Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Aralık 2011       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Divan-ı Hümayun



İslam dünyasında Hz. Ömer ile başlayan divan teşkilatı daha sonra değişik şekil ve isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahın başkanlığında önemli devlet işlerini görüşmek üzere toplanan divana “Divân-ı Hümâyun” denirdi.

Osmanlı Devleti’nin kurulmasından kısa bir süre sonra doğmuş olan Divan-ı Hümayun, 15. yüzyıl ortalarından 17. yüzyılın ilk yarısına kadar Osmanlı Devleti’nin yönetimine damgasını vurmuş, yüzyılın sonlarına doğru ise önemini yitirmeye başlayarak bir sembol haline gelmiştir. Osmanlılardan önceki ve Osmanlıların çağdaşı İslam devletlerinde var olan benzeri kurumlardan farklı olan Divan-ı Hümayun’da, siyasal, yargısal, yönetsel tüm işlerin görülebilir olması, Osmanlı Devleti’nin merkezci karakterinin kesinliğini ve devlet adamlarının pratik çalışma, çabuk ve doğru karara varma duygularının gelişmişliğini göstermektedir. Padişahın divanı, üstün yetkileri ve çalışma biçimiyle devletin en saygın organı durumuna gelmiş, Divan’da çalışmak, bir şeref simgesi olmuştur. Divan-ı Hümayun, padişahın divanı olsa da burada çalışanların padişahın değil, Divan’ın hizmetinde oldukları görüşü yerleşmiş, kadılar bile burada yargılanabilmiştir. Fakat padişahların kişiliği zayıfladıkça, vezir-i azamlar güçlerini artırmışlar ve Divan-ı Hümayun etkinliğini yitirmiştir. Ayrıca yargısal kararların infazı sırasında acele verilen hükümler, kimi zaman adalet duygusuna aykırı olmuş ve büyük haksızlıklar doğurmuştur. Gücü nispetinde sağduyudan yoksun vezir-i azamlar ise Divan’da büyük otorite kurarak, devlet düzenini bozucu kararlara varmış ve kimi zaman bu kararlarıyla ayaklanmalara yol açmışlardır.

Divân-ı Hümâyun deyimi Fatih döneminde kullanılmaya başlanmıştır.


XV. yy sonlarından itibaren Divân-ı Hümayun bürokrasisi daha da gelişmiş XVI. yüzyıldan itibaren klâsik yapısına kavuşmuştur. Divan-ı Hümayun II. Bayezid ve I. Selim dönemlerinde gelişimini sürdürmüş Kanuni Sultan Süleyman döneminde tam kurumsal yapısına kavuşmuştur. Bu dönemden sonra bir müddet durumunu korumuş olan Divan-ı Hümayun XVII. yy ortalarından itibaren fonksiyonları azalmaya başlamış XVII. yy sonlarına doğru devlet işleri vezir-i azam divanında görüşülmeye başlanmıştır.

Sultan II. Mahmut döneminde ve 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine “Divan-ı Hümayun” tabiri de kaldırılarak yerine “Meclis-i Vükelâ” veya “Meclis-i Has” denmeye başlamıştır. İşlevlerini kaybeden Divân-ı Hümâyun sembolik olarak da olsa devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.

Orhan Bey zamanında müesseseleştiği görülen divanın üyeleri için artık resmî bir kıyafetin tespit edildiği görülür. Divan toplantıları Sultan I. Murat Yıldırım Bayezid Çelebi Sultan Mehmet ve II. Murat devirlerinde de devam etmişti. Yıldırım Bayezid halkın şikâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çıkardı. Herhangi bir derdi ve sıkıntısı olanlar orada kendisine şikayette bulunurlardı. O da bunların problemlerini derhal çözerdi.

Divan Orhan Bey zamanından Fatih’in ilk devirlerine kadar her gün toplanırdı. Toplantılar sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. XV. asrın ortalarından sonra (Fâtih dönemi) toplantılar haftada dört güne (Cumartesi Pazar Pazartesi Salı) inmiş Pazar ve Salı günleri de arz günleri olarak tespit edilmişti.

Divan hangi din ve millete mensup olursa olsun hangi sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun kadın erkek herkese açıktı. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar vali ve askerî sınıftan şikâyeti bulunanlar vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar vs. gibi davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve şikâyetleri dinlenir ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı.

