Hazan Ve Hüzün
İçeri girdiğimde kendimde değildim, garip bir havası vardı duvarlarda okuyamadığım yazılar tablolar içinde duruyordu. Kenarları tezhipli, tezhibi de beni buraya getiren Rahmi amcadan biliyordum. Karı koca müzehhipdi ve bizim ahşap evin karşısında evleri vardı ve tabii bir sürü de öğrencileri. Buradaki birçok tabloyu da belki de onlar süslemişti. Loş ışıkların hâkim olduğu bir salondan aydınlık bir odaya geçtik ve oturduk. Bir masa vardı hafiften eğik, garip bir masa ve masa başında bir sürü kamış, kalem ama uçları ayrı kesik. Kâğıtlar diğer köşede, sarısı beyazı hafiften kahverengiye çalanları. Küçük cam şişeler içinde mürekkebi gördüm ve rengine vuruldum ilk anda. Rengi değişik geldi bana, şişede olduğundan mıdır nedir, ne siyah ne de lacivert gibi göründü. Aklıma bir anda okulda gördüğüm dünya haritası geldi. Hâkim olan mavilikler ve kara parçaları. Okyanusların ortasına gidildikçe laciverde yakınlaşan mavi, nedendir aklıma gelivermişti işte. İçimden geçen garip düşüncelerin kaynağını o anda anlayamamıştım ama şimdi daha iyi idrak edebiliyorum. Tüm o alakasız düşüncelere dalmamın tek sebebi heyecanımdı.
Bir süre sonra içeriye orta boylu, saçlarında akların çoğunlukta olduğu ve hatta kirli sakalına da hiç durmadan hücum ettiği biri girdi. Boynuna asılı gözlüklerini burnunun ucuna koyup “hoş geldin” dedi Rahmi amcaya, ardından bana döndü uzunca bir süre baktı durdu sadece. Utanmıştım, başımı öne eğip sadece durdum, doğrusu da buymuş zaten bunu da epeyce bir zaman sonra öğrenecektim. Yaşım daha on bir, mektebe gitmem lazım gelirken oradaydım ve ortadaydım… Annem doğumumda beni göremeden göçmüş, babam ise bir ay evveline kadar beni hiç yanından ayırmamış. Genelde göçebe hayatı denilebilecek bir hayat sürmüşüz, ben yedi yaşına gelene kadar. Zaten hafızam adam akıllı yedi yaşımdan sonrasını hatırlıyordu. Bir ay evvelinde de babamın yaşlı bedenini buldular Cankurtaran’da bir merdiven başında. Ben o saatlerde evde babamı bekliyordum, okumam için ödev verdiği kitabı bitirmenin heyecanı gözlerimde ve gözlerim kapıda duruyordu. Ben babamı beklerken uyuyakalmışım ve sabahın erken bir saatinde kapının vurulmasıyla uyandım. Heyecanla koşup açtım babam diye ama karşımda babam değil bir başkası duruyordu. Bekçi Hasan amca, hemen arkasında da Rahmi amca bana bakıyordu, yüzlerinden düşen bin parça. Evet, bu deyimi bir gün önce bitirdiğim kitaptan öğrenmiştim ve çok hoşuma gitmişti. Mest olmuştum açıkçası ama nereden bilebilirdim ki bu kadar yakın bir zamanda kullanmam lüzum edeceğini. Güldüm “ne o Hasan amca yüzünüzden düşen bin parça” dedim Rahmi amca hemen atıldı “Hadi aslanım girelim içeri de öyle konuşalım” dedi. Yaşça Bekçi Hasan amcadan büyüktü ve daha olgundu, çoğu kişi onun için “medrese terbiyesi almış” derdi ama ben hiçbir şey anlamazdım. İçeri girer girmez masanın başına oturup koca bir adam gibi beni de karşılarına oturttular ve ben henüz on bir yaşındaydım. “Bak evladım” dedi Rahmi amca, olgun tavırları sesine aksetmişti “koca adam oldun ve artık bazı şeyleri anında öğrenme hakkın var. O yüzden ne senden bir şeyler saklamak doğru olur, nede bu gerçekleri bir süre sonra başka yerlerden öğrenmen. Koca adam oldun dedik ya işte şimdi senden koca bir adam gibi davranmanı istiyorum, söz veriyor musun?” dedi. Ben bir şeyleri tahmin etmeye başlamıştım. Babam dün gece eve gelmemişti ve ben sözümü çoktan vermiştim. “Evladım baban dün gece kalp krizi geçirmiş, yolda bir köşede bulmuşlar” dediği anda Bekçi Hasan amca lafa girdi “sabah aldık haberi karakolda, baban vefat etti evladım” dedi. İçimden, verdiğim sözün muhasebesini yapmaya başladım. Şuan itibariyle koca bir adam ne yapardı, açıkçası onu da pek iyi bilmiyordum. Aklıma bir anda yan komşumuz Münevver teyzenin vefatında bağırıp çağıran kızını sessizce uyaran Hakkı amca geldi, hiç ağlamamıştı ve bağırmamıştı da. Bir anda onu gözlerim önüne getirip, onun gibi sağlam durmam gerektiğini düşündüm. “Başın sağ olsun oğlum” dedi Rahmi amca, ben o sırada babama bir daha hiç sarılamayacağımı hatırladım. O düşünceye rağmen on bir yıllık ömrümün en değerli cümlesini kullandım “Dostlar sağ olsun… Allah rahmet eylesin…”
Ve nihayetinde bir ay sonra küçük camlarından ışık süzülen bu yerdeydim. Yaşlı amca oturdu masasının başına ve gözlüklerini indirdi burnunun ucundan. Bir kez daha baktı gözlerime “Senin gözlerin neden nemli evladım” dedi, ne dediğini anlamamıştım. “Nemli değil gözlerim, ağlamadım da” dediğim anda lafa girdi ve “Ben anlarım evladım sen pek ağlamamışsın o yüzden gözlerin hep nemli bakar olmuş.” Rahmi amca “Azizim bahsettiğim konuyu bir kez daha açmayı lüzum görmüyorum, bir sakıncası var mı?” “Lüzum yok dediğin gibi Rahmi, delikanlı artık benim çırağımdır, bende çırak evlat gibidir ve hatta daha da ötedir” dedi, Rahmi amca bana dönüp “evladım evdeki eşyalarınızı bizim evin altındaki boş odaya alırız ister orada kalırsın ister burada tamam mı?” diye sorduğunda başımı salladım sadece. Artık çıraktım bir sanatkârın yanında ve artık bir hocam, bir ustam vardı. Hocam ile beraber kapıya kadar geçirdik Rahmi amcayı ve selametle yola koştuk. O küçük evde öğrendiğim ilk yer mutfak oldu ve hocamın ilk dersi de çayı nasıl demleyeceğim ile ilgili oldu. “Evladım gelip gidenimiz çok olur onlar da çok sever bu can suyunu ben de çok severim, o yüzden çayı iyi demlemen lüzum eder bilesin, şimdi beni iyi izle…”
