Arama


kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
15 Eylül 2006       Mesaj #1
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
Viyana’da doğup, 23 yaşına kadar orada yaşamış olmakla birlikte, yirminci yüzyılda önce Anglo–Sakson dünya, sonra da bütün dünyada etkili olan ünlü çağdaş filozof, felsefi kariyeri, her birinde birbirleriyle uzlaştırılması hiçbir şekilde mümkün olmayan iki ayrı döneme ayrılan Ludwig Wittgenstein’ın temel eserleri:
  • Tractatus Logico – Philosophicus (Mantıksal- Felsefi Deneme)
  • Philosophical İnvestigations (Felsefi Soruşturmalar)
Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein’ın düşüncesinin merkezinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur. Wittgenstein bu bağlamda iki temel sorunun gündeme geldiğini söyler: Dilin dünyayla olan ilişkisi nedir? Dilin düşünceyle olan ilişkisi neden meydana gelir?
Wittgenstein birinci dönemin temel eseri olan Tractatus’ta, dilin fonksiyonunu nasıl gerçekleştirdiğini ve dilin sınırlarını ortaya koyacak bir teori geliştirmeyi amaçlamıştır. Dil düşünceyi ifade ettiği için, onun üstlendiği bu görev, aynı zamanda düşüncenin sınırlarına dair bir araştırma olarak anlaşılmak durumundadır; başka bir deyişle, onun projesi, Kant’ın kalkıştığı işin, yani Kritik der Reinen Vernunft’un dille ilgili olan versiyonuna tekabül eder. Tractatus’un iki temel tezi ya da öğretisi vardır: Bunlardan pozitif olan ve dilin dünyayı resmederek, onu temsil ettiğini öne süren birincisine göre, olgusal dilin önermeleri dış dünyayı, olguları resmeder, mantığın önermeleri ise totolojilerdir. Buna mukabil, eserin olumsuz olan tezi ya da öğretisi, ahlaki, dini, ve hatta felsefi söylemin dilin sınırlarını aştığını ifade eder.
Wittgenstein’ın, her tümcenin mümkün bir durumun, varolan bir olgunun resmi olduğunu öne süren söz konusu dil ve anlam görüşüne göre, tümce ya da önermeler, son çözümlemede basit nesne ya da şeylere gönderimde bulunmak durumunda olan isimlerin bir birleşimidir. Gerçeklikle dil ya da düşünce arasındaki bu resmetme ilişkisinin mümkün olabilmesi için, onların ortak bir mantıksal form ya da yapıyı paylaşmaları gerekir. Bununla birlikte, bu mantıksal form dünyada bulunmaz; bulunmadığı için de, dilde resmedilemez. Aynı şekilde, ahlaki değerler ve benin dünya ile olan ilişkisi de, dış dünyadaki olgular arasında bulunmadığı için, bunların da resmedilebilmeleri söz konusu olmaz. Bu ve benzeri şeyler, kendileriyle ilgili olarak hiçbir şeyin söylenemeyeceğini ve dolayısıyla, sessiz kalınması gereken metafiziksel konulardır. Wittgenstein’ın bu görüşü, metafiziksel problemlerin, bir çözüme kavuşturulamasalar bile, ciddi ve derin konular oluşturduğunu teslim eden filozofu, Viyana Çevresinin metafizik karşıtı doğrulamacılığına çok yaklaştırır.
Oysa Wittgenstein’ın ikinci dönem felsefesi kullanımsal bir anlam teorisi geliştirirken, dilin değişmez ve temel bir özü olduğu, bu özün dünyanın temsiliyle belirlendiği ve dildeki sözcüklerin salt adlandırma işlevi gördüğü görüşünü tümden reddeder. Başka bir deyişle, Wittgenstein bu dönemde, dilin özyapısı üzerine açık, belirgin, soyut ilkeler getirmek yerine, dile doğal bir insan fenomeni, çevremizde olup biten bir şey, karmaşık insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir bütün olarak yaklaşmıştır. Bu dil anlayışının önemli bir özelliği, onun dili özünde toplumsal bir fenomen, ancak birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığıyla işleyebilen bir fenomen olarak