Arama

Kültür ve Uygarlık - Tek Mesaj #3

CeLebRindaL - avatarı
CeLebRindaL
VIP why did you go why
10 Ocak 2012       Mesaj #3
CeLebRindaL - avatarı
VIP why did you go why
UYGARLIK

Sözcük anlamıyla uygarlık (medeniyet), “bir ulusun, bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, maddi ve manevi varlıkların tümü.” olarak ifade edilmektedir.

Günlük konuşmalarda çoğu kez kültür ve uygarlık sözcüklerinin bir arada ya da eşanlamlı olarak kullanıldığı görülmektedir. Kültür kavramı sonradan doğmuş olduğuna göre XIX. Yüzyıla gelinceye kadar kültürü de kapsayacak biçimde geçerli olan sözcük ya da terim doğal olarak uygarlık idi.

Bilindiği gibi uygarlık anlamında Batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük civilisatıon, doğu İslam dünyasında ise medeniyettir.

Yunan Mitolojisinde Prometheus, tanrılara karşı bir silah olarak kullansınlar diye ateşi insanlara armağan etmişti. İnsanlar da bu tanrısal gücü, Prometheus’un öcünü almada, yani insanı köle durumuna düşüren bağlardan kurtarmada, aklın ışığıyla doğayı yenmede, yeniyi, sonsuz yeniyi aramada kullandılar, kullanıyorlar da. Bu bağlamda, her yaratıcı insan bir ateş yakıcıdır. Konfüçyüs, İsa, Solon, Muhammet, Copernicus, Newton, Ganhi, Darwin, Einstein, Freud, Marx birer ateş yakıcıdır örneğin.

Her ateş yakıcı, kendinden sonraki yaratıcı atılımları için bir başlangıç noktası ve atlama tahtası olmuştur. İsa Platondan, Rönesans düşünürleri ise Eski Yunan’dan, Roma’dan ve İslamiyet’ten “ateş” almışlardır. Uygarlık, dünya yuvarlağının şurasında, burasında, zaman zaman yakılan ateşlerin, her türlü sınırlar ötesinde, birbirine eklenen alevleriyle beslenip gelişmiş ve gelişmektedir. Ancak, hiçbir ateş başlı başına yüzyılların sınavına dayanamamış, er geç sönüp geçmiştir. Göçüp giden nice uygarlıklar ve dinler bunun tanığı olmuşlardır. Her sönen ateşin ilerisinde ve ufkunda başka ateşler yanıp insanlığa yeni gelişme olanakları, yeni mutluluk yolları getirmeseydi, dünyamız birbirine sadece içgüdülerini, biyolojik özelliklerini geçiren hayvanlardan farksız güdük bir insan soyunun korkunç kalabalığıyla taşardı çoktan.

Uygarlık denilince, birbirinden iki farklı kavram anlaşılır: Bir anlamıyla uygarlık, barbarlığın karşıtı olan durumu anlatmakta olup, bu anlamda “uygar toplum” denilince, “gelişme yolunda hayli ilerlemiş, ideal ölçülere hayli yaklaşmış bir topluluk” anlaşılmaktadır.

Bir başka anlamıyla ise uygarlık, “bir toplumu başka toplumlardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan, yaşam biçimlerinin, kullanılan alet ve teknolojinin, çalışma biçim ve yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal faaliyetlerin, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimlerinin bütünüdür.””

Uygarlık; antropolojik olarak ele alındığında, “Bir toplumun ya da toplumların birikimli kültürü” olarak ifade edilebilir. Buradan da görüleceği üzere uygarlık; yaşamı, adeta hiçbir unsurunu dışarıda bırakmamacasına tamamen örten bir kavram, bir yaşam özelliğidir.

Her toplum kendi doğal uygarlığını yaşadığına göre; uygarlıkları birbirleri ile mukayese etmek ve hangisinin daha üstün olduğuna karar vermek, bir botanik araştırmacısının incelediği bitki türlerini güzel, çirkin diye ayırması kadar anlamsızdır.