İlk izlemem öyle başladı, muhterem hocamın yanında, genelde izliyordum ve dinliyordum. Pek hürmet gören biriydi hocam, ondan çok önemli şeyler öğreneceğimden emindim. Misafirlerimiz eksik olmuyordu hattatlar, yazarlar, müzehhipler, neyzenler ve hatta siyasiler bile geliyordu. Hepsi de çayı çok seviyordu, öyle günler oluyordu ki üç demlik çay bitiyor dördüncüsü ocaktayken hocam sesleniyordu “doldur Sâki çay doldur” diye. Adım bundan sonra Sâki olmuştu ve yeni ismime alışmam zor da olmamıştı. Zira bütün gün çay doldurup hocamı izlemekten başka bir şey yaptığım yoktu. En çok neyzenlerin ve yazarların geldikleri günler keyif veriyordu. Neyzenler hocamın düsturu ile ney üflemeye başladığında çaydanlıklar elimde şıngırdamaya, ellerim titremeye başlıyordu. Siyasilerde çok sıkılıyordum çünkü değişik tabirler kullanıp pek sıkıcı konulara giriyorlardı. Zaten hocam da karşılarında genelde sessiz kalıp dinliyordu. Yazarlar ise ayrı bir âlem, kimisi çıkacak olan kitabı için hat istiyordu, kimisi ise sadece dua. Ve yine hocamın düsturu ile beyitler okunuyor, hikâyeler anlatılıyordu. Hocamın, keza benim en çok sevdiğim hikâye Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesiydi. Aman Allah’ım nasıl bir imtihandır ki her iki sevdiğini de böyle zor durumlara salarsın. Hikmetine sual olmaz sen her şeyin en iyisini bilirsin. Her yazar, şair farklı cümlelerle süsleyip anlatırdı, her biri ayrı bir hikâye gibi gelirdi bana ve her seferdi mest olurdum. Bir vakit orta yaşlarda ince bıyıklı geniş alınlı biri geldi, şairdi. Hali bir garip geldi bana sanki günlerdir uyumamış ve bir sabah erkenden huzur bulmak üzere kendini hocamın fakirhanesine atmıştı. “Çok yanlışlar yaptım efendim” dedi ellerini önünde adapla bağlamış bir halde ve devam etti “yanlış düşünceler içinde yıllarca kendimle ve bir çoğuyla cebelleştim lakin anladım ki yıllardır bizleri canlar yakmaya, kalp kırmaya, bizlerden gayrisine küfürler yağdırmaya ve hatta amansız kavgalara dalmaya iten düşüncemiz bir yalanmış…” dediği anda Hocam lafa girdi “evladım bir hayli fazla düşünmüşsün ve kanaatim odur ki pek de ince düşünmüşsün ve hatta görüyorum yorgun düşmüşsün, şimdi bu fakirin bir çayını iç de kendine gel, bizim Sâki’nin çayı hoştur, kendine getirir adamı, ondan sonra sohbetimize devam ederiz” dedi ve seslendi bana “Sâki çayımız demli olsun, halimiz derin vesselam…”
İşte o gün en hoş çayımı demlemiştim bundan eminim ve çaydan sonra hocam ile sohbete devam ettiler. O sıra pek duyamadım, dışarı çıkmam gerekmişti. Ama o yüzü hiçbir zaman unutmadım ve yıllar sonra ince bıyığının devamı olarak bir de sakal bıraktı, zamanla beyazladı, zamanla işinin üstadı oldu ve ben hiç unutmadım hocamın yanına geldiği o dehşet dolu hali, şükür ki çok uzaktı o halden…
Bir gün çok büyük bir hat yazdı hocam. Çok hoştu ve günlerdir onunla ilgilenip üzerine titriyordu, biter bitmez kolumun altına sıkıştırıp “Sâki bunu hemen Rahmi amcana götürüyorsun, o ne yapacağını biliyor bırakıp geliyorsun” dedi. Bunun üzerine hemen yola girdim, epeydir mahalleye uğramıyordum, hocamın evinde kalmak hem kolayıma geliyor, hem de huzurlu oluyordum. Kapılarını tıklayacağım vakit eski evimize bakmak geçti içimden, arkamı döndüğüm, babamı en son içinde gördüğüm evimize. Rahmi amcaların kapısını vurmaktan vazgeçtim usulca kafamı çevirip yürüdüm eski evimize doğru. İlk başta dikkatimi çekmemişti çünkü ben evi perdeli bırakmıştım ve yine perdeliydi. Bizim eşyaları ise mahalleli toparlamıştı. Fark ettiğimde şaşırdım sonra anlamlandırdım ki “demek ki Zeliha abla kiraya vermiş evi.” Pencerenin önüne gelip içeriyi görebilmek için parmak uçlarıma güç verdiğim anda perde sallandı ve bir anda açıldı. Öylece dondum kaldım, elinde su kabıyla bir kız pencere önündeki çiçekleri sulamaya çıkmış. Ben öylece bakakaldım, içimden geçirdim bir anda “nesin sen in misin cin misin yoksa bir peri misin yok yok sen başka bir şeysin, yoksa cennetten firari bir huri misin?” Ben kendime geliyordum ki ey Allah’ım nedir bu, nasıl bir haldir, bir de bana gülmez mi, ben bittim tükendim, dizlerimde derman iliklerimde zerre can kalmadı. Yığılmamak için olduğum yere, döndüm arkamı gülen gözlere ve hızla yürüyüp Rahmi amcaların kapısını çaldım. Yenge çıktı, garip halimi hemen anladı, uzattım elimdeki sayfayı “Yenge, Hocam gönderdi, Rahmi amca biliyormuş ne yapacağını, ben gideyim hocam bekler” diyip aynen yollandım oradan. Yenge “evladım içeri gel bir ayran iç” diye seslense de arkamdan, dönüp bakmadım bile, bakamadım ve kaçarcasına uzaklaştım eski mahallemden. Hocamın yanına döndüğümde o garip halim devam ediyordu. Bir çay doldurdum kendime ve bir de hocama gelip oturdum yanına. Farkında değilim üç yudumda o demli, sıcak çayı bitirmişim Hocam dönüp “hayrola Sâki nedir bu hal, ne oldu” diye sormaz mı? Eyvah ki eyvah ben ne derim hocama “yok bir şey hocam” diyebildim sadece. “İnanmadım açıkçası, evladım Sâki bu sıcak çay üç yudumda öyle kolay bitmez ama hadi bakalım” dedi ben başımı eğdim, mübarek daha fazla sıkmadı anladı halimden, devam etti işine. Düşünceli günler başlamıştı, oysa o güne kadar hiç de derin düşüncelere salınmamıştım. Yaşım da daha küçüktü, yaşadığım şeyin adını da tam anlamıyla koyamıyordum. Neydi tüm bedenimi ve her zerremi usulca zapt eden şey…
Epeyce bir zaman geçmişti çıraklığa kabulümden bu yana ama bir kez olsun elime o kamışı almamıştım. Hocam “al evladım” demeden de aklımdan bile geçirmiyordum. Saygım, edebim bu nokta da beni hiç bırakmıyordu, yıllar usul usul geçiyordu… Cama çiçek sulamaya çıkan güzeli gördükten sonra korkuyordum mahalleye gitmeye ama elden ne gelir. Bir ay kadar sonra yine götürdüğüm başka bir eser için Rahmi amca haber göndermiş “tezhip bitti çerçevesi de tamam gönder kıymetini bilip iyi kollayabilecek biri…” diye. Sabah erkenden hocam “hadi evladım git de getir bakalım ne hale bürünmüş bizim evlat” dedi, eserlerine hep evlat derdi, isim takmazdı, bazılarına ise haylaz diye hitap ederdi. Haylazlar pek bir zorlamış olanlardı yahut bir hayli ruhuna dokunanlar. Süslüler vardı onlar hep bir başka dururdu. Sanki saraylı havasını takmışlardı üzerlerine ve genelde bunlar büyük şairlerin beyitleri olurdu;
“Gitti Mecnûn hane-i aşkı bana ısmarladı
Bir harab hanedir kalır divaneden divaneye”
Bu beyit beni fena halde etkilemişti, ben okuyamıyordum çünkü Arap alfabesiyle yazılıyordular. İnce bıyıklı geniş alınlı şair aylar sonra geldiğinde köşede bu beyti görüp okumuştu elini omzuma atarak, sonunda da “Üstad Hilleli Mehmed Fuzulî” demişti.
