MUHAFIZ
Yazar: Selman KAYABAŞI
"Sultan Abdülhamit çok hasta, sizinle görüşmek istiyor Paşam!"
1917 İstanbul
Konağın ikinci katına çıkan merdivenleri, topuklarına basarak tırmanan hizmetçi kız, son basamağı adımlayıp küpeşteye yaslandığında nefesini tuttu:
Paşa hazretlerinin yatakta mı yoksa çalışma masasında mı olduğunu, ilaçlarını vaktinde alıp almadığını görmek istiyordu...
Kemal Paşa hazretleri, Adana tarafındaki vazifesinden döneli dört gün olmuştu. Konağa geldiği günden beri odasından hiç çıkmamıştı. Hastaydı. Uzun yoldan gelmesine rağmen hakkıyla istirahat etmemiş ve bedeni, yorgunluğa ve üzüntüye dayanamayıp güçsüz düşmüştü. Üstüne bir de yemekten içmekten kesilmişti, doğru dürüst beslenmiyordu. Aldığı ilaçlar da fayda etmez olmuştu. Akşamları cezveler dolusu kahve tüketiyor, sıkıntısını defetmek için sık sık tütün içiyor,
nihayet güneşin doğuşunu uykusuz gözlerle karşılıyordu.Genç kız, yerli yersiz konağa gelen misafirlerden şikâyetçiydi. Çoğu, vatanın içinde bulunduğu kötü durumdan dem vurur, Paşa'nın moralini iyice bozardı. Kahve ikramında bulunmak için odaya her girişinde, bu adamlara lanet okuyan genç kız, efendisinin sabrına hayran kalırdı. Hizmetçi kız, ziyaretçilerin hepsinden rahatsız değildi elbet. Paşa hazretlerinin, konağa gelişlerini heyecanla beklediği dostları da vardı; bu kişiler, hizmetçi kız için de sevinç kaynağı olurdu. Paşa hazretlerine huzur veren dostlar, son günlerde konağa gelip gitseler de Paşa'nın morali bir türlü düzelmiyordu. Belli ki bu kez durumu çok kötüydü.
En kederli günlerinde bile bu kadar zayıf düşmemiş, gözlerinin altı çökmemişti. En son, Sultan Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'a gönlünü kaptırdığında, izdivaç teklifinin Saray'dan geri çevrilmesiyle perişan olmuştu ya; efendisinin o zor günlerine şahit olan genç kız, bugünkü halinden daha çok endişe ediyordu.Sahi, Sabiha Sultan bu teklifi neden reddetmişti, hizmetçi kız ona da bir anlam veremiyordu. Efendisinden daha iyisini mi bulacaktı sanki? Güzellik arıyorsa güzellik, sadakat arıyorsa sadakat, akıl arıyorsa akıl... Alev alev yanan mavi gözleriyle efendisi bunların hepsine fazlasıyla sahipti. Hem kadınına, onu çalıştırmayacak kadar kıymet veren biriydi. Kız kardeşi Makbule çalışmak istediğinde çıkışmış, "Kadın dediğin evinde oturur!" diye, Makbule Hanım'ı azarlamıştı. Sabiha Sultan sadece bunu duysa, efendisinin teklifine hayır diyemezdi.
Gerçi Sabiha Sultan'da kabahat aramak da boşunaydı; bu evliliğe Sultan gönüllü olmasına rağmen, amcası Abdülhamit'in izin vermediği söyleniyordu. "Saray'da ikinci bir komutan doğru olmaz!" diyesiymiş, amcası. Enver Paşa'yı damat edinen Saray'ın, Mustafa Kemal Paşa'ya kapıyı kapaması olacak iş miydi? Belli ki Abdülhamit kadınların duygularını ya bilmiyor ya da görmezden geliyordu. Kim ne derse desin; efendisi Mustafa Kemal, Enver Bey'den hem daha yakışıklı hem daha akıllı hem de..."Offf, neler düşünüyorum!" diye, kendi kendine kızdı genç kız. Kafası allak bullaktı. Aslında kendisi de çok yorgundu. Efendisi bu haldeyken geceleri uyku tutmuyordu yatakta. Sabaha kadar bir o yana bir bu yana dönüyor, bir damla uyumadan sabahlıyordu.
****
"ASELSAN'a çalışan kardeşinin hayatı, senin bu raporu Ankara'ya ulaştırmana bağlı!"
2007 Kerkük
Kara bulutlar şehrin üstüne karabasan gibi çökmüştü Kerkük'te. Öyle ki gece, hiç olmadığı kadar karanlıktı; dinmeyen şiddetiyle yağmur, aralıksız yağıyordu ve gökyüzüne hâkim olan ses, her tarafı tarumar eden fırtınanın uğultusuydu.
Yüzünü pencereden çevirirken düşünceliydi Canfer. Nefes almıyordu sanki. Gözleri bir yere kilitlenmiş, zihninde canlanan resimleri okumaya çalışıyordu."Lokman Râfi" diye bir şey mırıldandı sadece. Bu gece bu ismi kaçıncı kez ağzına almıştı? On, yirmi, otuz...Belki bir dakika, belki daha fazla, Lokman Râfi ismini tekrarlayıp durdu genç istihbaratçı. Dişleri alt dudağıyla son kez buluştuğunda; gözleri, yatağının üstüne alelade saçılmış tomarlara kaydı. Bildiklerinin tamamı işte şu kâğıt parçalarına yazılmış şifreli notlarda saklıydı: İsimler, örgütler, ilişkiler, suikastlar...Canfer irkildi birden. Dışarıdaki hışırtıyı duymuştu. Çamurun içinde bata çıka yürümeye çalışan birinin ayaklarının şapırtısıydı bu. Kıvrak bir el hareketiyle gaz lambasının fitilini kararttı; bir eliyle silahını, diğer eliyle el fenerini kaptı ve her ikisini, kendisine siper yaptığı pervazdan sarkıtıp yolun ortasına doğru nişanladı. "Yulia! Yulia!"