Uygarlık, bir toplumun kendi mayasını, benlik ve kimliğini kaybetmeden, diğer ulusların da mayalarını öğrenmek, anlamak ve kullanmak uğraşıdır. Bir toplum, dünyada tek başına yaşayamaz. Diğer toplumlarla alış-veriş yapmak zorundadır. Bu alış-veriş, yalnız ticari ve sınai alanda da kalamaz. Toplumlar dünyada bağımsız yaşayabilmek için, ticaret yarışına olduğu kadar, uygarlık yarışına da katılmak zorundadırlar. Dünya topluluğu içinde, bir toplumun mayasını kaybetmeden ve özerk olarak yaşayabilmesi de, diğer toplumların "maya"larını öğrenmeyi ve bilmeyi gerektirir.

Uygarlık, dünya toplumlarının genel malıdır. Uygarlık, mayaları değişik insan toplumlarının uzun süre içinde edindikleri evrensel bilgilerinin düzenli yoldan ilerletilmesi, inceltilmesi, ve paylaşılmasıdır. İnsan beyni, gövdenin adaleleri gibi olup, belirli bir eğitimden geçmezler ise, gelişemezler. Japon örneği, benliğini kaybetmeden bir toplumun çağdaş uygarlığa yalnız ayak uydurması değil, önderlerinden biri olabilmesinin örneğini vermiş ve yolunu göstermiştir. İngilizler, çiçek hastalığına karşı aşıyı Türk’lerden 18'nci Yüzyılda öğrenerek, geliştirmiş ve bütün dünya uygarlığının malı haline getirmişlerdir. Bunun gibi, domates, hindi patates, mısır gibi yiyecek maddeleri (ve tütün), Kuzey Amerika kıtasından 1491 yılı sonrası bütün dünyaya yayılmıştır. Diğer toplumların mayalarını öğrenmek yolu ile, bir toplum uluslararası ortamda sağlıklı yaşama ve yücelme yarışına katılabilir. ABD toplumu, yoğurt mayasını ve yoğurdu günümüzden ortalama yirmi yıl önce (ticari tanıtma yolu ile) öğrenip, severek gündelik gıda maddeleri arasına katmıştır. Bu yoldan da, ABD toplumu sağlıklı ve besleyici bir yiyecek maddesine kavuşmuştur. Ancak, bu durum, ABD toplumunu Türk'e çevirmemiştir. Japonya, elektronik bilimini ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ve ABD'den öğrenerek, bu sanayi dalında dünya önderi olmuştur. Ama, kendi mayasını, benliğini kaybetmemiş, dünya uygarlığına adım uydurmakla, Japon toplumu Amerikalı ya da Avrupalı olmamıştır.[1]

Uygarlığı yapan nelerdir?

Uygarlıklar ne denli çok olursa olsun, her insan topluluğu da uygarlığa yol açmaz. Bir topluluğun uygarlık aşamasına vardığını söyleyebilmek için, kendinde bazı koşul ve nitelikleri toplamış olması gerekir. Nedir o koşullar ve nitelikler?

Her uygarlık, belli bir iktisadi yapının biçimlendirdiği bir değerler sistemidir. Bu uygarlığa, kendine özgü bir nitelik kazandıran en önemli etmen “iktisadi yapı” dır. İktisadi yapı, insanların “doğa” ile mücadelesini ve o mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkileri içine alır. İşte insanların üretim faaliyetlerinde kullandıkları maddesel araçlar ve teknik, bu üretim faaliyetinin doğurduğu ilişkiler, giderek bütün bunları kapsayan”üretim biçimi”, uygarlıkların tanımında önemli rol oynamakta ve giderek uygarlıkların “temel yapısını” oluşturmaktadır.

Ne var ki, bir uygarlığı oluşturan yalnızca bu olmayıp, aynı zamanda temel yapının üzerine kurulan,-bir yerde onun biçimlendirdiği, onu yansıtan-bir “değerler sistemi”dir. Bu sistem de, siyasal ve hukuksal kurumlar, din, ahlak, felsefe, edebiyat, sanat, özetle bir “kültür”ü oluşturan bütün öğeleri içermektedir.

Bunun yanı sıra din, tek başına bir uygarlık yaratamaz ama, uygarlıklarda önemli rollerden birini oynadığı da gerçektir. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges antik toplumu din ile açıklamaya kalkmıştır. “İsrail’in eski tarihi, kutsal bir tarihtir” derken, dinin o uygarlıkta gerçekten oynadığı büyük rolü belirtmek istemiştir aslında. Modern çağda, Batı’da, ağırlığı gitgide artan bir “laikleşme” olayı o uygarlığın niteliklerinden biri olagelmiştir. Ama her şeye karşın, bu gün bile, örneğin İtalya’da Katolikliğin, İngiltere’de, ABD.’ de ise Protestanlığın etkisi göz önüne alınmadan, o toplumların bazı olayları açıklamasız kalır.

