İSTANBUL HATIRASI
Yazar: Ahmet ÜMİT
Sevgili arkadaşım Ali Taygun'un değerli anısına...
"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul..."
Yahya Kemal
Byzantion Kral Byzas'ın Efsanevi Kenti
Tanrı, Kral'a bakıyordu. Kutsanma töreniydi: Şükran günü, bedel anı, saygı zamanı. Tanrı kutsal bir armağan olarak sunmuştu bir kartal başı gibi
denize uzanan bu güzel ülkeyi onlara. Hemen söze başlamalıydı. Daha fazla beklemek olmazdı.
"Ey Poseidon," diye gürledi, itaatkar bir sesle. "Ey denizlerin, yer sarsıntılarının, atların tanrısı. Ey Kronos ile Rheia'nın oğlu, ey Zeus'un ve Hades'in
kardeşi. Ey ölümsüzlerin en güçlüsü. Ey en güçlülerin ölümsüzü. Sana binlerce şükür. Sana binlerce saygı. Sana binlerce sevgi.
Sen ki bizi kendi çocukların gibi sevdin, sen ki bize acıdın, bize şefkat gösterdin, bizi savundun. Biz de sana şükranlarımızı, bu boğayı kurban ederek
sunmak istiyoruz. Lütfen adağımızı kabul et. Lütfen bugüne kadar yaptığın gibi bundan sonra da bize acı, bizi koru, bizi gözet.
Lütfen öteki tanrıların da bize acımasını sağla. Çünkü sen bizi en çok sevensin. Çünkü sen güçlüsün. Çünkü sen adilsin..."
Tanrı sanki bu sözleri duymamış gibi ateş saçan gözlerle bakmayı sürdürüyordu bu genç ülkenin genç kralı Byzas'a. Kral hiç üzülmedi Tanrı'nın bu kayıtsız
tavrına. Saygısını zerrece yitirmeden diz çöktü, boyun eğdi, selam verdi. Sonra usulca doğruldu, hedefinden emin bir savaşçı gibi, dört askerin güçlükle zapt
ettiği siyah boğaya yöneldi. Boğa kendisine doğru yürüyen Kral'dan önce kılıcını fark etti.Askerleri de sürükleyerek bu cendereden çıkmaya çabaladı.
Ama dört savaşçı izin vermedi ona, sımsıkı sarıldılar güçlü hayvanı tutan iplere.Tanrı, Kral Byzas'a bakıyordu. Byzas, usulca boğaya yaklaştı.
Kral'ın kokusunu alan boğa daha çok sinirlendi, öfkeyle burnundan solumaya başladı.
Kral, keskin, enli kılıcının kabzasını yeniden sıkı sıkıya kavradı. Boğaya doğru bir adım attı. Elindeki kılıcı, alttan boğanın gırtlağına çaldı.
Kan, kâhinin tuttuğu çanağa fışkırırken boğa birden acıyla irkildi, bütün gücüyle ileri atılmak istedi. Eğer boş bulunsalar dört askeri de peşi sıra
sürükleyip kanını etrafa saçarak takati tükenene kadar kaçacaktı ama kaslı kollar yine izin vermedi. Hayvan kısa sürede gücünü yitirdi, önce titreyen
dizlerinin üzerine çöktü, sonra gürültüyle sağ yanına yıkıldı.
Tanrı, Kral'a bakıyordu. Kral artık umursamıyordu Tanrı'yı; üzerine sıçrayan kanın etkisi mi, kadim bir güdü mü bilinmez, bakışları az önce öldürdüğü boğaya
takılı kalmıştı. Boğanın gözleri artık öfkeli değildi, sadece şaşkındı, bir parça da mahzun. Kral pişman değildi yaptığına, görevini yerine getirmiş birinin
huzuru vardı yüreğinde ama nedense, o da bakışlarını kurbanının donuklaşan siyah gözlerinden bir türlü alamıyordu.
"Adamı Atatürk'e kurban mı ettiler diyorsun?"