Girdim yola heyecanım ise bütün damalarımla beraber kalbime de baskı uyguluyor. Adımlarım zaman zaman hızlanıyor, kimi zaman yavaşlıyor ama akıbet hep aynı oluyor ben o mahalleye varıyordum. Sanki adımlarımı duyuyordu da, Rahmi amcaların evine varıp kapıyı çalacağım sırada o da camda bitiyordu. İmtihanımın git gide daha bir can yakıcı olacağını hissedebiliyordum ve aklıma bir anda o süslü eserler arasında yer alan Hilleli Üstad Fuzulî’nin beyti geldi ve çalmadan kapıyı, çevirdim başımı korkmadan. Camdaki güzel menekşeleri seviyordu, tam o şefkatle severken çiçeklerini gözlerimin farkına vardı sonra bir tebessüm, sonrasında bir utangaç bakış hafiften salınış en sonunda çekilen tül. Aslında bir tebessümü bile yetmişti benim aklıma izin vermeme ve neden buralara geldiğimi hatırlamak için zihnimi yoklamama. Bana fena halde bir şeyler oluyordu…
Eseri aldım geliyordum hocamın fakirhanesine doğru. O hep fakirhane dediği içinde ben de fakirhane derdim, hocamın fakirhanesi. Yıllar geçiyordu biz farkında olmadan. Hocamın saçlarına ve sakallarına hâkim olan beyazlıkların farkına varabiliyordum ve ben de büyüyordum. Babamın vefatından bu yana üç yıl geçmişti. Ve ben bu üç yıl boyunca hocamın yanından hiç ayrılmadım. Geçen üç yılda sadece sâkilik yaptım ve izledim. Sohbetleri dinledim, öğrendim, idrak ettim. Zaman zaman gelen Dervişlerin dillerinden düşmeyen Allah(cc), Muhammed (sav) lafızları benim de içime, en az onlar kadar huzur veriyordu. Kimisi Mevlevi, kimisi Kadiri, kimisi de Nakşi idi ama hepsinde ayrı bir hal ayrı bir sohbet konusu vardı. Sabırsızlanmıyordum ortaya eser koyabilmek için hatta böyle bir iş yapabileceğimi hiç mi hiç düşünemiyordum. Abartılı gelecek belki ama hocam dururken yanı başımda ben elime o ucu kesik kamışı alabileceğimi sanmıyordum. Her sabah hocam kamışlarının uçlarını düzeltirdi. Çok eskiden gelen bir âdeti de yerine getirerek yapardı. İlk kez bir sabah gösterdi bana içi boş olan odayı. İçinde hiçbir eşya yoktu ve küçük de bir penceresi vardı sadece. İçi kamış parçacıklarıyla doluyordu. Hocam “evladım gel ve dinle, eskiden gelen bir adettir hattat kamışlarının tozlarını bir odada biriktirir yıllarca. Odalar dolarmış zamanında, öyle eser verenler olurmuş, öyle üstadlar yani. Odalar dolunca kapısı kapanır küçük camlarından içeriye tozlar atılırmış. En sonunda hattat vefat edip dünya değiştirince de bu talaşlar, tozlar toplanır kefenlenmeden evvel yıkanacağı vakit suyu bu talaşlarla ısıtılırmış. Bizde bir âdeti yerine getirmeye çabalıyoruz bizimde suyumuzu bunlar ısıtacak inşallah.” Anlattığı çok hoştu ama sonu hiç hoşuma gitmemişti. Çünkü sevmiyordum babamın vefatından sonra ölümden konuşmayı ve biraz olsun bu endişem suratıma da aksettiğinden hocam daha fazla konuşmadı ve çaya bakmamı istedi. Üç yıl sonra öğrendiğim bu adet üzerine rüyalar bile görmeye başlamıştım. Bir gece hocamın vefat ettiğini ve suyunu o talaşlarla, ben ısıtıp hocamı yıkadığımı gördüm. Uyandığımda kan ter içindeydim ve o gece bir daha uyuyamamıştım…
Yaşım ilerledikçe değişik hallerin değişik sonuçlarıyla karşılaşıyordum. Her ay en azından iki kez Rahmi amcaların evine gitmem gerekiyordu ve ben o gidişleri iple çekiyordum. Sadece bir bakış, belki bir tebessüm için diken üstünde bekliyordum koca ay. Böylelikle yıllar geçti ve bendeki yangın hali git gide önüne geçilemeyen bu durum oldu. Zordu ve iyice zorlaşıyordu adına Camgüzeli demiştim ve küçük odamın pencere kenarında orta boy bir saksıya cam güzeli tohumları dikmiş sıcaklarda açmasını bekliyordum. Kapalıçarşıda tohumu satan ağabeyin tembihlerini aklımdan çıkarmıyordum. “Dikkat et naziktir, direkt güneşe koyma yanar” demişti, ben onun yanmasına mahal verir miyim hiç, ben yanarım da, atarım kendimi yangınlara güneşlere de izin vermem yanmasına.
Bir sabah hocam rahatsızlandı ve Hekim Ahmet beyi koşup evinden çağırdım, çok korkmuştum yaşı da epeyce ilerlemişti. Hekim Ahmet Bey etraflıca bir muayeneden sonra “efendim dikkat edin kendinize unutmayın yaşınız artık yetmişe dayandı yormayın artık bünyenizi, siz eskiler yaylalarda büyümüşsünüz bir şey olmaz size ama yine de dikkat edin” dedi ve bir şurup iki de vitamin yazdı. Korktuğumu fark eden hocam “Sâki korktun mu yoksa, sakın ha korkma teslim olmayı bil” dedi. Ben ise hiç aldırmıyordum, ben on bir yaşında büyümüş, koca adam olmuştum daha fazla büyümek en azından o vakit istemiyordum.
Neyse ki Hekim Ahmet Bey’in dediği gibi hocam yaylada büyümüştü ve bünyesi sağlamdı çok şükür. Toparlamıştı tez zamanda ve biraz olsun tavsiyelere uyup kendini az yoruyordu. Yedi yıl geçmişti ve ben hala bir kez bile hat kamışını elime almamıştım. Ama her şeyi zihnime çiziyordum, harfleri nasıl yerleştiriyor, noktaları ne düzenle ekliyor. Hepsi hepsi zihnimdeydi ama bir kez olsun düzeltmek için bile elime hat kamışını almamıştım. Yaşım on sekiz tam deli çağlarım ve yazları bekleyemez havalarım. Çünkü camgüzeli yazın açıyordu penceremin önünde ve ben her gece ona bakarak uykuya dalıyordum. Adabı öğrenmiştim yedi yılda, nerede konuşup nerede susmak gerektiğini ve en önemlisi çay demlemeyi öğrenmiştim. Dervişleri ve hocamı sarhoş eden çay tamamen Sâki’nin elinden çıkıyordu artık.
