N - 4
NOEL GECESİ:
Hıristiyanların 25 Aralık veya buna yakın bir târihte Îsâ aleyhisselâmın doğduğunu kabûl ettikleri gece.
Noel gecesi hazret-i Îsâ'nın doğumu kabûl edilen gün olarak bilinmekte ise de Îsâ aleyhisselâmın doğum günü kesin belli değildir. Kudüs civârında dünyâya gelen hazret-i Îsâ'nın doğumu hakkında, o zamâna âit eserlerde, hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır . En küçük hâdiseleri bile yazan Roma târihçileri bu hususta derin bir sükût içindedirler. Yunanca, İbrânice eserler yazanlar da aynı şekilde bu konuya ilgisizdirler. Putperestlikten hıristiyanlığa dönen Büyük Kostantin'in yılbaşı olarak kabûl ettiği noel, ilmî ve târihî bir hakîkate dayanmamaktadır. Bu sebeble noel, efsâneden öteye bir mânâ taşımamaktadır. Noel gecesinin ve gününün İslâmiyet'te yeri hiç yoktur. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Bizans imparatoru Büyük Kostantin putperest iken mîlâdın 313. yılında nasrâniyeti kabûl etmiş, bütün İncîl'lerin birleştirilerek yeni bir İncîl'in yazılmasını emretmişti. Yeni yazılan İncîl'e eski dîni olan putperestlikten birçok şey sokturdu. Noel g ecesinin de yılbaşı olmasını kabûl etti. Böylece yeni bir hıristiyanlık dîni kuruldu. (M. Sıddîk bin Saîd)
NOKTA-İ CEVVÂLE:
Dâimî hareket hâlindeki nokta. Dâire şeklinde hızlı dönen bir nokta.
Vehm (zan) ve hayâl, nokta-i cevvâleyi hâricde dâire şeklinde görür. Hâlbuki hakîkatte dâire yoktur. Nokta vardır. Fakat vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması hakîkîdir. Bunun gibi vahdet-i vücûd (Mahlûkâtı tek bir varlık olarak görme) her bakımdan hakîkîdir. Birden ziyâde varlık ise vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
NÛH ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine Ülü'l-azm denilen altı peygamberin ikincisi. İdrîs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderildi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl (peygamber) olarak gönderdik. (A'râf sûresi: 59)
Biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderdik. O, onlara dedi ki:Ben sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde bir gün üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum. (Hûd sûresi: 25,26)
Nûh (aleyhisselâm) "Bismillah" ve "Elhamdülillah" demeden büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ onu "Çok şükredici bir kul" olarak isimlendirdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, İbn-i Cerîr)
İdrîs aleyhisselâm göke çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak bunlara Nûh aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. O zaman elli yaşında idi. Onları yıllarca dîne dâvet etti, putlara tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya ibâdet etmelerini söyledi. Nûh aleyhisselâma kendi oğlu Yâm yâni Ken'ân bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâmı alaya alıp işkence ettiler. Nûh aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ ona gemi yapmasını emretti. Gemi bitince tûfân oldu. Nûh aleyhisselâm mü'minler (inananlar) ile gemiye bindi. Üç katlı olan gemiye binenlerin sayısı seksen kişi kadardı. Nûh aleyhisselâm gemisine her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Ken'ân'ı da gemiye almak için çağırdı fakat o, ben bir dağa çıkar kurtulurum diyerek gemiye binmedi. Bir dalga gelip oğlunu aldı ve boğdu. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldu. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi Irak'taki Cudi dağına oturdu. Nûh aley hisselâma inanıp gemiye binenler kurtuldu. Daha sonra insanlar Nûh aleyhisselâmın; Sâm, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlundan türedi (çoğaldı). Bunun için Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem aleyhisselâm denildi. Nûh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. (Sa'lebî, Taberî, Nişâncızâde)
NÛH SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş birinci sûresi.