Kurbanın siyah gözleri, Atatürk'e takılıp kalmıştı. Elli yaşlarında gösteriyordu; kolları yukarı uzatılmış, avuç içleri birbirine bakacak şekilde,
elleri naylon iple bileklerinden bağlanmıştı, iki yana açılmış ayakları deniz yönüne çevriliydi.
İnce, kırçıl bir sakalın süslediği çenesi göğsüne düşmese, muhtemelen adamın ölümüne neden olan boğazındaki derin kesiği rahatlıkla görebilecektim.
Bu tür manzaralarla defalarca karşılaşmış olmama rağmen, daha sabahın ilk saatleri olduğundan mı, yoksa artık yaşlanmaya başladığımdan mı bilinmez, nedense,
cesede bakmak canımı sıktı. Rengi giderek açılan denize döndüm.İki çilekeş şehir hatları vapuru, denizin iki ağır işçisi, usulca kıpırdanan maviliğin üzerinde
köpükten şeritler bırakarak hemen önümden geçtiler. İnce bir esinti vardı Sarayburnu'nda. Süt mavisi bir aydınlık. Ortalık mis gibi deniz kokuyordu.
Arkamızda, asfalt bir yolla ayrılan sarayın eteklerindeki ağaçlar çiçeğe durmuştu çoktan. Eski güzel günleri anımsar gibi oldum, çocukluğumun İstanbul'unu.
"Bu bir rastlantı mı?"
Ses küçük meydanda hafifçe yankılandı, denizin kıpırtıları arasında yitip gitti. Sesin sahibi bizim delişmen Ali'ydi, gözlerini Atatürk'ün tunçtan heykeline
dikmişti. Soruyu kime sorduğu belli değildi, Zeynep benden önce davrandı.
"Neymiş o rastlantı olan?"
Önemli bir ayrıntıyı mı kaçırdım endişesi vardı güzel yüzünde. Ali, elindeki cızırdayan telsizle Atatürk anıtını gösterdi.
"Kurbanın, diyorum, böyle heykelin önüne bırakılması." Soru dolu gözlerini bana çevirdi. "Ne diyorsunuz Başkomserim, bu bir rastlantı mı?"
Yanıtı bilmiyordum, heykele yaklaştım. Sivil giysiler için¬deki Mustafa Kemal, elleri belinde, gözleri mavi sularda, derin düşüncelere dalıp gitmişti.
Benden ses çıkmayınca, "Ne yani," diye sürdürdü tartışmayı Zeynep. "Adamı Atatürk'e kurban mı ettiler diyorsun?"
"Olamaz mı?" Sıradan bir olaydan bahsediyor gibi sakin çıkmıştı Ali'nin sesi. "Ne manyaklar var bu memlekette..."
*****
"Hem sanılmasın ki Fatih Sultan Mehmed Han artık uzaklardadır. Hayır, o hiç terk etmedi bizi. Onun mübarek ruhu, bu ibadethanede her zaman bizimle
birliktedir." Sesinin inançla titrediğini fark ettim. Gözleri nemlenmiş, heyecandan alt dudağı hafifçe sağa çekmeye başlamıştı. "O büyük insanın gül kokulu
nefesi hep ensemizde, gölgesi üzerimizdedir. Sabah namazında minareden ezan okuyan birçok müezzin arkadaşımız, onun selviler arasından yükselen siluetini
görmüşlerdir kaç defa..."Yüzümdeki ifadeyi gizleyememiş olacağım ki, "inanmıyorsunuz, değil mi?" diye yazıklandı. "Size kızmıyorum, bizzat gözlerimle
görmeseydim, ben de inanmazdım. Evet, gözlerimle gördüm... Tıpkı şu anda sizi gördüğüm gibi. iki sene önce bir ramazan günü, o muhteşem sultan, kendi
suretiyle belirdi gözlerimin önünde."