Ve yaz çoktan gelmişti tomurcuklarını patlattığını sabah kalktığımda gördüm camgüzelinin. Bu günün hep böyle neşe içinde geçmesini diliyordum. Bir haftadır ara ara baktığı, üzerinde çalıştığı eserini bitirmişti hocam, epeyce de büyüktü. Sevindim, yine Rahmi amcanın evinin yolunu tutacaktım ve tabii ki adımlarımdan geldiğimi duyanı, onu görecektim. Hocam güzelce sarıp sarmalayıp verdi emaneti ve “tez gidip tez gelesin evladım” dedi. Artık ciddi ciddi camdaki güzel ile konuşmayı düşünüyordum. Ama nasıl? Bir yolunu bulup gecelerce hayal ettiğim düşünceleri ona da bildirecektim. Ciddi düşünüyordum ve hepsinin sonuna da çaresiz “Ya kısmet!” diyordum. Ben adımlarımı yavaşlattım kalp atışlarımın aksine. Uzun bir nefes çektim içime peşinden derin bir bakış, Cam güzeli yine camda, onun bakışları da ne bakış. Korkmuyordum bunca yıldan sonra bakmaya, o yüzden kaçırmadım bakışlarımı, o da kaçırmadı ama anlayamadığım bir şey vardı, seziyordum. Yüzüne anlam veremediğim bir hüzün hâkim oldu bir anda, sonra benim hep nemli bakan gözlerim gibi gördüm gözlerini, nemli… Durmadı o halde kaçtı içeri ve bir kez daha tüller çekildi. Vurdum kapıyı, Rahmi amca çıktı verdim emaneti “Evladım bitince ben haber veririm yine” dedi ve ben de “Tamam Rahmi amca” diyip düştüm yola. Aklımda sadece camdaki güzelin hüzün dolu bakışları vardı. Vardır bir hayır, diye geçirip içimden devam ettim yoluma.
Bir ömür oluverdi önümde Rahmi amcanın çalışma vakti “ne zaman biter de gitmeme bahane çıkar” diye düşünüyordum. Üstelik niyetimi de sağlamlamıştım, Rahmi amca ile konuşacaktım durumu. Yedi yıl geçmişti ilk gördüğüm günden bu yana ve yedi yıldır kaymamıştı gönlüm bir başkasına. Söyleyecektim “Rahmi amca durum böyle böyle, yedi yıl o pencereden, ben sizin kapının önünden kısa süren bakışmalarla geçti. Yandım…” diyecektim. Camımın önündeki camgüzeli de dolgun bir şekilde açmış iyice güzelleşmişti, Allah’ım, güzellikler sana ait. Haber gelmiş uzunca bir zaman sonra eser hazırdı ve gidip almak kalmıştı sadece. Çıkmadan evvel garip garip baktım camgüzeline ve düşüncelerimden bahsettim, o sıra anlayamadım. Zannettim ki benim durumum ayan oldu da üzüldü halime, ondan hüzünlendi. Sanki boyun büktü renkli yaprakları. Sanki renklerini hafiften döktü. Besmele ile çıktım yola adımlarım seri, yürüyordum dünyayı adımlar gibi, sokağın başına geldiğim anda Cam güzelinin son gördüğümde fark ettiğim burukluğunu anlamıştım. Rahmi amcaların evinin hemen karşısında, bizim eski ev ve penceresinde menekşe ile bir güzel olan ev. İşte o evin önünde bir tane eski model kamyon, kasası eşya ile dolu. Adımlarım yavaşladı, bir süre sonra durdum. Yürümeye cesaretim yoktu, oysa bu gün mutlaka…
Rahmi amcaların kapısına zor bela geldim, gözüm hep kamyonda, gözüm evden bir şeyler çıkaran gençlerde. Çaldım kapıyı, Rahmi amca çıktı, içeri davet etti girmedim sonra sordum “Hayrola taşınan mı var mahalleden” hemen verdi cevabı “Evet evladım karşı komşu, sizin eski evin kiracısı memlekete dönüyorlarmış” dedi yıkıldım. “Şehrimi terkinden korkuyordum şehrin sensizliğini yaşayacağım” diye geçirdim içimden, tam o sırada elinde saksısı ile biri çıktı dışarıya. Yürüdü, yürüdü, yürüdü yedi yıldır ilk kez duyduğum sesi ile “Rahmi amca yenge evde mi çağırabilir misiniz?” dedi ben öylece bakakaldım gördüğüm ilk gün gibi. Yenge hemen geldi “köye götürmüyorum hediyem olsun sizlere, iyi bakın onlara buranın havasına alışmışlar yapamazlar bizim oralarda” dedi yengeye uzattı. Yenge hanım teşekkür edip alırken bana da baktı, ben şaşkın şaşkın önce Cam güzeline, sonra menekşelere daha sonra yere baktım ve yandım…
Yedi yıl sonra ilk kez sesini duydum ve sesinde bir veda hüznü vardı, bende ayrı bir yangın, bende geç kalmışlığın ıstırabı vardı. Kendime değişik sorular sormaya başladım dönüş yolunda, sağ elimde bir tablo, sol elim serbest, zihnim ise sorularda mahpus. Kamyonun sesini duydum arkamda döndüm baktım, kamyonun önünde bir taksi Anadol arkasından kamyon. Anadol’un içine baktım son kez görme ümidiyle, acı bir tebessümdü o zerre kadar küçük, kısa zamanda gördüğüm. Hemen peşlerinden dalından kurtulmuş ve kurumuş sarı bir çınar yaprağı düştü önüme, mevsim güz mevsim hazan…
Fakirhaneye vardığımda her şeyi biliyormuş gibi hocam sordu “Sâki iyi misin evladım” dedi. Açıkça dedim “değilim hocam…” “Hayrola” dedi ve bir yandan da eserin sarılı olduğu kâğıtları usulca açtı, şöyle bir baktı, sonra ben de “hocam bunca yıldır yanınızdayım ilk kez bir şey sormak istiyorum” dedim, gözleri parladı “buyur evladım” dedi “birileri hep gidiyor ve ben her gidenin ardından daha da büyüyorum, aynı zamanda yoruluyorum. Peki, hocam ben kimim, büyüyen kim, biz kimiz…” Hocam tebessüm etti, sonra gözleri doldu, daha sonra tabloyu gösterdi ve okudu üzerinde yazanı “Hiç…” “Biz evladım sadece Hiçiz işte bütün sorularının cevabı bütün sırların ayanıdır… Sadece Hiç… Hiç…”
İlk o gün elime aldım hat kamışını ve yazdığım ilk şey de “Hiç” oldu. Bitkindim çünkü bütün soruların cevabını almış, anlamıştım. Akşamüzeri istirahat için odama geçtim, baktım ki pencere önündeki camgüzeli dökmüş bütün yapraklarını. Hazan, benimle beraber onu da vurmuş. Oda benim gibi Hiç gerçeği ile tanışmıştı. Hazan can yakıyordu hüznü peşinden sürüklüyor, benzerliklerini aşikâr ediyordu. Hazan ve hüzün, sanki bir olmuştu gidenlerin ardından…
Yıllar sonra, her gidenin ardından büyüyen ve yorulan, hepsinin gidişine şahit olan ben. Gidişlerin en büyüğü en zor oldu ve beni en çok o büyüttü. Sırtımı yasladığım dağ göçtü yine bir hazan gecesinde. Kollarımın arasında ben koca bir dağı kucaklamıştım o “Hay!..” diyip ruhunu teslim ederken. Ve ben ondan öğrenmiştim Hiç olabilmeyi, bir hiç gibi düşünebilmeyi… Her hazan birileri mutlaka gidiyordu ve ben gidenlerin ardından büyüyordum… Büyüyordum… Her hazan biraz daha…HAZAN VE HÜZÜN
İçeri girdiğimde kendimde değildim, garip bir havası vardı duvarlarda okuyamadığım yazılar tablolar içinde duruyordu. Kenarları tezhipli, tezhibi de beni buraya getiren Rahmi amcadan biliyordum. Karı koca müzehhipdi ve bizim ahşap evin karşısında evleri vardı ve tabii bir sürü de öğrencileri. Buradaki birçok tabloyu da belki de onlar süslemişti. Loş ışıkların hâkim olduğu bir salondan aydınlık bir odaya geçtik ve oturduk. Bir masa vardı hafiften eğik, garip bir masa ve masa başında bir sürü kamış, kalem ama uçları ayrı kesik. Kâğıtlar diğer köşede, sarısı beyazı hafiften kahverengiye çalanları. Küçük cam şişeler içinde mürekkebi gördüm ve rengine vuruldum ilk anda. Rengi değişik geldi bana, şişede olduğundan mıdır nedir, ne siyah ne de lacivert gibi göründü. Aklıma bir anda okulda gördüğüm dünya haritası geldi. Hâkim olan mavilikler ve kara parçaları. Okyanusların ortasına gidildikçe laciverde yakınlaşan mavi, nedendir aklıma gelivermişti işte. İçimden geçen garip düşüncelerin kaynağını o anda anlayamamıştım ama şimdi daha iyi idrak edebiliyorum. Tüm o alakasız düşüncelere dalmamın tek sebebi heyecanımdı.
