GELDİM İŞTE, AŞK OLDUĞU YERDE Mİ HALA?
GELDİM İŞTE, AŞK OLDUĞU YERDE Mİ HALA?
( Kaybettiğim pusulama yükledim bütün suçu... Yaşam dergâhından kaç kez kaçmak istedim kim bilir... Kaçmak istedim mi? Derimin altında gizlediğim dizelere bel bağlamak ahmaklığını gösterdim bir defa. Yapacak bir şey yok. Firak tortusunu ekmiştim dilime... Bahçe duvarından atlarken dizlerini toprağa gizlenmiş cam parçasına değdiren çocuk kadar içimin acıdığını hissediyordum. Yapacak bir şey yok. Kanlanmıştım kendime. )
Ben geldim.
Hoş geldin aydınlığım…
Nasılsın
Nasıl görünüyorum
Yorgun, sorumsuz ve kimsesiz
Eksik ama belli ölçüde doğru…
Nasıl girilir ki söze... Nerden başlanır ki... Ah sevgilim uyuşmuş bir kalpten su çekmeye mi geldin...
...
Neden kayboldun ortadan. Neden aramadın beni. Neden bu kadar bencil olabiliyorsun. Dünya sadece senin istediğin ölçülerden mi ibaret? Bu kadar mı tekil yaşamayı seviyorsun?
Bilmiyorum
Kaçarcasına yaşıyorsun hayatı. Neden ve kimden kaçtığını bilmeden. Yarım yamalak, sorumsuzca yaşıyorsun. Mesela ben aramasam sen aramayacaktın, bunu biliyorum. Mesela ben gelmesem sen gelmeyecektin bana.
Sonra “ben geldim” deyince “ hoş geldin aydınlığım” diye süslü bir laf ediyorsun. Peki, bu seni affettirir mi? Madem aydınlığınım senin neden kaçıyorsun benden. Neden aciz ışığımın ikimizi de aydınlatmasına izin vermiyorsun.
…..
Seni bekledim. Seni aradım, dokunduğumuz her duvara sensiz bir daha dokundum. Benimle konuşur belki diye. Bak şimdi “o şurada şunu yapıyor” diye.
“O bir daha gelmeyecek” saçmalıklarına kulak tıkayarak, seni bekledim. Gelecektin biliyorum. Gelecektin, çünkü ilk defa yarım yaşamayacaktın ve tamamının doyumuna varacaktın bu ilişkinin. Gelmeliydin, çünkü yazgımız böyleydi.
Anlat yalvarırım, nereye gittiğin beni ilgilendirmiyor. Sadece nedenini anlat.
Bir sonbahar yaprağından farkım yoktu. O kadar çok yoruluyordum ki dalımda durmaya...
Düşmeliydim, bunu hissedebiliyordum. Sana ve kendime zarar verdiğimi hissedebildiğim gibi. Hayır, bıkmak değil bu, hele senden bıkmak asla, kimse bana senin tahammül ettiğin kadar tahammül edemezdi. Ya da sesimdeki hüznün uyuyacağı başka bir göğüs de bulamazdım, yani bıktığım için veya bitmesi gerektiğini düşünüp gitmedim. Gitmem gerekiyordu hepsi bu.
Susmam ondandı belki. Ne konuşacağımı bilmeden, denizin en dibine bakarak, gözden ve yaştan nefret ederek susmam ondandı. Konuşsam yangın çıkacaktı. Hayatta tek yeteneğim olan susmayı denemekten başka çarem kalmadığını bilmenin verdiği kederle gitmek...
Bir yerlerde gizlenmiş yalnızlık tanrıları beni çağırıyordu. Gitmekten başka ne yapabilirdim ki. Ellerim mahkûmdu, kalbim… Ben artık bedenini tanrısına sunmuş bir meczuptum.
Peki, beni de götüremez miydin o tanrıların yanına. Saklasaydın iç cebinde. Ses çıkarmadan, nefes almadan beklerdim. Sabırla, inatla beklerdim. Beni içine attığın ateşin ısısı hiç mi yakmadı kalbini. Hiç mi acımadı kolların, ellerin, gözlerin… Bu kadar mı sensizliğe mahkûm olmalıydım.
Ama sevgilim götüremezdim seni yanımda. Tanrılara kurban gerekliyken seni bile bile o cenderenin içine atamazdım. Ki biliyorum senin tükenişini bana izleteceklerdi. Bu acıya nasıl dayanabilirdim ki. Belki yaptığım en mantıklı şeydi sessizce gitmek. Bir savaştı bu sevgilim. Varlıkla yokluğun savaşı. Tanrılar seni istediler benden. Eğer seni verirsem beni azat edeceklerini söylediler. Ve bir daha bana yaklaşmayacaklarını. Bana verdikleri süre zarfında bir kez olsun sana dönmek aklıma gelmedi. Çünkü biliyorum sana gelirsem onlar da gelecek ve seni gözlerimin içine baka baka alacaklar benden. Gelmedim işte, seni unutmalarını sağlamak için. Gelmedim çünkü sen hala çok güzeldin.
