Arama

Tasavvuf - Tek Mesaj #2

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
19 Eylül 2011       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Tasavvuf
MsXLabs.org & İslam Ansiklopedisi

En büyük din ilimlerinden birisidir. Tasavvuf kelimesinin kaynağı ko­nusunda yüzyıllardan beri çok şey söylenebilmiş yazılmış ama kesin bir sonuca varılamamıştır. Bugün de ih­tilaflıdır. Bu kelimenin aslının eski Yunancadaki sofos sözcüğü olduğu­nu, öne süren çıktığı gibi İran ve Hint kayı kökenli olduğunu öne sürenler de çıkmıştır. Arapça süf (yün) veya suffa kelimesi olduğunu söyleyenlerin sayısı da kabarıktır. Kelime olarak kö­keni ne olursa olsun, terim veya ıstı­lah olarak kazandığı anlam açıktır, ne olduğu doğru dürüst bilinmektedir. Buna göre tasavvuf dünyadan, dün­ya ilgilerinden olabildiğince sıyrılmak, bedensel arzu ve istekleri frenleyip tam bir denetim altına almak, yöne­lmen Allah yolunda maddi alakaları engel olmaktan çıkarmaktır. Dinin iyi bir insan olmak yönündeki telkinle­rini eksiksiz olarak uygulamak, ada­leti, dürüstlüğü, cömertliği, fedakâr­lığı en ileri boyutlarda temsil etmek­tir. Bazı tasavvuf büyükleri bu dal hakkında şunları söylemişlerdir:
"Ta­savvuf, varlığından ölmen, Tanrı ile dirilmendir." (Cüneyd-i Bağdadi)
"Tasavvuf,, iyi huydur, iyi huy­ların ne kadar çoğahrsa tasavvufta o kadar ilerlemiş olursun." (Cüneyd-i Bağdadi)
"Tasavvuf, nefse ait bütün istek­leri, zevkleri bırakmaktır." (Ebü'l-' Hüseyin Nuri)
"Tasavvuf, bir şeye sahip olma­man, bir şeye de kul olmamandır." (Sümnûn)
"Tasavvuf, edebten ibarettir." (Ebu Hafs Haddâd)
Tasavvufun konusu, nefsi ıslah et­mek, kötü huylardan ve varlıktan geç­mek, Tanrı'ya ulaşmak, O'nun var­lığıyla var olmaktır.
Tasavvuf bir bilim dalıdır. Ama tasavvufta varılmak istenen hedefle­re bilgi ile değil sezgi ile duyuşla va­rılır. Temel gayeye ulaşmakta akıl ve bilgi ikinci plandadır. Amaca eriş­mekte başrol sezgiye ve duyuşa veril­miştir.
Tasavvuf, dini hayatı en üst dü­zeyde yaşamaktır. Dinin iyi ve güzel bulup emrettiği herşeyi yapmaya, kö­tü bulup yasakladığı her şeyden uzak durmaya bütün dikkat ve titizliği ile gayret etmek tasavvufta temel amaç­tır.
İmam Gazali, dini hayatı üç ba­samakta ele alır: Taklit basamağı, bil­gi basamağı, bilerek yaşama basama­ğı. Ana-babasından ve çevresinden ne gördüyse ona inanan ve onu yapan kimse dinin taklit basamağındadır. Din konusunda bilgi sahibi olan, fakat derin bir din hayatı yaşamayan insan ise ikinci basamakta yer alır. Zevk derecesi diye bilinen üçüncü basamak­ta ise dini hakikatleri doğrudan doğ­ruya bilir, sezer ve bu hakikatleri bü­tünüyle yaşar.
Tasavvufta bilgi ve yakîn (kesin kanaat) üç şekilde elde edilebilir:
1. İlme'l-yakîn bilgi: Bir şey hakkında okuyarak, kitaplardan öğrenilen bil­gidir, örneğin denize sahili olmayan bir yörede doğmuş, büyümüş, birinin doğada deniz adında engin suların bu­lunduğunu coğrafya kitaplarından öğrenmesi ilme'l-yakîn bilgidir.
2. Ayne'l-yakîn bilgi:
Deniz olmayan yerde doğup büyüyüp de denizin var­lığım kitaplardan öğrenen insanın bir gün kalkıp bir sahil şehrine gitmesi bu vesileyle denizi gözleriyle görmesi ayne'l-yakîn bilgidir. İlkinden bir de­rece daha üstündür.