Bir süre sonra içeriye orta boylu, saçlarında akların çoğunlukta olduğu ve hatta kirli sakalına da hiç durmadan hücum ettiği biri girdi. Boynuna asılı gözlüklerini burnunun ucuna koyup “hoş geldin” dedi Rahmi amcaya, ardından bana döndü uzunca bir süre baktı durdu sadece. Utanmıştım, başımı öne eğip sadece durdum, doğrusu da buymuş zaten bunu da epeyce bir zaman sonra öğrenecektim. Yaşım daha on bir, mektebe gitmem lazım gelirken oradaydım ve ortadaydım… Annem doğumumda beni göremeden göçmüş, babam ise bir ay evveline kadar beni hiç yanından ayırmamış. Genelde göçebe hayatı denilebilecek bir hayat sürmüşüz, ben yedi yaşına gelene kadar. Zaten hafızam adam akıllı yedi yaşımdan sonrasını hatırlıyordu. Bir ay evvelinde de babamın yaşlı bedenini buldular Cankurtaran’da bir merdiven başında. Ben o saatlerde evde babamı bekliyordum, okumam için ödev verdiği kitabı bitirmenin heyecanı gözlerimde ve gözlerim kapıda duruyordu. Ben babamı beklerken uyuyakalmışım ve sabahın erken bir saatinde kapının vurulmasıyla uyandım. Heyecanla koşup açtım babam diye ama karşımda babam değil bir başkası duruyordu. Bekçi Hasan amca, hemen arkasında da Rahmi amca bana bakıyordu, yüzlerinden düşen bin parça. Evet, bu deyimi bir gün önce bitirdiğim kitaptan öğrenmiştim ve çok hoşuma gitmişti. Mest olmuştum açıkçası ama nereden bilebilirdim ki bu kadar yakın bir zamanda kullanmam lüzum edeceğini. Güldüm “ne o Hasan amca yüzünüzden düşen bin parça” dedim Rahmi amca hemen atıldı “Hadi aslanım girelim içeri de öyle konuşalım” dedi. Yaşça Bekçi Hasan amcadan büyüktü ve daha olgundu, çoğu kişi onun için “medrese terbiyesi almış” derdi ama ben hiçbir şey anlamazdım. İçeri girer girmez masanın başına oturup koca bir adam gibi beni de karşılarına oturttular ve ben henüz on bir yaşındaydım. “Bak evladım” dedi Rahmi amca, olgun tavırları sesine aksetmişti “koca adam oldun ve artık bazı şeyleri anında öğrenme hakkın var. O yüzden ne senden bir şeyler saklamak doğru olur, nede bu gerçekleri bir süre sonra başka yerlerden öğrenmen. Koca adam oldun dedik ya işte şimdi senden koca bir adam gibi davranmanı istiyorum, söz veriyor musun?” dedi. Ben bir şeyleri tahmin etmeye başlamıştım. Babam dün gece eve gelmemişti ve ben sözümü çoktan vermiştim. “Evladım baban dün gece kalp krizi geçirmiş, yolda bir köşede bulmuşlar” dediği anda Bekçi Hasan amca lafa girdi “sabah aldık haberi karakolda, baban vefat etti evladım” dedi. İçimden, verdiğim sözün muhasebesini yapmaya başladım. Şuan itibariyle koca bir adam ne yapardı, açıkçası onu da pek iyi bilmiyordum. Aklıma bir anda yan komşumuz Münevver teyzenin vefatında bağırıp çağıran kızını sessizce uyaran Hakkı amca geldi, hiç ağlamamıştı ve bağırmamıştı da. Bir anda onu gözlerim önüne getirip, onun gibi sağlam durmam gerektiğini düşündüm. “Başın sağ olsun oğlum” dedi Rahmi amca, ben o sırada babama bir daha hiç sarılamayacağımı hatırladım. O düşünceye rağmen on bir yıllık ömrümün en değerli cümlesini kullandım “Dostlar sağ olsun… Allah rahmet eylesin…”
Ve nihayetinde bir ay sonra küçük camlarından ışık süzülen bu yerdeydim. Yaşlı amca oturdu masasının başına ve gözlüklerini indirdi burnunun ucundan. Bir kez daha baktı gözlerime “Senin gözlerin neden nemli evladım” dedi, ne dediğini anlamamıştım. “Nemli değil gözlerim, ağlamadım da” dediğim anda lafa girdi ve “Ben anlarım evladım sen pek ağlamamışsın o yüzden gözlerin hep nemli bakar olmuş.” Rahmi amca “Azizim bahsettiğim konuyu bir kez daha açmayı lüzum görmüyorum, bir sakıncası var mı?” “Lüzum yok dediğin gibi Rahmi, delikanlı artık benim çırağımdır, bende çırak evlat gibidir ve hatta daha da ötedir” dedi, Rahmi amca bana dönüp “evladım evdeki eşyalarınızı bizim evin altındaki boş odaya alırız ister orada kalırsın ister burada tamam mı?” diye sorduğunda başımı salladım sadece. Artık çıraktım bir sanatkârın yanında ve artık bir hocam, bir ustam vardı. Hocam ile beraber kapıya kadar geçirdik Rahmi amcayı ve selametle yola koştuk. O küçük evde öğrendiğim ilk yer mutfak oldu ve hocamın ilk dersi de çayı nasıl demleyeceğim ile ilgili oldu. “Evladım gelip gidenimiz çok olur onlar da çok sever bu can suyunu ben de çok severim, o yüzden çayı iyi demlemen lüzum eder bilesin, şimdi beni iyi izle…”
İlk izlemem öyle başladı, muhterem hocamın yanında, genelde izliyordum ve dinliyordum. Pek hürmet gören biriydi hocam, ondan çok önemli şeyler öğreneceğimden emindim. Misafirlerimiz eksik olmuyordu hattatlar, yazarlar, müzehhipler, neyzenler ve hatta siyasiler bile geliyordu. Hepsi de çayı çok seviyordu, öyle günler oluyordu ki üç demlik çay bitiyor dördüncüsü ocaktayken hocam sesleniyordu “doldur Sâki çay doldur” diye. Adım bundan sonra Sâki olmuştu ve yeni ismime alışmam zor da olmamıştı. Zira bütün gün çay doldurup hocamı izlemekten başka bir şey yaptığım yoktu. En çok neyzenlerin ve yazarların geldikleri günler keyif veriyordu. Neyzenler hocamın düsturu ile ney üflemeye başladığında çaydanlıklar elimde şıngırdamaya, ellerim titremeye başlıyordu. Siyasilerde çok sıkılıyordum çünkü değişik tabirler kullanıp pek sıkıcı konulara giriyorlardı. Zaten hocam da karşılarında genelde sessiz kalıp dinliyordu. Yazarlar ise ayrı bir âlem, kimisi çıkacak olan kitabı için hat istiyordu, kimisi ise sadece dua. Ve yine hocamın düsturu ile beyitler okunuyor, hikâyeler anlatılıyordu. Hocamın, keza benim en