Divân-ı Hümâyundan çıkan kararlara “hüküm” adı verilirdi.Hükümler ahkâm defterlerine sıra ile yazılırlardı.
Divanda idari askeri ve örfi işler vezir-i azam şer’i ve hukuki işler kadıasker mali işler defterdar arazi işleri de nişancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o günkü ruznameye (gündeme) göre yapılırdı. Toplantı bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane vezir-i azamın mührü ile mühürlenip kapandıktan sonra çavuşbaşı elindeki asasını yere vurarak divanın sona erdiğini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alınırdı. Ondan sonra kadı askerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arz ederlerdi. Bundan sonra da vezir-i azam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan sonra da padişahlar vezir-i azam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak bu usul Fâtih Sultan Mehmet döneminde kaldırılmıştı. Divan erkanından (üyeleri) başka o gün işleri için divana gelmiş bulunan halka da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin yemek verilirdi.

Osmanlı Devleti Öncesi


Osmanlı Devleti’ne divan geleneği, kendinden önceki Türk-İslam devletlerinden gelmiştir. Sasanilerden İslam devletine geçtiği sanılan “divan” kavramına, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren rastlamaktayız. Abbasiler döneminde divanlar, büyük bir gelişme kaydetti ve devletin çeşitli yönetim birimleri için birçok divan oluşturuldu. Bu divanlardan biri olan ve devletin önemli işlerini inceleyen ve karara bağlayan “Divan üs-Sırr” (ki daha sonra büyük divan-saray divanı olarak anılmıştır), Osmanlılardaki Divan-ı Hümayunun ilk kaynağı olarak kabul edilmiştir. Divan-ı Hümayunun, Abbasi Devleti’ndeki kaynaklarından biri de “Divan-ı Mezalim”dir. Zulümden yakınanların işlerine bakan bu divan, bir nevi bugünkü Yargıtay ve Danıştay yerindedir. Yani, yargıçlardan ve diğer büyük görevlilerden yakınanlar bu divana başvururlardı.

Büyük Selçuklulardaki “Divan-ı Alâ” ile, Anadolu Selçuklulardaki “Divan-ı Saltanat”ın da, Divan-ı Hümayuna kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Zira Divan-ı Hümayun’da olduğu gibi bu divanlarda da devletin çeşitli işleri görüşülür ve bu arada yakınmalar da dinlenir ve bir karara varılırdı. Osmanlı Devleti kurumlarını oluştururken, en çok Anadolu Selçuklu Devleti’nden etkilendiğini söyleyebiliriz. Zira Osmanlılar, bir şiire bu devletin çağdaşı olmuş, hatta bu devletin bir uç beyliği olarak, bir parçası olmuştur.

Divan Üyeleri


Divan-ı Hümayun’a Veziriazam, Kazasker, Nişancı, Kaptanı Derya, Defterdar, Yeniçeri ağası ve Şeyhülislam katılırdı. Bu kişilerin görevlerini sıralarsak, Vezir-i azam ve Vezirler (Kubbealtı Vezirleri):
Vezir-i azam padişahtan sonraki en yetkili kişi ve Padişahın vekilidir. Osmanlıdaki örfi hukuk Vezir-i azam sayesinde düzenlenirdi. Padişah sefere çıktığında yetkisi genişlerdi ve Divan-ı Hümayun’a başkanlık yapardı (bugünkü başbakan konumunda). Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire “Vezir-i Âzam” denildi. Vezir-i azam padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğu Kanunname metinleri incelendiğinde vezir-i azamlar padişahın vekili olarak büyük ve geniş yetkilere sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o padişahı temsil etmekteydi. Vezir-i azam (Kanunî döneminden itibaren) sadrazamlar padişahın yüzük şeklindeki tuğralı altın mührünü taşırlardı. Vezir-i azamların diğer vezirlerden farkları “mühr-i hümâyun” denilen bu mühür ile olup hükümdarlık salâhiyetinin icrasına ve padişahın kendisini vekil ettiğine dâir bir delil olduğu için onlar bu mührü örülmüş bir kese içinde koyunlarında taşırlardı. Vezir-i azamın görevden alınması veya ölümü halinde “mühr-i hümâyun” ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i azam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi suretiyle verilirdi.ndan sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti. Ayrıca bütün işlerde birinci merci vezir-i azamdı.

Osmanlı Devleti’nde XVIII. asrın ilk yarılarına kadar yalnız devlet merkezinde bulunup divan-ı hümayuna katılmakla görevli (bugünkü devlet bakanları konumunda) “kubbealtı veziri” veya “kubbenişin” denilen vezirler vardı. Bunların sayıları (en fazla 7) pek fazla değildi. Kubbealtı vezirleri divanda kıdem sırasına göre otururlardı.