görmesidir. Wittgenstein, bu dönemde dili, insan tarafından kullanılan bir alet olarak görür. Bir ifadenin anlamı, o ifadenin mümkün kullanışlarının bir toplamıdır. Bu da anlamı, insan faaliyetlerine ve sonunda da yaşam biçimleri bütünlerine bağlar. Dille ilgili olarak resim benzetmesinden alet benzetmesine geçiş, Wittgenstein’ın iki dil görüşü arasındaki en önemli farktır. Wittgenstein, bu ikinci dil görüşünde, dilin kullanılmasını aynı zamanda oyun oynamaya benzetir. Tüm oyunlar kurallar tarafından yönetilen faaliyetler, yapıp- etmeler olduklarına göre, amaçlı bir faaliyet olan dil, uzlaşımsal ve değişken kuralların yönettiği öğelerle yürütülür.
İkinci dönemin Wittgenstein’ına göre, felsefe özünde bir teori değil, fakat bir faaliyettir.Felsefe yapılan bir şeydir, ama sayıp dökülecek bir öğreti bütünü değildir. O felsefenin geleneksel problemlerinin kötü bir biçimde formüle edilmiş olan anlamsız problemler olduklarını öne sürer. Bundan dolayı, felsefi teoriler oluşturmaktan vazgeçmek gerekir; çünkü bu, kafaları daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Wittgenstein’a göre, filozofa düşen, dilin, çeşitli kullanım biçimleri içinde uygulandığı, farklı, ancak ilişkili dil oyunlarında nasıl kullanıldığını göstermektir. Filozof bunu, insanların saptırıcı benzetmelerle yoldan çıkmalarına engel olmak için yapar. Wittgenstein’a göre, kişi felsefe yapmaya başlamadan önce, dilin, kendisini saptırabilme tarzlarını ve saptırdığı yolları araştırmak zorundadır. Onun felsefe yapma biçimi işte bu anlayıştan çıkar: Felsefe, dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin, dünya üzerine olan düşüncelerimizi nasıl saptırdığının çok yönlü bir biçimde araştırılmasıdır. Felsefenin görevi, bu tür terapidir, tedavidir. Felsefi problemlerle kafası karışmış ya da çıkmaza girmiş kişiye, insanların kullandıkları dil- oyununun kuralları anlatılarak yardımcı olunabilir.
Wittgenstein’e göre, insanı yanlışa sürükleyen şey, onun sözcüklerin bir oyunda nasıl kullanıldıklarına bakarak, aynı sözcüklerin başka bir oyunda da aynı şekilde kullanılacağını düşünmesidir. O, birinci oyunun kurallarının ikinci oyunda da aynen geçerli olduğunu düşünür ve böylelikle de çıkmaza girer. Böyle bir insan kafası karışmış olan biridir. Kafası karışmış olan kişi, benim bir dükkanda çevreme bakıp, “ Bu, bir bisiklet; bu, bir televizyon; bu, bir ekmek kızartıcısı” dediğime göre, kendi içime yönelerek “sol dizimde bir ağrı, içimde bir fincan çay içme, bir de bugünün Pazar günü olması isteği var” dediğim zaman, benzer bir iş yaptığımı sanır. Oysa, bunlar tamamiyle farklı iki işlemdir. Kendimize ilişkin betimlemelerde yapılan, kendi içimizde bulduğumuz şeyleri sıralamak değildir. Bu konuda açıklığa varmanın yolu, Wittgenstein’e göre, dili doğal çerçevesi içinde ele almak ve insanların bir şeyler söyledikleri zaman, içinde bulundukları durumları, bunların söylenmesine eşlik eden davranışları hesaba katmaktır.
Bir filozof düşünün, yaşamının iki döneminde oluşturduğu özgün düşünceler, 20. yy.ın ilk yarısında dil ağırlıklı iki düşünce akımını etkilemiş olsun. İlk dönem düşüncesini terk edip yenisine başlarken arkasından yeni bir kuşak dil felsefecisini de sürüklemiştir.
Bu iki düşünce oluşumunun ara döneminde felsefeye ara vererek yaptıkları, onun çekici yaşamöyküsüne uygundur. O bu dönemde felsefeyi bırakmış Avusturya köy okullarında öğretmenlik yapmış, Viyana’da kızkardeşi için bir ev planlayıp, bu evin yapımını da denetlemiştir. Bir mimar gibi...