Nûh sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi sekiz âyet-i kerîmedir. Nûh aleyhisselâmın, peygamber olarak gönderilişi ve mücâdeleleri anlatıldığından sûreye, Sûret-ün-Nûh denilmiştir. Sûrede; Nûh aleyhisselâmın peygamber gönderilmesi, kavmini îmâna d âveti, onların inkârlarında devâm etmeleri ve Nûh tûfânı anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Vehb bin Münebbih, Taberî, Sa'lebî)
Allahü teâlâ Nûh sûresinde meâlen buyurdu ki:
Gerçekten biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Kavmine acıklı bir azâb gelmezden önce onları korkut" diye... (Nûh onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Muhakkak ki ben, size (azâb ile korkutan) açık bir peygamberim; Allah'a ibâdet edin, O'ndan korkun ve bana da itâat edin." (Âyet: 1-3)
Nûh şöyle demişti: "Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını sapıtırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar. Rabbim! Beni, ana-babamı, mü'min olarak evime gireni, bütün mü'min erkekleri ve mü'min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise, ancak helâkini artır... (Âyet: 26-28)
Kim Nûh sûresini okursa, sanki Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetini idrâk eden (kabûl eden) mü'minler gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
NUKÛD:
Basılmış altın ve gümüş paralar. Müfredi (tekili) Nakddır.
NÛR:
1.Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.
Kur'ân-ı kerîm okunan evden, arşa kadar nûr yükselir. (Hadîs-i şerîf-Sünen)
Müslümanlıkta beyazlayan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine; "Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O, senin için yeryüzünde nûr, gökte meleklerin övgüsüdür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâbu Metcer-ur-Râbih)
Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın ihsân ettiği nûr ile aydınlanır. Konuşurlarsa dudaklarından nûr saçılır. (İsmâil Fakîrullah)
Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak nasîplendiriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli; "Falan oğlu falan, evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor" d erler. (Kâ'bü'l-Ahbâr)
Vekî'e (Vekî bin Cerrah'a) unutkanlığımdan şikâyette bulundum. Ma'siyeti (günâhı) terk eyle diye nasîhat etti. "İlim, envâr-ı ilâhiyyeden (ilâhî nurlardan) bir nurdur. Allahü teâlâ, âsî (günah işleyen) kuluna, bu nûru vermedi. (İmâm-ı Şâfiî)
2. Kur'ân-ı kerîm.
O hâlde Allah'a, O'nun peygamberlerine ve indirdiğimiz o nûr'a îmân edin. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır. (Tegâbün sûresi: 8)
3. Îmân.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın nûr vermediği kimsenin nûru olmaz. (Nûr sûresi: 40)
Allahü teâlânın nûr vermediği kimse münevver (nûrlu) olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
4.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici, gökleri; güneş, ay ve yıldızlarla yeri; peygamberler aleyhimüssel âm, âlimler, mü'minler (inananlar) ile yâhut bitkilerle ve ağaçlarla tezyîn eden, süsleyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ göklerin ve yerin nûrudur. (Nûr sûresi: 35)
En-Nûr ism-i şerîfini söyleyenin kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)
Nûr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi dördüncü sûresi.
Nûr sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Altmış dört âyet-i kerîmedir. Otuz beşinci âyetinde Allahü teâlânın, göklerin ve yerin nûru olduğu bildirildiği için, Sûret-ün-Nûr denilmiştir. Sûrede, zinâ suçu işleyen kadın ve erkekler ile zinâ iftirâsında b ulunanların cezâları, evlere girerken izin istemek, selâm vermek gibi muâşeret kuralları, harama bakmanın kötülüğü, kadınların örtünmeleri ile müslümanların Peygamber efendimize saygı göstermeleri gerektiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, İmâm-ı Gazâlî, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Nûr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Mü'minlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da, söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar. (Âyet: 30)
Nûr-ı İlâhî:
İlâhî nûr. Allahü teâlânın ihsân ettiği mânevî aydınlık, mânevî ilim.
Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehîd denilen âlimlere aklî ve naklî ilimleri anlama kuvveti ile keskin zekâ ve çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlar dan sakınma) gelmektedir. Bundan sonra kalblerindeki nûr-ı ilâhî gelmektedir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Nûr-ı Nübüvvet:
Peygamberlik nûru.
Sahâbe-i kirâm, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sohbetiyle şereflenip, ef'âlini ve ahvâlini (işlerini ve hâllerini) gördüler. Her husûsta O'na uyup, yardımcı oldular ve Nûr-ı nübüvvetten doğrudan faydalanarak, herbiri yüksek derecel ere kavuştular. (Abdullah-ı Dehlevî)
Nûr-ı Pâki Muhammedî:
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) temiz, mübârek nûru.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem her nereye gitmek murâd eylese, O'nun nûr-ı pâki, kendinden evvel varırdı. Her kimin yanında dursa mübârek boyu, dört parmak kadar yüksek görünürdü. (Kutbüddîn İznikî)
NÛRÂNÎ:
Nûrlu, ışıklı, parlak, münevver.