Yalan söylemiyordu, içten görünüyordu. Belki de bir halüsinasyon görmüştü de gerçek sanıyordu. Ne olursa olsun, kendisini ilgiyle dinlememi sağlayacak kadar
etkilemişti beni. Adamın bir adım gerisinde duran Zeynep'e baktım, onun da güzel yüzünde bir merak esintisi vardı. Sözlerinin üzerimizde yaptığı etkiyi fark
edince, az önce yaşadığı yabancılıktan kurtulur gibi oldu, sanki daha bir iştahla anlatmaya koyuldu.
"Sabah namazından önceydi, camide hiç kimse yoktu. Teheccüt namazı için erkenden girmiştim camiye. İbadetimi tamamlayıp, abdest tazelemek için dışarı
çıkacaktım ki, caminin içinde bir ışık gördüm. Işık o kadar güçlüydü ki, gözlerim yanacak sandım. Ama saniyeler geçtikçe alıştım. Ve ışığın ortasında
birinin durduğunu fark ettim. Dikkatli bakınca, bu kişinin Allah'ın sevgili kulu, Fatih Sultan Mehmed Han olduğunu anladım. Minberin hemen önündeydi.
O kartal burun, o ince sakal, o kendinden emin yüz. İpekten bir seccadenin üzerinde diz dökmüştü. Seccade yerden bir metre yüksekte, boşlukta Öylece
duruyordu. Ben de öylece kalakaldım olduğum yerde, sonra bu mübarek ruhu rahatsız etmemek için sessizce çekildim huzurundan. Önce kimselere anlatamadım
gördüklerimi. Sonra o zamanki başimam Sadık Hoca'ya gittim. Bir bir anlattım başıma gelenleri. Ama endişeliydim, beni eleştirecek, uykunu almamışsın,
gözlerin açık rüya görmüşsün diye alay edecek sandım, yapmadı.
'Tam olarak nerede gördün hünkârı,' diyerek heyecanla sürükledi beni caminin içine. Ben de ulu hakanı gördüğüm yeri gösterdim.
'Emin misin?' diye sordu ısrarla. 'Tam minberin önünde gördüğüne emin misin?'
Emindim, yemin bile ettim. İnandı bana.
'Sultanın mezarı o minberin altındadır,' diye fısıldadı kulağıma. 'Demek biz faniler çekilince çıkıp Allah'ına niyaz ediyor.'
Benim bildiğim, ulu hakanın mezarı işte şu dışarıdaki türbedeydi. Türbeyle caminin içindeki minber arasında metrelerce uzaklık vardı.
'Bir yanlışlık olmasın hocam... Türbe dışarıda, minber caminin içinde...' diyecek oldum, bana Ekrem Koçu adındaki bir zatın romanından okuduğu şu hikâyeyi
aklında kaldığı kadarıyla nakletti.
'II. Abdülhamit devrinde bir yıl Fatih semtini seller bas¬mış. Yağmur mu çok yağmış, borular mı patlamış, işte neyse, evler, dükkânlar, camiler, sokaklar
sular altında kalmış. Semt halkından bazı kişiler geceleri rüyalarında Fatih Sultan Mehmed'i görür olmuşlar. Farklı farklı insanların rüyalarına giren
ulu hükümdar, "Boğuluyorum... Beni kurtarın," diye feryat figan ediyormuş. Rüyayı görenler, kahvehanelerde, pazarlarda, sultanın halini anlatmaya başlayınca,
çok sürmemiş, bu konuşulanlar Abdülhamit Han'ın kulağına kadar gitmiş. Abdülhamit Han da gizlice Fatih itfaiye Kumandanı Mehmet Paşa'yı huzuruna çağırıp
ceddinin mezarını kontrol etmesini buyurmuş. Mehmet Paşa emri yerine getirmek için ser verip sır vermeyecek yiğitlerini yanına alıp türbeye girmiş.