Aslında onu bir sınıflandırmaya sokmak da güçtür. Doğası onu çok farklı bir kişilik olarak özgünleştirirken, düşüncesinin sıradışılığının da kökenini oluşturmuştur.
Ludwig Wittgenstein, bir girişimci ve kendi zamanının Avusturya’daki en zengin adamlarından biri olan Karl Wittgenstein’ın en küçük oğlu olarak dünyaya geldi.

Kökenleri Yahudi idi, ancak birkaç kuşak önce Hıristiyan olmuştu.

Babası, güçlü kişiliğinin yardımıyla Avusturya-Macar çelik sanayinin lideriydi, ancak bu kişilik, aynı zamanda beş oğlu ve 3 kızıyla gergin bir ilişki yaşamasının da nedeniydi.
Babalarının kendi işini devam ettirmeleri bağlamında oğullarına karşı baskıcı tutumu çok olumsuz sonuçlar doğurdu. Annelerinin hassasiyetini almış olan üç ağabeyi bu baskıcı ortama dayanamayıp intihar etti. Ludwig de benzer eğilimleri taşıyordu.

Babasının ölümünden sonra, mirasının bir kısmını sanatçılara ve geri kalanını kardeşlerine vermesi de dikkate değerdir.

Geç imparatorluk Viyana’sının Johannes Brahms, Gustave Mahler, Karl Kraus, Sigmund Freud ve Adolf Loos, Gustav Klimt gibi isimleri bir şekilde ailenin adıyla bağlantılıydı.

Onu etkileyen bu atmosfere tekrar döneriz...

Son olarak Adolf Hitler’den birkaç gün farkla doğduğunu ve bir yıl süreyle aynı okula gittiğini belirtelim.

Evet "zor" felsefesinin yanı sıra çok farklı bir kişilik var karşımızda...



Wittgenstein’da Dönemler
Yirminci yüzyılın "en büyük" filozofu diye nitelenen Wittgenstein 'ın felsefesi, aralarında örtük ve açık bazı bağıntılar bulunmasına karşın, iki ayrı döneme ayrılır.
Bu iki dönem, felsefede "çifte devrim" olarak da nitelenir. ilk devrimle mantıksal çözümleme, ikincisiyle dil-çözümsel felsefe anlayıþları kastedilir. Birinci dönemin temel yapıtı, Wittgenstein 'ın sağlğında yayımlanan tek kitabı olan, kısaca Tractatus diye anılan Tractatus logico-philosophicus'tur (Mantıksal-felsefi risale). ikinci dönemi simgeleyen yapıt ise Felsefi Araştırmalar (Philosophische Untersuchungen) adını alır.
Wittgenstein felsefesini dönemlere ayırma konusunda, felsefecilerin kendi aralannda tam bir uzlaşıma vardıkları söylenemez. Bertrand Russell gibi, yalnızca birinci dönemi alıp, sonraki dönemi felsefeden bile saymayanlar da vardır.
D. Pears gibi düşünenler ise, aralarında birbirini bağlayan birçok çizgi olmasına karşın, iki ayrı dönemden söz ediyor.
W. Stegmüller, J. Hartnack gibileri de birbirine zıt iki ayrı Wittgenstein felsefesi olduğunu savunuyor. Stegmüller, birinci dönemi "Dilin Mozaik Kuramı" , ikinci dönemi "Dilin Satranç Kuramı" diye adlandırır.
Benzetme, birinci dönemde dilsel işaretlerin mozaik resimlerindeki gibi belirli ve sabit oluşuna, ikinci dönemde sözlerin kullanımının satranç oyunundaki gibi kurala uygun haraketlerine gönderme yapar.
Tüm bu düşünürlere karşın, A. Kenny, K.Wuchterl, A. Hübner gibi, Wittgenstein'ın birlikli bir felsefesi olduğunu öne sürenler de vardır.Wittgenstein'ın felsefesinin gelişiminden ve ondaki "gizli birlik"ten söz eden J.Hintikka ve M.B. Hintikka'nın, bizim de katıldığımız düşüncelerini burada son bir görüş olarak anmak isteriz. Hintikka’lar bir yana , onların bu “gizli birlik” saptamasına , her iki dönemde açıkça görülen bazı bağların da bulunduğunu kendi adımıza eklemek isteriz.

ANLAMIN SINIRLARI

Gençliğinde Schopenhauer okumuş ve Schopenhauer’un (kendi ifadesiyle) temelde haklı olduğu sonucuna varmıştı. Yaşamının sonraki bölümünde, kavramsal anlığına sahip olamayacağımız, dolayısıyla hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz bir alanda, hakkında konuşabileceğimiz ve anlamaya çalışabileceğimiz, deneyimlerimizin görüngüsel dünyası arasında bölünmüş bir bütünsel gerçeklik görüşünü kabul etti. Ona göre, felsefe, anlaşılır olmak için kendini hakkında konuşabileceğimiz dünyayla sınırlamak zorundaydı; bu sınırı geçecek olursa onu anlamsızlık bekliyordu.