çok sevdiğim hikâye Yusuf ile Züleyha’nın hikâyesiydi. Aman Allah’ım nasıl bir imtihandır ki her iki sevdiğini de böyle zor durumlara salarsın. Hikmetine sual olmaz sen her şeyin en iyisini bilirsin. Her yazar, şair farklı cümlelerle süsleyip anlatırdı, her biri ayrı bir hikâye gibi gelirdi bana ve her seferdi mest olurdum. Bir vakit orta yaşlarda ince bıyıklı geniş alınlı biri geldi, şairdi. Hali bir garip geldi bana sanki günlerdir uyumamış ve bir sabah erkenden huzur bulmak üzere kendini hocamın fakirhanesine atmıştı. “Çok yanlışlar yaptım efendim” dedi ellerini önünde adapla bağlamış bir halde ve devam etti “yanlış düşünceler içinde yıllarca kendimle ve bir çoğuyla cebelleştim lakin anladım ki yıllardır bizleri canlar yakmaya, kalp kırmaya, bizlerden gayrisine küfürler yağdırmaya ve hatta amansız kavgalara dalmaya iten düşüncemiz bir yalanmış…” dediği anda Hocam lafa girdi “evladım bir hayli fazla düşünmüşsün ve kanaatim odur ki pek de ince düşünmüşsün ve hatta görüyorum yorgun düşmüşsün, şimdi bu fakirin bir çayını iç de kendine gel, bizim Sâki’nin çayı hoştur, kendine getirir adamı, ondan sonra sohbetimize devam ederiz” dedi ve seslendi bana “Sâki çayımız demli olsun, halimiz derin vesselam…”
İşte o gün en hoş çayımı demlemiştim bundan eminim ve çaydan sonra hocam ile sohbete devam ettiler. O sıra pek duyamadım, dışarı çıkmam gerekmişti. Ama o yüzü hiçbir zaman unutmadım ve yıllar sonra ince bıyığının devamı olarak bir de sakal bıraktı, zamanla beyazladı, zamanla işinin üstadı oldu ve ben hiç unutmadım hocamın yanına geldiği o dehşet dolu hali, şükür ki çok uzaktı o halden…
Bir gün çok büyük bir hat yazdı hocam. Çok hoştu ve günlerdir onunla ilgilenip üzerine titriyordu, biter bitmez kolumun altına sıkıştırıp “Sâki bunu hemen Rahmi amcana götürüyorsun, o ne yapacağını biliyor bırakıp geliyorsun” dedi. Bunun üzerine hemen yola girdim, epeydir mahalleye uğramıyordum, hocamın evinde kalmak hem kolayıma geliyor, hem de huzurlu oluyordum. Kapılarını tıklayacağım vakit eski evimize bakmak geçti içimden, arkamı döndüğüm, babamı en son içinde gördüğüm evimize. Rahmi amcaların kapısını vurmaktan vazgeçtim usulca kafamı çevirip yürüdüm eski evimize doğru. İlk başta dikkatimi çekmemişti çünkü ben evi perdeli bırakmıştım ve yine perdeliydi. Bizim eşyaları ise mahalleli toparlamıştı. Fark ettiğimde şaşırdım sonra anlamlandırdım ki “demek ki Zeliha abla kiraya vermiş evi.” Pencerenin önüne gelip içeriyi görebilmek için parmak uçlarıma güç verdiğim anda perde sallandı ve bir anda açıldı. Öylece dondum kaldım, elinde su kabıyla bir kız pencere önündeki çiçekleri sulamaya çıkmış. Ben öylece bakakaldım, içimden geçirdim bir anda “nesin sen in misin cin misin yoksa bir peri misin yok yok sen başka bir şeysin, yoksa cennetten firari bir huri misin?” Ben kendime geliyordum ki ey Allah’ım nedir bu, nasıl bir haldir, bir de bana gülmez mi, ben bittim tükendim, dizlerimde derman iliklerimde zerre can kalmadı. Yığılmamak için olduğum yere, döndüm arkamı gülen gözlere ve hızla yürüyüp Rahmi amcaların kapısını çaldım. Yenge çıktı, garip halimi hemen anladı, uzattım elimdeki sayfayı “Yenge, Hocam gönderdi, Rahmi amca biliyormuş ne yapacağını, ben gideyim hocam bekler” diyip aynen yollandım oradan. Yenge “evladım içeri gel bir ayran iç” diye seslense de arkamdan, dönüp bakmadım bile, bakamadım ve kaçarcasına uzaklaştım eski mahallemden. Hocamın yanına döndüğümde o garip halim devam ediyordu. Bir çay doldurdum kendime ve bir de hocama gelip oturdum yanına. Farkında değilim üç yudumda o demli, sıcak çayı bitirmişim Hocam dönüp “hayrola Sâki nedir bu hal, ne oldu” diye sormaz mı? Eyvah ki eyvah ben ne derim hocama “yok bir şey hocam” diyebildim sadece. “İnanmadım açıkçası, evladım Sâki bu sıcak çay üç yudumda öyle kolay bitmez ama hadi bakalım” dedi ben başımı eğdim, mübarek daha fazla sıkmadı anladı halimden, devam etti işine. Düşünceli günler başlamıştı, oysa o güne kadar hiç de derin düşüncelere salınmamıştım. Yaşım da daha küçüktü, yaşadığım şeyin adını da tam anlamıyla koyamıyordum. Neydi tüm bedenimi ve her zerremi usulca zapt eden şey…
Epeyce bir zaman geçmişti çıraklığa kabulümden bu yana ama bir kez olsun elime o kamışı almamıştım. Hocam “al evladım” demeden de aklımdan bile geçirmiyordum. Saygım, edebim bu nokta da beni hiç bırakmıyordu, yıllar usul usul geçiyordu… Cama çiçek sulamaya çıkan güzeli gördükten sonra korkuyordum mahalleye gitmeye ama elden ne gelir. Bir ay kadar sonra yine götürdüğüm başka bir eser için Rahmi amca haber göndermiş “tezhip bitti çerçevesi de tamam gönder kıymetini bilip iyi kollayabilecek biri…” diye. Sabah erkenden hocam “hadi evladım git de getir bakalım ne hale bürünmüş bizim evlat” dedi, eserlerine hep evlat derdi, isim takmazdı, bazılarına ise haylaz diye hitap ederdi. Haylazlar pek bir zorlamış olanlardı yahut bir hayli ruhuna dokunanlar. Süslüler vardı onlar hep bir başka dururdu. Sanki saraylı havasını takmışlardı üzerlerine ve genelde bunlar büyük şairlerin beyitleri olurdu;
“Gitti Mecnûn hane-i aşkı bana ısmarladı
Bir harab hanedir kalır divaneden divaneye”
Bu beyit beni fena halde etkilemişti, ben okuyamıyordum çünkü Arap alfabesiyle yazılıyordular. İnce bıyıklı geniş alınlı şair aylar sonra geldiğinde köşede bu beyti görüp okumuştu elini omzuma atarak, sonunda da “Üstad Hilleli Mehmed Fuzulî” demişti.