Gök kubbe çıldırmış gibiydi, adeta çatırdıyordu. Nitekim bulutların gürültüsü Canfer'in gürleyen sesini yutuyordu.
Genç istihbaratçı, gaz lambasının fitilini ateşledikten sonra dış kapıya yöneldi. Gelenin yüzünü görene dek silahı elindeydi. Kapıyı açtı, "Geç kaldın Stella, çok az vaktimiz kaldı!" dedi, tedirgin halde.Stella, her gör(ün)düğünde gözleriyle Canfer'in yüreğini sızlatan kız, susmayı tercih etti. O da endişeliydi; hatta ilk kez Canfer'den daha tedirgin olduğunu bakışıyla ele verir gibiydi. İçeri girdiğinde yağmurluğunu aceleyle çıkardı ve ağır bir yükten kurtuluyormuşçasına kapının arkasına fırlattı.
İlk işi, yatağın üstündeki notlara şöyle bir bakmak oldu."Hemen buradan gitmelisin, Canfer!" dedi. Sesi titriyordu.
Şaşırdı Canfer, hayreti bakışlarına yansıdı."Neden Stella? Sorun nedir?"
"Sorun şu ki sen artık çok şey biliyorsun Canfer! Bu kadar keskin kılıçla bu topraklarda rahat dolaşamazsın.
Bu bakış, Canfer'in dikkatini dağıtıyordu: Stella, ona acıyor muydu, yoksa uzun zamandır sakladığı duyguları mı açığa çıkıyordu? Bu akıntıya kapılmamak imkânsızdı.
"Neyi biliyorum Stella?" diye sorabildi, yine de.
Rus ajan, birkaç adım gezindi odada. Kafası karışıktı. Gaz lambasının yanına yaklaştı ve ateşini azalttı.
"Bak, Canfer! Şu notların hepsi ikimizin de parçası olduğu bir oyunun kartları... Planı yapan bizim bir oyun oynamamızı istiyor ve kuralları kendisi koyuyor. Biz de onun kartlarıyla oyun kurmaya, oyun bozmaya çalışıyoruz."
"Otur ve dinle şimdi!"
Çaresizdi Canfer. Hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı.
"Lokman Râfi'nin intiharını araştırırken en son hangi isme ulaştın Canfer?"
"Sabbah'a"
"Sabbah kim?"
"Urfalı bir uyuşturucu baronu. İstanbul'da yaşıyor. Sizin teşkilata ve İran istihbaratına çalışıyor, kritik bir isim."
"Sabbah'ın intiharla ilişkisi ne peki?"
"Stella, Sabbah'ı tanıdığın halde neyi öğrenmeye…”
"Canfer! Senin hayatını kurtarmak için buradayım!"
******
"Evladım!" dedi, ihtiyar.
"Sen belki şimdi anlamayacaksın ama dünyadaki bütün savaşlar, yıkımlar, özünde Kudüs'teki bu mücadelenin yansımalarıdır."
"Tapınak’ın gerçek yerinin ortaya çıkarılması, Hazreti Süleyman'ın yedi kollu şamdanına ulaşıldığında mümkün olacak. Bu şamdan, şimdi, İstanbul'da, Çemberlitaş Sütununun altındaki gizli bir bölmede saklı."
Server Bey, soğukkanlılığını kaybetmeden yine sakince tezgâhın üstünden bir kâğıt aldı. Kulağına sıkıştırdığı kalemle kâğıda uzunca bir sütun resmi çizdi.
Sütun, iç içe geçmiş sekiz daireden ve sekiz dairenin tepesine yerleştirilmiş, içinde özel bir sembol olan dokuzuncu bölmeden oluşuyordu.
"9 bölme, Tapınak’ın dokuz şövalyesini temsil ediyor" diye başladı, konuşmaya.
Sütunun altında bir şeyler karalamaya devam ediyordu.
"Avrupa Birliği bayrağında, 3 büyük yıldızın etrafında 9 küçük yıldızın toplandığını bilirsin, mutlaka! Bu, Teslis inancının Tapınak’la birleşmesini
simgeler. Tapınak, Kiliseyi ele geçirdiği günden bu tarafa..."
Birden sustu, ihtiyar.
"Unuttum söylemeyi" dedi...
"Kanun, Sultan Süleyman'ın 1529'da Protestan Lideri Martin Luther'le yaptığı görüşme hakkında gizli bir bilgi de saklıyor. Bu, her daim aklında bulunsun!"
"Bu savaş, Hıristiyanlar ve Yahudilerle bizim aramızda değil. Bu savaş, Allah'a inananlarla şeytana tapanlar arasında yaşanan bir savaş!
Bugün, Tapınak’ın Vatikan'ı ele geçirmesi yarın da elinde tutacağı anlamına gelmiyor! Hıristiyanlar da bir gün şeytana tapanlara karşı bizimle birlikte mücadele edecek!".......