Müslümanlığın yaygın olduğu ülkelerde, uygarlık, hemen bütünüyle, aslında bir dinin, İslamlığın damgasını taşımıyor mu? Bu ülkelerde uygarlık, bu gün de bir İslam uygarlığıdır.

Uygarlığı oluşturan diğer önemli etmen de, düşünce, sanat yaşam ve faaliyetleridir. Bu düşünce, sanat yaşam ve faaliyetlerinin biçimi ve içeriği, uygarlıkları bir birinden ayırmada çok kez en başta gelen ölçülerden biri olmaktadır.

Uygarlıklar arası etkiler ve uygarlıkların evrimi:

Uygarlık (medeniyet), evrensel kültürün temel kaynağı olup, insanlığın çağdaş ölçüsünü temsil eder ve alt kültürler tarafından erişilmesi gereken bir hedefi de belirler.

Hiç bir uygarlık homojen (türdeş) değildir. Bir uygarlık, başka uygarlık ya da uygarlıklarla mutlaka ilişki içindedir. Böyle bir ilişki doğar doğmaz da, o uygarlık değişmeye başlar. İnsanlık tarihi, uygarlıklar arasındaki bu tür ilişkiler ve onların sonucu ortaya çıkan değişikliklerin tarihidir bir yerde.

İlk Çağda Asurlular, Babil uygarlığına kondular. Roma uygarlığı da aslında Yunan uygarlığının bir yetiştirmesidir. Haçlı seferlerinde de karşılaşan yalnızca ordular değil, aynı zamanda iki ayrı uygarlığın, İslam Uygarlığı ile Hıristiyan Uygarlığının bir birlerini etkilemesi ve etkileşim söz konusu idi. Ve bu karşılaşmanın Batı Uygarlığının doğuşundaki payını kim yadsıyabilir ki?

Her canlı varlık gibi, uygarlıklar da ölmektedir. İbni Haldun ve Vico Spengler, kültürlerin organizmalar gibi doğup, büyüyüp geliştiklerini ve sonunda öldüklerini belirtirler. Doğma, büyüme, gelişme ve ölüm, tüm kültürlerin zorunlu olarak geçirdikleri aşamalardır, ortak yazgılarıdır ve hiçbir kültür bu döngüsellikten kurtulamaz. Kültürler farklı olabilirler; hattâ onları belli tipler altında gruplandırmak da olanaklıdır (Spengler'de 8, Toynbee'de 24 kültür tipi sıralanır); ama her biri kendi içlerinde yukarıdaki aşamaları yaşarlar ve son aşama olarak ölürler. Tarihin karanlık sayfalarında böyle göçüp gitmiş nice uygarlıkları hatırlayalım. Büyük Fransız şairi ve yazarı Paul Valery, uygarlıkların ölümlü olduğu gerçeğini 1.Dünya Savaş’ının sonunda söylediği şu özlü sözlerle bir kez daha dile getirir: “Biz uygarlıklar, artık ölümlü olduğumuzu biliyoruz.” Ama nasıl bir ölümdür bu? Yüzyıllar ve binyıllar süresince, çeşitli uygarlıkların, kireçli topraklardaki kaynaklar gibi uzun süre kaybolduktan sonra–bir ölçüde- yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin tarihçiler, “Kelt uygarlığı”nın hâlâ yaşayan kalıntılarına rastlıyorlar.

Siyasal kopuşlar, büyük felaketler ve kesiklikler ötesinde, uygarlıklar, zamanda ve mekânda,-bir yığın etki ve tepki ile-varlıklarını sürdürürler: Örneğin, Batı Avrupa’da, Rönesans adı verilen “uyanış”, uzun süre ölmüş bilinen bir uygarlığın, Yunan ve Roma uygarlıklarının tekrar ortaya çıkışından başka bir şey değildir. Gerçi 15.ve 16.yüzyıllarda bir Yunan ve Roma uygarlığından söz edilemez: O yüzyıllarda Avrupa’daki uygarlık bir İtalyan uygarlığıdır, bir Fransız, bir İngiliz, bir İspanyol ... uygarlığıdır. Ama yine de antik kaynaklardan beslenmektedir bütün bunlar. Bunun gibi, yeraltı gömütleri zamanındaki Hıristiyanlığın, bir 18.yüzyıl Hıristiyanlığıyla, ya da bu günkü Hıristiyanlıkla benzeşmediğini de söyleyebiliriz.