3. Hakkâ'l-yakîn bilgi:
Denizi kitaplardan öğrenip, gözleriyle de gören kimsenin sıcak bir mevsime denk gelip de denize bir dal­ması ise Hakka'l-yakîn bilgidir. Bilginin en üstün derecesi budur. Şüp­heye yer bırakmayan kesin kanaat hâsıl eden bu bilgidir. İşte tasavvufta amaç varlık ve oluş hakkında bilginin bu derecesine ulaşmaktır. Gerçeği (Hakkı) sadece bilmek değil, yaşa­maktır. Bu merhaleye ulaşmayı da bir aşk haline getirmektir.
Burada, uzmanlık alanı dolayısıy­la konuya ilgili bilinen, bu alandaki bilgi ve yetkisi kabul edilen merhum Nihat Sami Banarlı'nın, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi'nden "tasavvuf ce­reyanı" ile ilgili pasajlar sunuyoruz:
Tasavvuf, İslâm Dünyası’nda, sosyal hayatla geniş ölçüde birleşerek inanmış hak kütleleri arasında büyük alâka ve heyecan uyandıran bir iman, bir fikir ve irfan cereyanı ve bir aşk hadisesidir.
Diğer bir söyleyişle tasavvuf, bir İslâm mistisizmidir; sırrî bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemidir.
Bu sistem, yalnız Allah'ın birliği esasına değil, (yalnız Allah'ın varlığı) inancına dayanır; Allah'tan başka herhangi hakikî bir varlık olmadığı­na inanır.
Allah'tan başka varlık olmayınca, yaratılıştan beri duyan, düşünen, icâd eden ve inanan insan'ın maddi-manevi, mânâ ve mâhiyeti üzerinde düşünür. Kur'an-ı Kerim'den, hadislerden, Peygamberler Tarihi'nden ve bu yolda öteden beri duymuş, düşün­müş, inanmış olanların hatıralarından aldığı ilham ve irfan'la inancına ulaşır. İnsan, Allah'tan kopan bir nûr ve kudret parça­sıdır ki, geçici bir zaman için bedenlenmiştir.
Bunun tabiî neticesi olarak insan'a ve bütün insanlığa üstün saygı ve sevgi gösteren bir terbiye sistemi hedefine yönelir; zaman zaman ve yer yer bu hedefe ulaştığı görülür.
"İmam tarihi'nde en eski asırlar­dan beri, peygamberlerden başka, bir kısım insanların daha, manevi üstün­lüğe sahip oldukları inancı vardı: Böyle insanlar, üstün yaratılışlı kim­selerdi ki hayat ve hareketlerinde gö­rülen manevi kudretler, şüphesiz ilâ­hî âlem'le ilgiliydi. Bütün mitolojiler­de, eski ve büyük tarihli milletlerin destanlarında nice destan ve iman kahramanları hakkında söylenen menkıbeler, hangi din ve medeniyete mensup olursa olsun, insanlık âlemi­nin ruhunda derin izler bırakmıştı.
Yarım Tanrılar, mukaddes insan­lar, azizler, evliyalar, manevî üstün­lüklerini milletlere kabul ettiren, bu yolda kerametleri görülen kimseler­di. Onlar hakkında bilinen ve söyle­nenler, zamanla sırlı bir manevi bilgi ve bir iman derecesi almıştı. Sayıları az da olsa bir kısım insanlardaki bu manevi kudret, diğer insan yığınları­na, derin heyecan veriyordu.
İslâm tasavvufu, insanlık tarihin­deki bu köklü ve yaygın inamsın, böy­le bir sezgi'nin veya bu esrarlı gerçe­ğin, bu sefer, İslâmi esaslar dâhilinde şahlanan son büyük hamlesidir.
Daha İslam Medeniyeti’nin yayıl­maya başladığı ilk asırlarda; zihni bir tecessüs ve dini bir heyecanla; yara­dılışın sırlarını çözmeye çalışan kim­seler belirmiş ve bunlar bir takım ina­nış partileri kurmaya başlamışlardı, İslam’ın büyük imamlarına aşın duy­gularla bağlanan; onlann şahıslan ve­ya maneviyatları etrafında bir nevi dini-siyasî teşekküller kuran zümreler belirmişti.