Girdim yola heyecanım ise bütün damalarımla beraber kalbime de baskı uyguluyor. Adımlarım zaman zaman hızlanıyor, kimi zaman yavaşlıyor ama akıbet hep aynı oluyor ben o mahalleye varıyordum. Sanki adımlarımı duyuyordu da, Rahmi amcaların evine varıp kapıyı çalacağım sırada o da camda bitiyordu. İmtihanımın git gide daha bir can yakıcı olacağını hissedebiliyordum ve aklıma bir anda o süslü eserler arasında yer alan Hilleli Üstad Fuzulî’nin beyti geldi ve çalmadan kapıyı, çevirdim başımı korkmadan. Camdaki güzel menekşeleri seviyordu, tam o şefkatle severken çiçeklerini gözlerimin farkına vardı sonra bir tebessüm, sonrasında bir utangaç bakış hafiften salınış en sonunda çekilen tül. Aslında bir tebessümü bile yetmişti benim aklıma izin vermeme ve neden buralara geldiğimi hatırlamak için zihnimi yoklamama. Bana fena halde bir şeyler oluyordu…
Eseri aldım geliyordum hocamın fakirhanesine doğru. O hep fakirhane dediği içinde ben de fakirhane derdim, hocamın fakirhanesi. Yıllar geçiyordu biz farkında olmadan. Hocamın saçlarına ve sakallarına hâkim olan beyazlıkların farkına varabiliyordum ve ben de büyüyordum. Babamın vefatından bu yana üç yıl geçmişti. Ve ben bu üç yıl boyunca hocamın yanından hiç ayrılmadım. Geçen üç yılda sadece sâkilik yaptım ve izledim. Sohbetleri dinledim, öğrendim, idrak ettim. Zaman zaman gelen Dervişlerin dillerinden düşmeyen Allah(cc), Muhammed (sav) lafızları benim de içime, en az onlar kadar huzur veriyordu. Kimisi Mevlevi, kimisi Kadiri, kimisi de Nakşi idi ama hepsinde ayrı bir hal ayrı bir sohbet konusu vardı. Sabırsızlanmıyordum ortaya eser koyabilmek için hatta böyle bir iş yapabileceğimi hiç mi hiç düşünemiyordum. Abartılı gelecek belki ama hocam dururken yanı başımda ben elime o ucu kesik kamışı alabileceğimi sanmıyordum. Her sabah hocam kamışlarının uçlarını düzeltirdi. Çok eskiden gelen bir âdeti de yerine getirerek yapardı. İlk kez bir sabah gösterdi bana içi boş olan odayı. İçinde hiçbir eşya yoktu ve küçük de bir penceresi vardı sadece. İçi kamış parçacıklarıyla doluyordu. Hocam “evladım gel ve dinle, eskiden gelen bir adettir hattat kamışlarının tozlarını bir odada biriktirir yıllarca. Odalar dolarmış zamanında, öyle eser verenler olurmuş, öyle üstadlar yani. Odalar dolunca kapısı kapanır küçük camlarından içeriye tozlar atılırmış. En sonunda hattat vefat edip dünya değiştirince de bu talaşlar, tozlar toplanır kefenlenmeden evvel yıkanacağı vakit suyu bu talaşlarla ısıtılırmış. Bizde bir âdeti yerine getirmeye çabalıyoruz bizimde suyumuzu bunlar ısıtacak inşallah.” Anlattığı çok hoştu ama sonu hiç hoşuma gitmemişti. Çünkü sevmiyordum babamın vefatından sonra ölümden konuşmayı ve biraz olsun bu endişem suratıma da aksettiğinden hocam daha fazla konuşmadı ve çaya bakmamı istedi. Üç yıl sonra öğrendiğim bu adet üzerine rüyalar bile görmeye başlamıştım. Bir gece hocamın vefat ettiğini ve suyunu o talaşlarla, ben ısıtıp hocamı yıkadığımı gördüm. Uyandığımda kan ter içindeydim ve o gece bir daha uyuyamamıştım…
Yaşım ilerledikçe değişik hallerin değişik sonuçlarıyla karşılaşıyordum. Her ay en azından iki kez Rahmi amcaların evine gitmem gerekiyordu ve ben o gidişleri iple çekiyordum. Sadece bir bakış, belki bir tebessüm için diken üstünde bekliyordum koca ay. Böylelikle yıllar geçti ve bendeki yangın hali git gide önüne geçilemeyen bu durum oldu. Zordu ve iyice zorlaşıyordu adına Camgüzeli demiştim ve küçük odamın pencere kenarında orta boy bir saksıya cam güzeli tohumları dikmiş sıcaklarda açmasını bekliyordum. Kapalıçarşıda tohumu satan ağabeyin tembihlerini aklımdan çıkarmıyordum. “Dikkat et naziktir, direkt güneşe koyma yanar” demişti, ben onun yanmasına mahal verir miyim hiç, ben yanarım da, atarım kendimi yangınlara güneşlere de izin vermem yanmasına.
Bir sabah hocam rahatsızlandı ve Hekim Ahmet beyi koşup evinden çağırdım, çok korkmuştum yaşı da epeyce ilerlemişti. Hekim Ahmet Bey etraflıca bir muayeneden sonra “efendim dikkat edin kendinize unutmayın yaşınız artık yetmişe dayandı yormayın artık bünyenizi, siz eskiler yaylalarda büyümüşsünüz bir şey olmaz size ama yine de dikkat edin” dedi ve bir şurup iki de vitamin yazdı. Korktuğumu fark eden hocam “Sâki korktun mu yoksa, sakın ha korkma teslim olmayı bil” dedi. Ben ise hiç aldırmıyordum, ben on bir yaşında büyümüş, koca adam olmuştum daha fazla büyümek en azından o vakit istemiyordum.
Neyse ki Hekim Ahmet Bey’in dediği gibi hocam yaylada büyümüştü ve bünyesi sağlamdı çok şükür. Toparlamıştı tez zamanda ve biraz olsun tavsiyelere uyup kendini az yoruyordu. Yedi yıl geçmişti ve ben hala bir kez bile hat kamışını elime almamıştım. Ama her şeyi zihnime çiziyordum, harfleri nasıl yerleştiriyor, noktaları ne düzenle ekliyor. Hepsi hepsi zihnimdeydi ama bir kez olsun düzeltmek için bile elime hat kamışını almamıştım. Yaşım on sekiz tam deli çağlarım ve yazları bekleyemez havalarım. Çünkü camgüzeli yazın açıyordu penceremin önünde ve ben her gece ona bakarak uykuya dalıyordum. Adabı öğrenmiştim yedi yılda, nerede konuşup nerede susmak gerektiğini ve en önemlisi çay demlemeyi öğrenmiştim. Dervişleri ve hocamı sarhoş eden çay tamamen Sâki’nin elinden çıkıyordu artık.