Çağdaş İngiliz tarihçisi ve kültüroloğu Arnold Toynbee (1889-1975), “Uygarlıktan ne anlıyoruz?” sorusunu; “Uygarlıktan insan toplumlarının, Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint Uygarlığı diye sınıflandırılmasını anlıyoruz. Bu isimler aklımıza din, mimari, üslup ve gelenek açısından farklı şeyler çağrıştırmaktadır” diyerek cevaplamaktadır. Toynbee, tarihte devletlerden çok, uygarlığı esas almıştır. İnsanlık tarihindeki ilk uygarlık olan Sümerler’den bu yana yeryüzünde yirmi bir uygarlık ortaya çıkmıştır. Bunlardan sadece beşi günümüzde varlıklarını sürdürmektedir.

Toynbee, “Tarihin İrdelenmesi” adlı başyapıtında, uygarlıkların gelişme ve başarısında, ırk ya da coğrafi koşulların rol oynamadığı görüşünü savunur. Uygarlığı yaratan büyük ırklar değildir, insanları yaratan büyük uygarlıklardır.

Toynbee; “uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği cevap, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer. Bu süreç içinde çevre koşulları zorlaştıkça, toplumun önüne çıkan sorunlar büyüyüp, onları alt etmek için verilen mücadele yoğunlaştıkça, toplum daha başarılı ve sağlıklı bir uygarlık kurar. Bunun en iyi örneği Afrika’ da görülür. Uygarlığın, doğanın zengin ve yaşamın kolay olduğu tropikal bölgelerde değil de, Nil deltasındaki bataklık ve ormanlık bölgelere yerleşip, ormanları temizleyip, bataklıkları kurutarak, sulama kanalları açan eski Mısırlılar tarafından kurulmuş olması çarpıcıdır. Bunun gibi, Çin’de de ilk uygarlık verimli topraklarda değil, Sarı Irmak’ın bataklık bölgelerinde ortaya çıkmıştır. Avrupa’da kuzeye doğru iklim koşulları sertleştikçe kurulan uygarlıklar daha sağlıklı olmuştur. Toynbee gözlemlerinde; Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bir dizi beylik arasında, sadece Osmanlılar’ın güçlü bir devlet kurabilmelerini, bu beyliğin Bizans sınırında olmasına ve sürekli mücadele etmek zorunda olmalarına bağlar.

Dış tehlikenin büyüklüğü, iç dinamizmini zamanın koşullarına göre yaratıcı biçimde kanalize etmeyi başaran toplumları sarsmaz, aksine onların güçlenmesine yol açar.

Dış tehlike, hatta askeri yenilgiler bile, devletleri yıkamadığına göre, uygarlıkların yok olmasının temel nedeni içeriden kaynaklanır. İç çelişkilerini çözemeyen, kendilerini yenilemeyen, dinamizmlerini yaratıcı yollara kanalize edemeyen, maddi üretimin temelini oluşturan fikirsel üretim gerçekleşmeyen toplumlar çözülüp, dağılmaktan kurtulamazlar. Örneğin; Bizans’ı Osmanlılar, Osmanlıları da Avrupa yıkmamıştır. Kendi iç çelişkilerini çözemeyen bu toplumlar, zaten can çekişme sürecine girmişlerdi. Aynı biçimde Sovyetler Birliği’nin dağılmasının temel nedeni, batı emperyalizmi ya da ABD ile silahlanma yarışı değil, bu ülkenin çelişkilerini çözememiş olmasıdır.

Çağımızın büyük düşünürlerinden biri olan Levi-Strauss, “ilkel” toplum ile “uygar” toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrımından söz edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, “ilkel insanlar, en az bizim kadar uygardırlar; değişiklik, her iki uygarlıktaki düşüncenin birbirinden farklı semboller sistemiyle dile getirilmesinedir.” Montaigne’nin dediği gibi “Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz.”
O Kadar Kalabalik ki Yalnizligim..