Fâtih Sultan Mehmet’ten itibaren hükümdarlar Divân-ı Hümâyun toplantılarına katılmayı terk edip divan başkanlığını sadrazama bıraktıktan ve XVI. asrın ikinci yarısında bu toplantılar haftada dört güne düşürüldükten sonra hükümdarlar kafesli bir pencerenin ardından divanı izler; arz odasında sadrazamın verdiği bilgi ve açıklamaları dinleyerek görüşmelerden haberdar olurdu.
Nişancı: Tapu Kadastro kayıtlarını tutardı. Emrindeki kalemlerle yazışmaları düzenlerdi. (Günümüzdeki İç İşleri Bakanına benzetebiliriz.)

Osmanlı devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan “Nişancı” ferman berat mensûr nâme mektup ahidnâme (sözleşme) hüküm gibi devletin resmî evrakının baş tarafına padişahın imzası demek olan nişanı koyardı. Bu görevliye nişancı muvakkî tevkiî ve tuğraî gibi isimler de verilirdi. Nişancı ayrıca yardımcıları vasıtasıyla Divanda yapılan görüşmelerin kayıtlarını tutarak Mühimme Defteri’ne (Divan Defteri) kaydetmek Ferman berat gibi belgeleri hazırlamak Sadrazam ve padişah arasındaki ve dış ülkelerle olan yazışmaları hazırlamak Tapu kayıt defterlerini tutmak gibi görevleri de üstlenmişti. Osmanlı devlet teşkilâtında XVIII. yy. başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı.

Bunun için Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilâtı içinde önemli bir yeri bulunan divanın azalarından biri de “Nişancı” adını taşıyan görevli idi. Divan-ı Hümayun çalışmalarının hazırlanması ve yürütülmesi ile ilgili çok önemli bir görevi yerine getiren nişancı bizzat padişah tarafından atanırdı. Önemli hizmeti bulunmasına rağmen nişancılığın Osmanlılar’da hangi tarihlerde kurulduğu kesin olarak tespit edilebilmiş değildir. Bununla beraber bazı araştırıcılar bu kuruluşu Osmanlı Devleti’nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi dönemine kadar çıkarırlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tuğra bulunmaktadır. Kısaca nişancılığın Fatih’ten önce mevcut olduğu fakat Fatih zamanında tam anlamıyla geliştiği bilinmektedir.

Divan-ı Hümâyunda vezir-i azamın sağında ve vezirlerin alt tarafında oturan nişancı önemli bir hizmeti yerine getiriyordu. Nişancılar görevleri icabı bazı özellikleri taşıyan kimseler arasından seçiliyorlardı. Nişancı olacak kimselerin inşa(güzel yazı yazma) konusunda maharetli olmaları gerekirdi. Görevleri icabı olarak inşa konusunda maharetli olmaları devlet kanunlarını iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasında bağ kurup onları telif etme kabiliyetine sahip bulunmaları gereken nişancıların ilmiye sınıfına dahil ve sahn-ı semân (üniversite) müderrislerinden (hocalarından) seçilmesi kanundu.

Nişancılar XVI. asrın başlarından itibaren Divân-ı Hümâyunun kalem heyeti arasında bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü’l-küttâblardan seçilmeye başlanmıştır. Fâtih döneminde müesseseleşerek kurulduğunu gördüğümüz nişancılık Osmanlı Divân-ı Hümâyunun dört temel rüknünden(gereğinden) birini oluşturuyordu. Fâtih kanunnamesinde de belirtildiği gibi bu dönemde vezirlik kadıaskerlik ve defterdarlıktan sonra en önemli vazife nişancılıktı.

Nişancı Divân-ı Hümâyun üyesi olmasına rağmen vezir rütbesine sahip ve haiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi.

Nişancılık XVI. asrin sonlarından itibaren yavaş yavaş önemini kaybetmeye başladı. XVII. asrın ortalarında nişancılık adeta kuru bir unvan haline geldi. XIX. yüzyılın başlarına kadar ismen de olsa varlıklarını devam ettiren nişancılar eski önemlerini tamamen kaybettiler. Bu sebeple nişancılık 1836 yılında tamamen kaldırılarak vazifeleri “Defter eminine” verilmiştir. Bu tarihten sonra önemli işlere dair fermanların üzerlerine Babıali diğerlerine de defter eminleri tarafından tayin edilen ve tuğranüvis denilen memurlar tarafından tuğra çekilirdi. 1838′de tuğra-nüvislik görevi de kaldırılıp Babıali ile defter eminliği tuğracılığı birleştirildi. Böylece bu hizmetin Babıali’de görülmesi kararlaştırıldı.