İmamların kendileri değil fakat ta­raftarları, onlarda hatta tapınılacak ölçüde manevi değerler buluyorlardı. Ah taraftarlarının onu önce peygam­ber, sonra Allah sayacak kadar ileri gidişleri böyle hareketlerdi.
Öteden beri bu çeşit inanışlara alışmış ve sonradan Müslüman olmuş bazı kavimler, bu arada Suriye Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler ve başkaları İslam dünyasına daha bir takım yabancı inanışlar getirmişlerdi. Bun­ları Kur'an-ı Kerim'in deruni manalarıyla izaha, ispata çalışıyorlardı.
Bu arada ve daha MÖ II. asır son­larında, eski Yunan Kültür ve tefek­kürünün son kalesi İskenderiyye'de Neoplatonisme, yeni Eflatunculuk sistemi başlamıştı; Büyük Yunan mü­tefekkiri Eflatun'un (varlığın tek'liği ve Allah'tan ibaret olduğu) inancın­daki pantheisme'iyle "ölmek yaşamaktır" kanaati ve benzeri fikir­leri, bu felsefe ve theologie (ilahiyat) mektebinin temelim teşkil ediyordu. Bu felsefe Pisagor felsefesiyle, Tev­rat'la; türlü Yahudi, Zerdüşt ve Hı­ristiyan düşünüş ve inanışlarıyla bir­leşerek, zamanla, zengin bir meslek olmuştu.
Yeni Eflatunculuğun, akıl, vecid, aşk ve hal (ruhun Allah'la birleşme­si) yollarıyla Allah'a yükselmenin mümkün olacağı inanışı, İslam tasav­vufu üzerinde tesirli oldu.
Yine bu ilk asırlarda İslam âleminde bir Hint-İran tesiri belirmişti. Hint inanışında Nirvanası'nda İslam tasav-vufuyla kolay birleşecek çizgiler var­dı. Bunlar, İslam tefekkürüne bilhas­sa İran yoluyla girmeye başlamıştı.
Bütün bunlar ve daha bir takım inanış kalıntıları, ilk İslam zahidlerinin ruh hallerini okşayacak duygular­dan uzak değildi.
Dış ibadetlerden başka Allah'a gönül ibadetleriyle yaklaşmak isteyen; bunun vecdini, istiğrakını, heyecanı­nı duyan ilk İslam zahidleri, bu yola daldıkları zaman, henüz yukarıda bel­li başlılarını saydığımız ilahiyat ve fel­sefe cereyanlarından haberli değillerdi.
Dış tesirler, onların tasavvufa baş­langıç olan bu halleri gelişirken baş­ladı. İslam tasavvufu, dış tesirlerin kendi ruhuna uygun görüş, düşünüş ve inanışlarım kendi bünyesinde erit­mekte güçlük çekmedi. Asırlar ilerle­dikçe, bir yandan Kur'an-ı Kerim'le hadislerden mülhem, kendi iç olgunlaşması devam ederken öte yandan bu dış tesirlerle de birleşip gelişme yolu­nu tuttu.
Tasavvuf, İslam medeniyetinin birçok büyük mütefekkirleri elinde asırlarca işlendi. Nihayet MS XIII. asırda (bu asrın maddî, manevî, ilmî ve fikri hayatının bu türlü duyuş ve düşünüşlere şiddetle elverişli akışı içinde) tekâmülünün en çekici ve üs­tün seviyesine vardı.
İşte İslam devletleri ve milletleri coğrafyasında, bir taraftan İslam'ın klasik ilimlerini öğreten medreseler çoğalırken, bir taraftan da serbest te­fekkür ve heyecan sistemlerini daha geniş halk kütlelerine yaymak ve in­sanlara Allah'a varma yollarını gös­termek amacıyla, medreselerle ölçülemeyecek kadar çok sayıda tekke ku­ruldu.
Tekkelerin büyük kısmı sünnî idi. Kur'an-ı Kerim'den hadis ve sünnet­ten, bilhassa Allah'ın birliği esasından asla ayn değildi. Böyle olduğu halde onların duyuş, düşünüş ve inanış üs­lupları medrese mensupları tarafın­dan şiddetle yadırgandı. Tekke ile medrese arasında zaman zaman geniş anlaşmazlıklar oldu. Bu anlaşmazlık asırlarca sürüp giden dini-fıkri bir geçimsizlik doğurdu.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!