Alev iki kısımdır. Biri zulmânî (karanlık) ikincisi nûrânî. Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ bu maddeleri, organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği g ibi, melekler ve cinde alev şekli değişerek, onlara mahsûs latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
İmâm-ı Kastalânî, zamânındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur'ân-ı kerîmi, on dört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
NUSAYRÎ:
Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.
Eshâb-ı kirâma iftirâ eden şia, üç grupta toplanmaktadır:Birincisi, Tafdiliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar. İkincisi, Seb'iyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldu diyorlar. Bunlar, sebbediyor (söğüyor), kötülüyor lar. Üçüncüsü Gulât; hazret-i Ali tanrıdır diyorlar. Sebeiyye ve Nusayriyye fırkaları da böyledir. İbâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)
NUSH:
Nasîhat, öğüt. (Bkz. Nasîhat) Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr, Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.
(Ziyâ Paşa)
NUSRET-İ İLÂHÎ:
Allahü teâlânın yardımı, imdâd-ı ilâhî, ilâhî yardım.
Eshâb-ı kirâmdan bâzıları Huneyn gazâsında, askerin çokluğunu görerek, artık biz hiç mağlûb olmayız dedi. Bu sözler Resûlullah'ın mübârek kulağına gelince üzüldü. Bunun için harbin başlangıcında nusret-i ilâhî yetişmeyip, mağlûbiyet başladı. Sonra, c enâb-ı Hak merhamet ederek, zafer nasîb eyledi. (Hâdimî)
Ben demek yâni nefsine güvenmek kendini üstün görmek felâkettir. Nusret-i ilâhînin gelmesine mâni olur. (İmâm-ı Rabbânî)
NÜBÜVVET:
Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi. (Bkz. Nebî)
Nübüvvet Yolu:
Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin, kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan ikinci yol, vilâyet yolu (sülûk yolu)dur. (Bkz. Vilâyet Yolu)
Nübüvvet yolu aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâm bu yoldan kavuştular. Sonra gelenlerden pek az kimse de bu yoldan maksada ermiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (nübüvvet yoluyla vâsıl olmuş, kavuşmuştur. (Abdullah-ı Dehlevî)
NÜCEBÂ:
Allahü teâlânın tanınıp bilinmeyen velî kullarından bir topluluk.
Nücebâ, insanların imdâdına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olurlar. Onların belâlardan korunmasına sebeb olurlar. (Molla Câmî)
NÜKTE:
1. Güzel mânâlı söz.
Nükte: "Malı seviyorsan yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş olsun. Eğer sevmiyorsan ye de yok olsun." (Abdullah-ı Ensârî)
Nükte yaparken dikkat etmeli, dinleyicilerin yanlış anlıyacağı nüktelerden sakınmalıdır. (Seyyid Alizâde)
2. Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir, denir.
NÜKÛL:
Dönme, cayma, vazgeçme; bir malı satın aldıktan sonra vazgeçerek satıcıya geri verme.
Ayıplı (özürlü) mal satıcıya iâde edilir, geri verilirse, bu satıcı da, kendine satana geri çeviremez. İkisinden birinin ikrâr (kabûl) etmesi veya nükûl etmesi lâzımdır veya şâhidlerin dinlenmesiyle hâkim karar verir. (Ali Haydar Efendi, Mecelle)
NÜSÜK:
İbâdet. Hac ve umrede yerine getirilmesi lâzım olan işlerin herbiri. (Bkz. Menâsik)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, nüsüküm, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. (En'âm sûresi: 162)
NÜZÛL:
İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için, tekrar sebebler âlemine inmesi.
İnsanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan rehber ne kadar çok nüzûl ederse, rehberliği, irşâdı (doğru yolu göstermesi de) o kadar kuvvetli olur. İrşâd edebilmek için tâlib (tasavvufta yetişen talebe) ile rehberin yakın olması lâzımdır. Bu da rehb erin aşağı dereceye yâni tâliblerin derecesine nüzûl etmiş olması ile olur. (İmâm-ı Rabbânî)