Ve yaz çoktan gelmişti tomurcuklarını patlattığını sabah kalktığımda gördüm camgüzelinin. Bu günün hep böyle neşe içinde geçmesini diliyordum. Bir haftadır ara ara baktığı, üzerinde çalıştığı eserini bitirmişti hocam, epeyce de büyüktü. Sevindim, yine Rahmi amcanın evinin yolunu tutacaktım ve tabii ki adımlarımdan geldiğimi duyanı, onu görecektim. Hocam güzelce sarıp sarmalayıp verdi emaneti ve “tez gidip tez gelesin evladım” dedi. Artık ciddi ciddi camdaki güzel ile konuşmayı düşünüyordum. Ama nasıl? Bir yolunu bulup gecelerce hayal ettiğim düşünceleri ona da bildirecektim. Ciddi düşünüyordum ve hepsinin sonuna da çaresiz “Ya kısmet!” diyordum. Ben adımlarımı yavaşlattım kalp atışlarımın aksine. Uzun bir nefes çektim içime peşinden derin bir bakış, Cam güzeli yine camda, onun bakışları da ne bakış. Korkmuyordum bunca yıldan sonra bakmaya, o yüzden kaçırmadım bakışlarımı, o da kaçırmadı ama anlayamadığım bir şey vardı, seziyordum. Yüzüne anlam veremediğim bir hüzün hâkim oldu bir anda, sonra benim hep nemli bakan gözlerim gibi gördüm gözlerini, nemli… Durmadı o halde kaçtı içeri ve bir kez daha tüller çekildi. Vurdum kapıyı, Rahmi amca çıktı verdim emaneti “Evladım bitince ben haber veririm yine” dedi ve ben de “Tamam Rahmi amca” diyip düştüm yola. Aklımda sadece camdaki güzelin hüzün dolu bakışları vardı. Vardır bir hayır, diye geçirip içimden devam ettim yoluma.
Bir ömür oluverdi önümde Rahmi amcanın çalışma vakti “ne zaman biter de gitmeme bahane çıkar” diye düşünüyordum. Üstelik niyetimi de sağlamlamıştım, Rahmi amca ile konuşacaktım durumu. Yedi yıl geçmişti ilk gördüğüm günden bu yana ve yedi yıldır kaymamıştı gönlüm bir başkasına. Söyleyecektim “Rahmi amca durum böyle böyle, yedi yıl o pencereden, ben sizin kapının önünden kısa süren bakışmalarla geçti. Yandım…” diyecektim. Camımın önündeki camgüzeli de dolgun bir şekilde açmış iyice güzelleşmişti, Allah’ım, güzellikler sana ait. Haber gelmiş uzunca bir zaman sonra eser hazırdı ve gidip almak kalmıştı sadece. Çıkmadan evvel garip garip baktım camgüzeline ve düşüncelerimden bahsettim, o sıra anlayamadım. Zannettim ki benim durumum ayan oldu da üzüldü halime, ondan hüzünlendi. Sanki boyun büktü renkli yaprakları. Sanki renklerini hafiften döktü. Besmele ile çıktım yola adımlarım seri, yürüyordum dünyayı adımlar gibi, sokağın başına geldiğim anda Cam güzelinin son gördüğümde fark ettiğim burukluğunu anlamıştım. Rahmi amcaların evinin hemen karşısında, bizim eski ev ve penceresinde menekşe ile bir güzel olan ev. İşte o evin önünde bir tane eski model kamyon, kasası eşya ile dolu. Adımlarım yavaşladı, bir süre sonra durdum. Yürümeye cesaretim yoktu, oysa bu gün mutlaka…
Rahmi amcaların kapısına zor bela geldim, gözüm hep kamyonda, gözüm evden bir şeyler çıkaran gençlerde. Çaldım kapıyı, Rahmi amca çıktı, içeri davet etti girmedim sonra sordum “Hayrola taşınan mı var mahalleden” hemen verdi cevabı “Evet evladım karşı komşu, sizin eski evin kiracısı memlekete dönüyorlarmış” dedi yıkıldım. “Şehrimi terkinden korkuyordum şehrin sensizliğini yaşayacağım” diye geçirdim içimden, tam o sırada elinde saksısı ile biri çıktı dışarıya. Yürüdü, yürüdü, yürüdü yedi yıldır ilk kez duyduğum sesi ile “Rahmi amca yenge evde mi çağırabilir misiniz?” dedi ben öylece bakakaldım gördüğüm ilk gün gibi. Yenge hemen geldi “köye götürmüyorum hediyem olsun sizlere, iyi bakın onlara buranın havasına alışmışlar yapamazlar bizim oralarda” dedi yengeye uzattı. Yenge hanım teşekkür edip alırken bana da baktı, ben şaşkın şaşkın önce Cam güzeline, sonra menekşelere daha sonra yere baktım ve yandım…
Yedi yıl sonra ilk kez sesini duydum ve sesinde bir veda hüznü vardı, bende ayrı bir yangın, bende geç kalmışlığın ıstırabı vardı. Kendime değişik sorular sormaya başladım dönüş yolunda, sağ elimde bir tablo, sol elim serbest, zihnim ise sorularda mahpus. Kamyonun sesini duydum arkamda döndüm baktım, kamyonun önünde bir taksi Anadol arkasından kamyon. Anadol’un içine baktım son kez görme ümidiyle, acı bir tebessümdü o zerre kadar küçük, kısa zamanda gördüğüm. Hemen peşlerinden dalından kurtulmuş ve kurumuş sarı bir çınar yaprağı düştü önüme, mevsim güz mevsim hazan…
Fakirhaneye vardığımda her şeyi biliyormuş gibi hocam sordu “Sâki iyi misin evladım” dedi. Açıkça dedim “değilim hocam…” “Hayrola” dedi ve bir yandan da eserin sarılı olduğu kâğıtları usulca açtı, şöyle bir baktı, sonra ben de “hocam bunca yıldır yanınızdayım ilk kez bir şey sormak istiyorum” dedim, gözleri parladı “buyur evladım” dedi “birileri hep gidiyor ve ben her gidenin ardından daha da büyüyorum, aynı zamanda yoruluyorum. Peki, hocam ben kimim, büyüyen kim, biz kimiz…” Hocam tebessüm etti, sonra gözleri doldu, daha sonra tabloyu gösterdi ve okudu üzerinde yazanı “Hiç…” “Biz evladım sadece Hiçiz işte bütün sorularının cevabı bütün sırların ayanıdır… Sadece Hiç… Hiç…”
İlk o gün elime aldım hat kamışını ve yazdığım ilk şey de “Hiç” oldu. Bitkindim çünkü bütün soruların cevabını almış, anlamıştım. Akşamüzeri istirahat için odama geçtim, baktım ki pencere önündeki camgüzeli dökmüş bütün yapraklarını. Hazan, benimle beraber onu da vurmuş. Oda benim gibi Hiç gerçeği ile tanışmıştı. Hazan can yakıyordu hüznü peşinden sürüklüyor, benzerliklerini aşikâr ediyordu. Hazan ve hüzün, sanki bir olmuştu gidenlerin ardından…
Yıllar sonra, her gidenin ardından büyüyen ve yorulan, hepsinin gidişine şahit olan ben. Gidişlerin en büyüğü en zor oldu ve beni en çok o büyüttü. Sırtımı yasladığım dağ göçtü yine bir hazan gecesinde. Kollarımın arasında ben koca bir dağı kucaklamıştım o “Hay!..” diyip ruhunu teslim ederken. Ve ben ondan öğrenmiştim Hiç olabilmeyi, bir hiç gibi düşünebilmeyi… Her hazan birileri mutlaka gidiyordu ve ben gidenlerin ardından büyüyordum… Büyüyordum… Her hazan biraz daha…