KUTLU RÜYA
Nüfus kaydına göre on bir, komşulara göre on iki yaşındaydı. Kesin olansa, orta okulun ikinci sınıfına geçmişti. O öğretim yılının ilk Türkçe yazılısından dört almıştı. Dört zayıf demekti. Gerçi, bütün yıl boyunca aldığı tek zayıftı o. Söz vermişti kendine:
“Bir daha asla zayıf almayacağım.” demişti.
Bir daha zayıf almamak içinde; yaz tatilinde önce okuduğu sınıfın derslerini tekrar edecek, sonra da okuyacağı sınıfın derslerini okul varmış gibi işleyecekti. Bu iş çok zor da değildi. Ne de olsa yaz tatilinde bazı günler babası, bazı günler abisi veya kardeşiyle Orman İşletmesine bağlı Yangın Gözetleme Kulübesi bekleyecekti. Hem dinlenecek, hem ders çalışacak, hem de aile gelirine katkıda bulunacaktı.
Haziran ortalarında çıktı kulübeye. Yörenin en yüksek dağının tepesindeydi. Yaratılırken piramit şeklinde yaratılmış dağın zirvesinde dokuz metre karelik; güney cephesinden girilen, doğu ve batı cephelerinde penceresi olan bir oda, doğu penceresinde manyetolu bir telefon. Etrafında bir odalık düzlük… Coğrafyanın seyir keyfine doyum olmuyordu da, bir de gündüz yalnızlık ve susuzluk, gece sivri sinek ve akrep korkusu olmasa.
Başlamıştı ve geri dönüşü yoktu. İstese de dönmeyecekti. Ders çalışacaktı.
Çalışıyordu. Önce Türkçe. Konuları tekrar ediyordu. Dini ve milli hikayeler, romanlar okuyordu. Gelecek yılın konularını tek tek işliyor, notlar çıkarıyor, yarın derse kalkacakmış gibi hazırlanıyordu.
Babasından ülke ve köy gerçeklerini dinliyor, abisiyle köyü tartışıyor, kardeşine geleceği anlatıyordu. Kendi geleceklerini, köyün geleceğini, ülkenin geleceğini, Bayrak ve Kıbrıs’ın Sesi radyolarından dinlediği kadarıyla Kıbrıs’ın geleceğini de anlatıyordu. Ya Kıbrıs’ı anlatırken, Kıbrıs’ın ışıklarını görüyorlardı, ya da Kıbrıs’ın ışıklarını görünce Kıbrıs’ı konuşuyorlardı.
Hiç soğan yememişti. Soğan yemeden, soğan ihtiyacını karşılayacaklar için soğan suyu fabrikasını orada kurmuştu. Salça fabrikasını da.
Yağmur bulutlarının hareketini ve yağmurun yağışını seyretmişti. Gökyüzündeki yağmur bulutlarını ormanın çekişini görmüştü de, “Susuzluğun çaresi ormanların, ekili alanların çoğalmasıdır.” demişti o yaşlarda.
Kuş konmaz, kervan geçmez bir sırtta yaptığı evde, topladığı çocukları okuturken, bir kış günü çöken evin altında kalıp; öğrencileriyle birlikte hayatını kaybeden âlimi ve oraya Çocuk Mezarı adının verilişini dinledi abisinden.
Şeyh Ali Semerkandi’nin sığır çobanlığını, asasıyla çıkardığı suyu, Şeyh Ömer’in geyik boynuzlarına meşale bağlayıp kale fethedişini, büyük ebesinin yılan tutuşunu, vakit namazlarını Kabe’de kılışını, ağzından kaçırınca da bir daha gidemeyişini dinledi babasından.
Hz. Musa’ya kavminin yaptığı ihaneti, Hz. İsa’ya çektirilen eziyeti ve Hz. Muhammed’le fışkıran bereketi okuyordu kitaplardan. Okudukça özlüyor, özledikçe okuyordu.
Kulübenin batı tarafından sesler geliyordu. Avcı olmalı diye düşündü önce, dışarı çıktı; iki kişiydiler, avcı değillerdi. Silahları yoktu. Yolcu da olamazdı, üstelik tanıdığı da değildiler. Korkması gerektiği halde gelenlerin verdiği güven korkutmuyor, rahatlatıyordu. Uzun boylu olan esmer ve daha yapılıydı. Kısa boylu olansa açık tenli ve zayıftı. Uzun boylu olan:
“Merhaba delikanlı” dedi.
“Merhaba efendim.”
“Sen burada mı yaşıyorsun?”
“Yaz aylarında, babamla kalıyoruz.”
“Çalışıyorsun yani.”
“Evet Efendim.”
“Bizi tanıdın mı?”
“Tanıyamadım.”
“Tanışalım mı?”
“Memnun olurum Efendim.”
“Hz. Musa’nın mezarını görmek ister misin?”
“Kim istemez?”
“Bak o zaman” diyerek, karşı dağın tepesini gösterdi. “Görüyor musun mezarı?” Mezar toprağın üstünde kalan kısmıyla çok net görünüyordu.
“Gördüm Efendim”
“Onunla da tanışmak ister misin?”
Nefes almakta zorlanıyordu. Heyecandan uçacak gibiydi. İsteğinde tereddüdü yoktu da, söylemeye cesaret edemiyordu. Nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Kısık bir sesle:
“İsterim Ya Resulullah” deyip eline kapandı.
Çocuğu sol eline aldı, sağ elini uzattı… Uzattı… Uzattı… Yaklaşık üç kilo metre uzaktaki dağın zirvesinde görülen mezarı kavradı ve asılmaya başladı. Dağlar yerinde duruyordu, ağaçlar kıpırdamıyordu; mezar iki zirve arasındaki boşlukta sarsılmadan, bozulmadan, kopmadan geliyordu.
Âlem susmuştu, zaman durmuştu, mekan kutsanıyordu. Yaratılmışların iki büyük zirvesi, üçüncü zirveyle buluşuyordu, coğrafyanın zirvesinde. Beklenen gelmişti. Binlerce yıl önce sanki orada yapılmışçasına uyumlu, üç metre boyunda bir metre yüksekliğinde bir mezardı gelen. Ve yarıldı mezar. Kefeniyle değil, elbiseleriyle çıktı içinden Hz. Musa. Oturdu kendi mezarının yıkıntısına.
“Es Selâmü aleyküm”
“Ve Aleyküm Selâm.”
Çocuk sevinçten titriyordu, hıçkırıyordu. Konuşamıyordu. Kimse konuşmuyordu. Babası; “Oğlum, oğlum uyan” dediğinde uyanmıştı da, söz vermişti kendine bu rüyayı kimselere anlatmayacağına.
O yaz gibi sonraki yazlar da da okumuştu. Ta ki, “Kim beni rüyasında görürse gerçekte görmüş gibidir. Çünkü, şeytan benim suretime giremez.” Hadisini okuyuncaya kadar.
Sonraki yangınını söndürebilmek için çok uğraştı. Yatağa uzandığı her gün hep o günü düşündü. Günahları mı artmıştı, samimiyeti mi azalmıştı, yoksa yangının küllerinden dirilmek mi gerekti.