Türbedeki sandukayı kaldırıp kabri kazmışlar. Fakat metrelerce derinliğe inmelerine rağmen sultana dair hiçbir kalıntıya rastlayamamışlar. Sonunda
karşılarına demir bir kapak çıkmış. Kapağı kaldırınca taş bir merdiven belirmiş önlerinde. Merdivenin basamaklarından inmişler. Aşağıda kocaman bir mahzen
onları bekliyormuş. Mahzeni görünce burasının daha önce Havariyim Kilisesi olduğunu hatırlamışlar. Konstantin gibi, Jüstinyen gibi imparatorların
mezarlarının burada olduğunu duyduklarından içlerini bir korku kaplamış. Ama Abdülhamit Han'a söz verdikleri için korkularını bastırıp mahzenin altında
bir süre yürümüşler, sonunda büyükçe bir mermer altlık bulmuşlar. Fatih'in tabutu işte bu mermerin üzerinde duruyormuş. Tabutu açınca da Fatih Sultan
Mehmed'in o mübarek bedeninin hiç çürümemiş olduğunu görmüşler.'
Bunları anlattı Sadık Hoca. Bazı insanlar, sultanın, Eyüp El Ensari gibi bedeninin çürümemiş olmasını, Fatih'in mumyalanmasına yorsalar da, bizim
Sadık Hoca'ya göre adamların buldukları padişahın hiç dokunulmamış bedeniydi. Zaten bu nedenle, aceleyle mahzeni, merdiveni ve kabri kapattılar, demişti.
Sultan Abdülhamit de bu meseleyi kimseye açmaması konusunda Fatih itfaiye Kumandanı Mehmet Paşa'yı sıkı sıkıya uyarmış. Ama insanoğlu boşboğazdır,
Mehmet Paşa bir dost meclisinde dayanamamış, masadakilere olayı anlatmış. Olay da böylece yayılmış, tarihi vesikalarda yerini almış. Tabii, kimi inanmış buna
kimi rivayet saymış. Ama işin tuhafı, tabutu bulduk dedikleri yer, tam bizim minberin altına geliyormuş. Sadık Hoca bunu söyleyince, 'Aman hocam, yanılıyor
olmayasın?' dedim emin olmak için. 'Bir efsaneye kapılıp kendimizi kandırmayalım.'
Elini elimin üstüne koydu, gözlerini gözlerime dikti.
'Önceleri az da olsa şüpheliydim,' diye fısıldadı. 'Ama sen, minberin önünde namaz kılarken gördüm, dedin ya, artık tamamen eminim.'
"Selatin, Arapçada sultanın çoğulu anlamına gelir. Selatin camileri de sultanların ve eşlerinin yaptırdıkları camilerdir. Hepsinde en az iki minare vardır.
Selatin camilerinin tamamı külliye şeklindedir, tik selatin cami burasıydı, yani Fatih'in ibadethanesi. Selatin camileri günün her saati açıktır. Çoğunlukla
seferlerde elde edilen ganimetlerle yapılmıştır bu mabetler. Ama Padişah I. Ahmed hiçbir sefere katılmadığı halde Sultanahmet Camii'ni yaptırmakta bir
sakınca görmemiş..."
Osmanlı ibadethaneleri hakkındaki bu ayrıntılar da çok ilginçti ama bizi ilgilendiren, katillerin yeni kurbanlarını hangi camiye bırakacaklarıydı.
"Buradan sonra yaptırılan ilk selatin cami hangisiydi?"
Hemen yanıtladı Cevaz Efendi:
"Beyazıt Camii. Fatih'in oğlu II. Beyazıt'ın yaptırdığı ibadethane... Onun da külliyesi vardır. Yerini biliyorsunuz, değil mi? Beyazıt Meydanı'nda..."
Kurbanın kesik ellerinin gösterdiği yön üzerindeydi Beyazıt Camii... Katillerin kurbanlarını bırakacakları yer orası olabilir miydi? Düşünceye kapıldığımı
gören Cevaz Efendi yanlış anladı.
"Ama bu şehirdeki selatin camilerinin en güzeli hangisi derseniz, elbette Süleymaniye'dir derim."