Defterdar: Anadolu ve Rumeli defterdarı olmak üzere iki defterdar vardı. Hazine ve malların kayıtları onun tarafından yapılırdı. ( Günümüzdeki Maliye Bakanlığına benzetebiliriz.)
Defter ile dâr kelimelerinin birleşmesiyle oluşan “defterdâr” “defter tutan” demektir. Doğudaki Müslüman devletlerin “müstevfi” dedikleri görevliye Osmanlılar defterdar diyorlardı. Defterdar Divan-ı Hümayun’un aslî üyelerinden birisiydi ve Osmanlı Devleti’nin malî işleriyle ilgilenirdi. Defterdarlık bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı manasını gelir. Osmanlılar XIV. asrın son yarısında ve Sultan I. Murat zamanında maliye teşkilâtının temelini atıp onu tedricen (aşama aşama) geliştirmişlerdir. Buna bakarak Osmanlıların daha kuruluş yıllarından itibaren maliye işleri üzerinde önemle durdukları söylenebilir.

Fâtih Sultan Mehmet tarafından ilan ettirilmiş olan Kanunnâme-i Âl-i Osman ile diğer kanunnamelere göre defterdar padişah malının (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dış hazine ile maliye kayıtlarını ihtiva eden devlet hazinesinin açılıp kapanması defterdarın huzurunda olurdu. Başka bir ifade ile hazinenin açılmasında hazır bulunmak defterdarın vazifeleri arasında bulunuyordu. Divân’ın aslî üyelerinden olan defterdar sadece salı günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber padişahın huzurunda okuyacağı telhis (özet) hakkında daha önce vezir-i azamla görüşür ve onun görüşünü ve onayını alırdı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı.
Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak gerekli yerlere harcamak ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdar Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken daha sonra yeni yeni yerlerin fethedilmesi ve ihtiyaçların çoğalması sebebiyle sayıları artırıldı. Bunlar II. Bayezid dönemine kadar Rumeli’de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdarı veya baş defterdar ile Anadolu’nun malî işlerine bakan Anadolu defterdarı olmak üzere iki kişi idi. Sefer esnasında baş defterdar (Rumeli Defterdarı) ordu ile gittiği zaman Anadolu defterdarı onun yerine vekâleten bakardı.

Defterdarlar kendilerini ilgilendiren malî işlerdeki şikâyetleri Defterdar Kapısı’nda kurulan divanda dinler ve gerek görülürse “tuğralı ahkâm” verirlerdi. Zaten kanunnameye göre kendilerine bu salahiyet verilmiştir. Her defterdar kendi dairesinden çıkan evrakın arkasını imzalardı. On yedinci asrın ortalarından itibaren bütün maliye hükümlerinin (tuğralı ahkâm) arkalarına kuyruklu imza koyma hakkı baş defterdara verildi. Bundan başka baş defterdar divan kararı ile mali tayinlere ait kuyruklu imzası ile “buyruldu” yazmakla birlikte bunun üst kenarı sadrazamın buyrultusuyla tasdik olunurdu. Defterdar sadrazama müstakil olarak yazdığı veya havale edilmiş bir muameleli kağıt üzerine cevap verdiği zaman kuyruklu imza koymaz topluca bir imza koyardı.
Baş defterdar rütbe ve itibarda “nişancı” gibidir. Padişahın malının vekili odur. Vezir-i azam ise onun denetleyicisidir. Maliyeye ait davaları dinler. Maliye tarafından hüküm verirdi. Kanunnamede belirtildiği üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdarların vazifeleri sadece devlet hazinesini zenginleştirmek değildir. Onlar devlet hazinesine haram malın girmesine engel olmak zorunda oldukları gibi yetim malı dahi sokmayacaklardır.

İcraat ve tahsilatta defterdarın icra memuru olarak emri altında farklı vazifeleri bulunan beş görevli bulunurdu. Bunlardan ilki başbakıkulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdarlıkta bunun bir dairesi olup emri altında bakıkulu ismiyle altmış kadar mübaşir vardır. Bunlar hazineye borcu olup vermeyenleri hapis ve sıkıştırma ile tahsilat yaparlardı. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar başbakıkulu hapishanesinde tutuklanırlardı.