DİL VE GERÇEKLİK
Ancak, Wittgenstein, Frege ile Russell’ın çığır açıcı eserlerinde, Schopenhauer görüngüler dünyasına ilişkin görüşünü daha sağlam temellere (sadece bilgikuramsal değil, aynı zamanda mantıksal temellere) oturtmanın mümkün olduğunu gördü. Böylelikle, bu dünyanın dilde nasıl betimlendiğini, dolayısıyla dille gerçeklik arasındaki ilişkiyi açıklamak mümkün olacaktı. Bir sonraki adımda, ilke olarak, dilde anlaşılır biçimde ifade edilebilecek şeylerin, dolayısıyla, anlaşılabilir kavramsal düşüncenin sınırlarını çizmemiz mümkün olabilecekti. Schopenhauer’un “temelde haklı” olduğu ortadayken, felsefenin yerine getireceği tek önemli görev bu olabilirdi. Dolayısıyla, Wittgenstein’ın ilk dönem felsefesi, insan için kavranabilir olan şeylerin sınırlarını belirlemeye çalışan, Kantçı- Schopenhauercu programın gözden geçirilmiş bir yorumuna dayanmaktaydı. Wittgenstein’ın yaptığı, mantık ve dil çözümlemesi alanında 20. yüzyılda ortaya çıkan yeni gelişmeler ışığında onu yeniden işlemekti.

MANTIKSAL BİÇİM
Wittgenstein’ın ilk kitabı olan Tractatus Logico – Philosophicus’un (1921) özü budur. Kitabına bu ürkütücü başlığı vermesini ona G.E. Moore önerdi. Başlıkta, Spinoza’nın Tractatus Theologico – Politicus’una bir anıştırmanın yapıldığı görülmektedir. Wittgenstein’ın kitabından genellikle sadece Tractatus olarak söz edilir. Wittgenstein, bu kitapla felsefede ele alınmayı bekleyen belli başlı bütün sorunları hallettiğine içtenlikle inanmaktaydı. O yüzden, bu kitaptan sonra felsefeyi bırakıp başka şeylerle uğraşmaya başladı. Kitap, Viyana Çevresi’nin İncil’i haline geldi ve felsefede bütün bir kuşağı etkisi altına aldı. Oysa, Wittgenstein kitabın önemli bir hata olduğu sonucuna vardı. Bu yüzden, başta biraz isteksizce de olsa, 1929’da Cambridge’in felsefe dünyasına geri döndü ve 1951’de ölünceye kadar orada kaldı.
Bu ikinci dönemde hemen hiçbir şey yayımlamamış olmasına karşın, ölümünden sonra yığınla yazı ve ciltler dolusu kitap ortaya çıktı. Bunlar arasında en önemlisi, 1953’te yayımlanan Philosophical İnvestigations’tır (Felsefe Soruşturmaları). Bu kitap, en azından Britanya’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra belki de en etkili olmuş felsefe kitabıdır. Bu kitapla Wittgenstein’ın adı felsefenin dışına taşarak toplumbilimden yazın eleştirisine kadar pek çok alana yayıldı ve onu çağımızın düşünsel putlarından biri yaptı. Dolayısıyla, Wittgenstein biri yaşadığı sırada büyük etki yaratmış olan iki farklı felsefe ortaya koymuştur. Bu felsefelerden, genellikle “Wittgenstein’ın ilk dönemi” ve “ Wittgenstein’ın sonraki dönemi” diye söz edilir. Bizzat kendisinin ilk dönem felsefesinde en yanlış bulduğu şey, anlamın resim kuramı denen şeydi. Bu terim, ressamlıkla kurulan bir benzeşime dayanmaktaydı. Küçük bir tuval parçası, bütün yayılımıyla bir peyzajdan tamamen farklı türden bir nesnedir; ancak, ressam, belli renkleri, peyzajdaki birbiriyle ilişkili öğelere karşılık gelecek biçimde diğer renklerle aynı ilişki içinde tuvale yerleştirmek suretiyle, birincisinin, ikincisini dolaysızca tanınabilecek biçimde temsil etmesini sağlayabilir. Wittgenstein, her ikisine de ortak olan bu içsel ilişkiler dizisine “ mantıksal biçim” adını verdi ve mantıksal biçim her ikisinde de aynı olduğundan birinin diğerini temsil edebildiğini söyledi. Aynı şekilde, şeylerin yerini tutan sözcükleri, cümlelerin betimlediği hallerle aynı mantıksal biçime sahip olan cümleler halinde bir araya getirebilmekte, böylelikle gerçekliği dilde dakik biçimde (ya da, kuşkusuz dakik olmayan biçimde de) tasarımlayabilmekteyiz. Dolayısıyla, bize bu dünya hakkında konuşma olanağı veren şey mantıksal biçimdir.


Kaynak: Ludwig Wittgenstei, Yaşamı ve Yapıtları - Hans Sluga

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 18 Ekim 2015 22:12