************
Teşekkür
İstanbul Hatırası’nın yazılma sürecinde Roma, Doğu Roma, Osmanlı sikkeleri ve tarihi konusunda önemli bilgiler sunan Prof. Dr. Oğuz Tekin'e,kriminalistik hakkında değerli fikirleriyle beni aydınlatan Adli Tıp Uzmanı Dr. M. Süalp Bengidal'a, Adana Cinayet Büro Amiri Şehmuz Akdemir'e, Topkapı Sarayı'yla ilgili derin bilgilerini paylaşma cömertliğini gösteren Topkapı Müzesi eski müdiresi Dr. Filiz Çağman'a, Ayasofya Müzesi Müdürü Haluk Dursun'a, Ayasofya Müzesi Müdür Yardımcısı Halil Arça'ya, Arkeolog Defne Tekay'a, Arkeolog Tülay Urun'a, Dr. Meltem Doğan Alparslan'a, cerrahlık konusunda önemli ayrıntılardan haberdar olmamı sağlayan Dr. Hüseyin Meşe'ye, hukuk bilgileriyle önemli katkılarda bulunan sevgili arkadaşlarım Avukat Mehmet Ata Ucum ve Avukat Hatice Uçum'a, Jako papağanları konusunda önemli bilgiler veren Veteriner Hekim Halil Aykan'a, SİT alanlarıyla ilgili konularda açıklayıcı bilgiler sunan Mimar Nazir Korkmaz'a, verdiği dini bilgiler için Hüseyin Erek'e, tasavvuf konusundaki aydınlatıcı fikirleri için Mustafa Alagöz'e, desteğini hep yanımda hissettiğim Doğan Kitap Kurumsal İletişim Müdürü Özlem Yaşarlar'a; İstanbul Hatırası'nın ilk bölümlerini okuyup görüşlerini benimle paylaşan Doğan Kitap'ın değerli editörü Deniz Yüce Başarır'a, Balat semti konusunda önemli bilgiler veren Kadir Turan ile Murat Aksu'ya,
Yunanca isimler hakkında yardımcı olan Anna Maria Aslanoğlu'na; romanlarımın ilk okurları, ilk eleştirmenleri olan sevgili dostlarım Figen Bitirim, Kemal Koçak, Erdinç Çekiç, Erhan Çekiç, Oral Esen, Ayhan Bozkurt, Ali Arda'ya ve eşim Vildan Ümit'le kızım Gül Ümit Gürak'a,damadım Gürkan Gürak'a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bu değerli insanların katkısı olmasaydı bu roman da olmazdı.
****
Yazar:AHMET ÜMİT
Ahmet Ümit, 1960'ta Gaziantep'te doğdu. 1983'te Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü bitirdi.
1985–1986 yıllarında, Moskova'da Sosyal Bilimler Akademisi'nde siyaset eğitimi gördü, ilk kitabı 1989'da yayımlanan Sokağın Zulası adlı şiir kitabıdır.
1992'de ilk öykü kitabı Çıplak Ayaklıydı Gece yayım¬landı. Bunu 1994'te Bir Ses Böler Geceyi, 1999'da Agatha'nın Anahtarı,
2002'de Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı polisiye öykü kitapları izledi. 1995'te hem çocuk¬lara hem de büyüklere yönelik Masal Masal içinde ve 2008'de yayımlanan Olmayan Ülke ile farklı bir tarz denedi. 1996'da yazdığı ilk roman Sis ve Gece, polisiye edebiyatta bir başyapıt olarak değerlendirildi.
Bu romanın ardından 1998'de Kar Kokusu, 2000'de Patasana, 2002'de Kukla yayımlandı. Bu kitapları, Ninatta'nın Bileziği, İnsan Ruhunun Haritası, Aşk Köpekliktir, Beyoğlu Rapsodisi, Kavim, Bab-ı Esrar ve İstanbul Hatırası,sultanı öldürmek adlı kitapları izledi. Ahmet Ümit'in İsmail Gülgeç'le birlikte yayımladığı iki adet de çizgi romanı bulunmaktadır: Başkomiser Nevzat - Çiçekçinin Ölümü, Başkomiser Nevzat - Tapınak Fahişeleri. Davulcu Davut'u Kim öldürdü adlı eseri de Everest Yayınları tarafından çizgi roman olarak yayına hazırlanmaktadır.