İkinci icra memuru cizye başbakıkuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanları takip eder. İltizama verilen cizyelerin mültezimlerinden henüz borcunu ödememiş veya yatırmamış olanları takip ederdi. Defterdarın üçüncü icra memuru tahsilat ve ödemelere ilgilenen veznedar başıdır. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardı. Baş defterdarın icra memurlarından dördüncüsü sergi nâzırı beşincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine ile ilgili işlerin defterini tutuyorlardı.
Defterdar tabiri 1838 senesinde ilân edilen Hatt-ı Hümâyun gereğince terk edilerek yerine “Mâliye Nezâreti” tabiri kullanılmıştır.

Kazasker (Kadıasker): Divandaki davalara bakardı. Kadı ve müderrisleri atardı. Şeyhülislam divana direkt üye olmadığından İlmiye sınıfından olması sebebiyle divanda ilmiye sınıfının temsilcisiydi. Osmanlı Devleti’nde askerî ve hukukî işlerden sorumlu olan (bugünkü adalet bakanlığı gibi) kadıaskerlik teşkilâtı gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmişe sahiptir. Hz. Ömer tarafından ordugâh şehirlerine tayin edilen kadılar sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet taşıyorlardı. Bu sebeple kadıaskerliğin Hz. Ömer tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Abbasîlerde de görülen bu mansıb (makam rütbe) Harzemşahlarda Anadolu Selçukluları’ nda Eyyubilerde Memlûklülerde ve hatta Karamanlılarda da vardı.

Kadıaskerlik Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli bir mevki idi. Kadıasker terkibindeki “asker” kelimesi müessesenin özelliği açısından önem taşır. Zira Şeyhülislâmlıktan takriben bir asır kadar önce (80 sene) kurulmuş olan müessesenin kuruluşunda devletin asker ve onların ihtiyaçlarını karşılamada titizlikle hareket ettiğini göstermektedir. Bununla beraber Divân-ı Hümâyun azası olan kadıaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil ve adlî işlere de bakıyorlardı. Onlar belli seviyedeki bazı kadı ve nâiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan toplantılarında vezir-i âzamın sağında vezirler solunda da kadıaskerler yer alırdı.

Fâtih Sultan Mehmet’in son senelerine kadar yalnız bir kadıaskerlik vardı. Hudutların genişlemesi ve işlerin çoğalması yüzünden 1481 yılında biri Rumeli diğeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı ve Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etti.

Protokole göre daha üstün addedilen Rumeli kadıaskerleri ile daha aşağı bir mevkide bulunan Anadolu kadıaskerinin vazifeleri kanunnamelerle belirlenmişti. Buna göre Anadolu’da bulunan müderris ve kadıların tayini Anadolu kadıaskerinin Rumeli’de bulunan müderris ve kadıların tayini de Rumeli kadıaskeri tarafından yapılmaktaydı. Görüldüğü gibi müessesenin görevleri eğitim ve yargı teşkilatının idaresi ordu ve askerî zümrenin gerek barış gerekse savaş sırasında hukuki ihtilaflarının (ayrılık) giderilmesi ve davalarının görülmesi şeklinde iki ana grupta toplanabilir.

Divân’daki davaları dinleyen kadıaskerler Salı ve Çarşamba hariç olmak üzere her gün kendi konaklarında divân kurup kendilerini ilgilendiren şer’î ve hukukî işlere bakarlardı. Kadıaskerlerden her birinin tezkireci ruznamçeci matlabçi tatbikçi mektupçu ve kethüda olmak üzere yardımcıları bulunurdu. Ayrıca her birinin davalı ve davacıyı divâna getiren yirmişer yardımcısı bulunmaktaydı.

Padişah sefere çıktığı zaman kadıaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padişah sefere gitmediği takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda şer’î muameleleri görmek üzere onların yerine “ordu kadısı” tayin edilip gönderilirdi. Aynı şekilde padişahlar Edirne’ye gittikleri zaman onlar da padişahla birlikte gider ve akdedilen divân oturumlarına iştirak ederlerdi. Bu müessese Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiş Osmanlı hükümeti ile birlikte o da tarihe mâl olmuştur.

