“gittin... gelmiş miydin aslında bilmiyorum. ve bu soru ateş bedenim kuru bir dal parçası olsa yakıp kül etse de beni cevapsız kalacak belli ki... gelmeyenler gidemez deseler de gidiyorsun işte...
en çok söylenmemiş sözler yorar insanı ve yorulduğum bir anda yazıyorum bütün bunları...” hayat yorgunu meczup suskunluklarını kustu boş bir kâğıda... boş bir hayata…
“söylenmemişlerin yazılmamış olarak da anılmasını istemediğimdendir suskunluklarımı konuşmamın sebebi... bilmeni istememden kaynaklanan söz bütünüdür bu mektubun şekli...
hiç benim olmayan adını adımla kapladım boş duvarlarımda. boş kâğıtlara gelmeyişlerini ağladım. gelmeden gittiğini varsayıp her gece dualardaydım. terk edemesem de, ayrılığı tattım seni içimden her terk edişimde. gelmelere yasak istasyonumda gönlümde ağırladım seni ve sen gelmeden bırakıp gidiyorum şimdi her şeyi. yolculuğumda ebedi bir ayrılık gözükse de gidişim ebedi bir vuslata. ama hala bekliyorum sonsuzluk kapısının eşiğinde gidişimi. aslında daha gelmemişti gitme vakti ama...”bir anda kalemi kırıldı sanki... sözler kırıldı... vazgeçişlerinin toplamında gördü sonra kendini kendinden alıkoyduğunu... umudun son hamlesi pişmanlık vurdu gözlerini ama her şey için geç diye geçirdi sözlerini düşüncelerin çıkmazından...
söz biter bazen, söylenecek hiçbir söz “söz” olmaz olur. ve son çare susulur. bu yüzden olmalı susmakta buldu içindeki çığlığın dinginliğini. sustuğu yerden kanadı ve kanadığı yerden tekrar yazmaya başladı meczup…
“intiharlarımda seni astım yağlı urganı birçok kez boynuma takıp çıkardığım gecelerimde… ama olmadı her sabah sen yüreğimden sağ çıkmıştın ve ben ölmüştüm her seherde…”
binlerce gecenin tüm sancılarını, pişmanlıklarını ve yalnızlığını zamansızlıkla sarmalayıp ömrünün bir deminde yaşadı. sonbaharın hüznü gözlerinde, burukluğuysa yüreğinde yer edindi kendine şuan… hayallerini sırtlanmış olan gözyaşları öptü yanaklarını ve yüreğindeki hicran gölüne döküldü her biri. hiç gidemediği masal mavisi adasının çaresizce karaya vurmuş olduğunu göğsüne saplanan hüzün fark ettirdi. evet, hicran gölünde yok oluşunu an be an yaşadı… “bitti” diyebildi… en azından öyle sandı.
susulacak sözler yine geldiler ve sustular peşi sıra… konuşacak hiçbir kelime kalmadığından sesiz kaldı gönlündeki cinayet. düşlerindeki çok renkli orkestra şefini kaybetti, sessiz kaldı düşler… son anın habercisiydi son sözler:
“gelirsin diye beklediğim bir seher gelmedin yine. o halde sen gelmeden gidiyorum. beklemeye takatim kalmadı daha fazla…”
suskunlukları isyan ipinden bozma ceplerinden dökülmeye başladı. son kelime çığlık gibi düştü son mısraya… “elveda”
gelmeler ayrılıklarda son buluyor, ses verenler seslendiklerini yitiriyor ve bir oyun bir gerçekle bozuluyor diye düşündü… pişmanlık sardı bedenini. başka bir düşünce beyin kemiren böcekten farksızdı. “bu acıyla yaşamak mı zor yoksa bir anlık ıstırapla ölmek mi?”
cevabını veremedi bile. ölümcül bir ayrılık kokan “son mektubum” dediği kâğıda son kez baktı ve düşünmeden yırttı…
gözleri alabildiğince uzaklara takıldı ve baktığı yerlerde bıraktı ferini.
beklenmedik bir kıvılcım peyda oldu gözlerinde neden sonra. şişenin dibinde kalan birkaç hapı da düşünmeden yuttu. usanmışlık ellerine de hakimdi anlaşılan. bardaktaki suya gitmediler bile… yuttu… hapları, kendine verdiği sözleri, düşleri… biraz duraksadıktan sonra bembeyaz bir kâğıda tekrar ağlayan kalem bu sessiz duruşun içinde cılız bir ses oldu.
göz kapakları hayata yorgun düşerken kalemin bıraktığı iki satırdan ibaretti sadece:
“gelmeden gittin… bende gidiyorum öyleyse… elveda”