanki bugünü anlatır gibi.

Aziz Nesin Arapça'ya çevrilen 'Ah Biz Ödlek Aydınlar' adlı eserinin, Suriye'deki okurlarıyla buluşması vesilesiyle kaleme aldığı makalesinde önemli ve doğru tespitlerde bulunmuştur: "Hem Türk halkı, hem Arap halkı modern emperyalizmin oyununa gelmişler, çok acı çekmişlerdir."
Muhakkak ki, dostluk ve kardeşlik bağların pakismesine siyasi otoriteler önemli katkılar sağlıyabilirler. Lakin, bunun güçlü zeminini kamuoyu duyarlılığı hazırlar. Suriye toplumu Türkiye'nin acılarını ve sevinçlerini anında paylaşmakla mükelleftir. Türkiye'ye yönelik tehditleri kendi vatanına olmuş gibi algılamalı ve dayanışmasını teorik düzeyde bırakmamalıdır. Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın "Biz Türkiye için samimi ve dost duygular beslemekteyiz" tarihi sözü, pratikte tecelli etmelidir. Bunun için üniversitelerimize, aydınlarımıza ve yetkililere önemli yükümlülükler düşmektedir. Temcit pilavı gibi bayat projelerin yeni başlıklarla dünyayı tehdit ettiği, Irak işgalinin sürdüğü dönemde, Suriye ve Türkiye hükümetleri arasında eğitimden, sanayiye, güvenlik konularından, turizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan önemli antlaşmalar sağlandı. Nihayetinde Cumhurbaşkanı Esad'ın Ocak 2004 tarihinde gerçekleşen Türkiye ziyareti gazete tabiriyle "Esad'ın Türkiye'yi ve Türkiye'nin Esadı" fethine tanık olundu. Bu durum ABD ve Israili tedirgin etmeye başladı bile. Türkiye'nin coğrafyasında aktif olmasını, komşularıyla güven içinde yaşamasını, ekonomik ve siyasi arenada önemli öncü sorumluluklar üstlenmesini istemiyorlar. Suriye-Türkiye dostluğu kanayan bu coğrafyaya merhemdir. Mehmed Akif'in deyimiyle: "Türk Arap'ın gözü, Arap Türk'ün ayağı, koludur. Birbirlerine su ve hava kadar muhtaçtırlar".
Son düzenleyen kompetankedi; 16 Eylül 2006 11:32