Şeyhülislam: Şeyhülislam Divân-ı Hümâyun üyesi değildi; ancak kendisinden bilgi alınmak üzere divana çağrılabilirdi. Dini konularda yüksek yetkilere sahip olan kişiydi. Bir işin dine uygun olup olmadığını belirleyen fetvayı verirdi. Örneğin Osmanlı ordusu için savaştan önce Fetva çıkarırdı. (Günümüzdeki Diyanet İşlerine benzetebiliriz.) Divana direkt katılmaz, çağrılırsa giderdi.

Kaptan-ı Derya; Denizcilikte atamaları yapardı, hüküm yazma ve tuğra çekme yetkisi vardı. Derya kalemine bağlı tımarların dağıtımını yapardı. (Günümüzde amirale benzetebiliriz.) Vezirse ve İstanbul da ise divana katılabilirdi. Osmanlı Devleti’nde bahriye(deniz Kuvvetleri) teşkilatının en büyük amiri ve donanmanın başkumandanıdır. Denizciliğin gelişmesi ile vezirlik verilen kaptan-ı derya Divan-ı Hümayun üyesi olarak merkezde bulunduğu zamanlarda divan toplantılarına katılmıştır. Divan-ı Hümayun’da kendisine havale olunan bahriye teşkilatı ile ilgili meselelerle ilgilenirdi. Bahriye teşkilatındaki tayinler kaptan-ı derya tarafından yapılırdı. Önemli işleri vezir-i âzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye yetkisi vardı.

Yeniçeri Ağası; İstanbul’un güvenliğinden sorumluydu. Yeniçerilere emir verirdi. Divan toplantılarına katılabilme yetkisi vardı. (Günümüzde İstanbul Genel Müdürlüğüne benzetebiliriz.) Vezirse ve İstanbul da ise divana katılabilirdi. Yeniçeri ağası yeniçeri ocağı ve acemi ocaklarından sorumlu tek kişidir. Yine divanda görevli olan rikâb-ı hümayun ve özengi ağaları denen ağaların reisidir. Böylece Divan-ı Hümayun toplantılarının teşrifatında çok önemli bir rolleri vardır. Yeniçeri ağası vezirlik rütbesi olursa Divan-ı Hümayun üyesi olarak toplantılara katılabilmekteydi. Yeniçeri ağasının arza çıkma yetkisi vardı. Eğer vezirlik rütbesi varsa divan üyeleri arasında arza iki kez çıkma imkanına sahip tek kişi oluyordu. Divan toplantılarında ocağa ait işlerle ve İstanbul’un asayişi ile ilgili konularla ilgilenirdi.

Rumeli Beylerbeyi: Osmanlı Fetih sahası olan Rumeli’nin en yüksek rütbeli komutanıydı. Bu nedenle vezirse ve İstanbul da ise divana katılabilirdi.Beylerbeyi hem askeri hem de idarî amir olarak bulunduğu eyalette padişahın temsilcisidir. İlk beylerbeylik Orhan Bey zamanında ortaya çıkmış Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi olarak ikiye ayrılışının Çelebi Mehmet zamanında gerçekleştiği tahmin edilmekle beraber kesin tarihi bilinmemektedir . Rumeli Beylerbeyi daha kıdemlidir. Rütbeleri yükselince kubbealtı vezirliğine atanıyorlar ve Divan-ı Hümayun’un üyesi oluyorlardı. 1536 tarihinden itibaren vezirlik rütbesi olan Rumeli Beylerbeyi Divan-ı Hümayun üyesi olarak merkezde bulunduğu zamanlarda divan toplantılarına katılmıştır. Bu tarihten önce Rumeli Beylerbeyi Divan-ı Hümayun üyesi değildi .Divan-ı Hümayun’un başlıca üyelerine ilaveten,

Divan-ı Hümayun Tercümanları: İslam’dan kaynaklanan Osmanlı geleneğinde Avrupa dillerini öğrenmek söz konusu bile değildi. Çünkü İslam devletleri ile Hristiyan devletleri eşit sayılmazlar, Avrupa ülkeleri “Dar ül-cihad” veya “Diyar-ı küfr” olarak nitelendirilir, hatta bir Müslüman’ın buralarda uzun süre oturması bile hoş karşılanmazdı. Ayrıca üstünlük duygusuyla padişahlar ve sadrazamlar yabancı elçileri küçümserlerdi. Osmanlılarla Batılılar arasındaki ilişkiyi Divan-ı Hümayun Tercümanları sağlardı.
Son düzenleyen Baturalp; 3 Kasım 2016 00:19 Sebep: başlık ve sayfa düzeni