Koskoca bir yıl… Peki, neden şimdi geldin. Madem o yalnızlık tanrıları sen eğer bana gelirsen gelip beni alacaklarsa neden geldin. Ne değişti, ne oldu…
Kendi hurilerinden sundular bana. Her renkten, her boydan, her dilden… Aklına gelebilecek her çeşit, güzel, çok güzel kadın… Yatağıma soktukları her kadın yarım kalan yanlarımı gördü, acıyarak baktılar bana. Kiminin göğsünde ağladım, kimiyle aşk üzerine derin sohbetler yaptım, kimi ise tiksinerek çıktı günah mabedinden. Beni şikâyet ettiler yalnızlık tanrılarına. Benim yüzümden tanrılar hemen hemen her gün toplanmak zorunda kalıyorlardı. Benimle ilgili garip kararlar veriyorlardı. Bazen Yusuf’un kuyusuna bırakıyorlardı bir haftalık cezalarla, bazen kalbimin tam ortasına ustura acısı gibi bir acı bırakıyorlardı. Bazen de seninle tehdit ediyorlardı.
Ama yine de her kadınla biraz “sen” sohbeti yaptık. Seni tanıyorlardı. Seni sevmeye de başlamışlardı. Artık ben kapatsam konuyu onlar açıyorlardı. Onlar benim günah annelerimdiler. Hepsinden bir yara taşıyorum. Hepsinden bir hatıra.
Sonra onları tanıdıkça onların öykülerine kaptırdığımı fark ettim kendimi. Öyle özel öyküleri vardı ki. Hepsinden ayrı bir roman çıkardı.
Bir gün çıplak bedenlerimizin verdiği cesaretle ihanetten bahsettik onlardan birisiyle. O da yalnızlık tanrılarının kurbanlarındandı. Aslında hepsi yalnızlık tanrılarının kurbanlarıydılar.
İhanet, dedi aşkın ikiz kardeşidir.
Peki, dedim ya ayrılık?
O da aşkın annesidir…
Her beden biraz ihanete meyillidir. Her kalp. Bak mesela çırılçıplak yatıyoruz burada. Tanrılardan bahsediyoruz bizi buraya savuran tanrılardan. Peki, biz sevgililerimize ihanet etmiyor muyuz şimdi… Neden tanrılara karşı gelemiyoruz. Canınız cehenneme ben sevgilime gidiyorum, diyemiyoruz. Bu kadar mı aciziz. Bu kadar mı kaderin en salak kurbanlarıyız.
Artık, sus tanrılar duyacak demenin bir anlamı yoktu. Bağıra çağıra konuşuyordu.
Biz ihanetlerimize kılıf uydurmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Çünkü biz olmak istediğimiz yerdeyiz. Ama dokunmaktan korkuyoruz birbirimize. Çünkü hala yarım bıraktığımız bir şiire bakar gibi bakıyoruz geriye. Biz olmak istediğimiz ama olamadığımız yerdeyiz.
Ve sevgilim inan ilk defa iliklerime kadar “sen” üşüdüm.
Evet, koskoca bir yıl. Neler değişmez ki. Mesela evlensek çocuk sahibi bile olabilirdik. Bir yılda bir anda üç kişi olabilmek…
Nedensiz değildi gidişim. Umarım anlıyorsun beni…
Anlamıyorum seni sevgilim. Ama seviyorum seni… Her şeye rağmen, olan bitene rağmen seviyorum. Anlamak istemiyorum.
Sabah beni aramasaydın, ben yine seni bekler olurdum hala. Arayıp “ ben geldim” demesen seni düşünerek uyanırdım yine yeni bir güne. Belki umudum kırılmaya başlamıştı. Ama sabırla ve inatla yaşatmaya çalışıyordum seni içimde. Geleceğini biliyordum belki de, ama zamanını kestiremiyordum.
Bu sürede hayatıma konuk olan insanlara fazla tahammül edemedim. Midem bulanarak çıkardım hayatımın misafir odasından onları. Çünkü kalıcı konuğumu bekledim hep. Hep sen koktuğumu söylediler. Başka koktuğumu. Ben o’yum dedim. Ve o, kokmam çok normal…
Şimdi geldin ya gerisine ne uydursak boş…
Kalbim med cezirlere tutulmuştu. Ne yaptığımı bilmeden savruluyordum oradan oraya… Tanrısıyla konuşan Muhammed kadar kargaşa halindeydim. Telaş, içinden çıkılmaz bir hayat ve zamansız konukluklar…
Kalbime söz geçiremiyordum artık. Kalbimle aklımın savaşına taraf olmamayı yeğlemiştim… Kötü mü yaptım bilmiyorum.
Şimdi geldim evet… Bugün gelmem gerektiği söylenmiş gibi bana, geldim. Beni kollarımdan çarmıhlayan tanrılardan kaçamadığımı bile bile geldim işte… Nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı bilmeden… Nasıl bir “sen”le karşılaşacağımı bilemeden.
Vücudumun yatakta bıraktığı çukura yerleşmek için geldim… Saç tellerinin gezindiği yastığımı soluksuz kalana dek içime çekmek için geldim. Dudağının kenarındaki hüzünden bir parça almak için geldim. Aşk odunda kül olana dek yanmak için. “şem de yanan pervane”ye öykündüğüm için geldim.
Bütün yalanlardan arınarak geldim. Ama “bir daha gitmeyeceğim sözü vermeyerek” geldim.
Yüzünün sazlıklarında hayat bulmak için,
Uzay boşluğundan sarkıp, kusana kadar âşık olduğumu söylemek için geldim.
Kalbim med cezire tutulmuştu. Med oldu geldim…
Yeniden başlayabilir miyiz hiçbir şey olmamış gibi? Eski benliklerimize dönebilir miyiz? Yabancılaşmadığımızı iddia edebilir miyiz? Sabah uyandığımızda yanımızda yatan boşluğu doldurabilir miyiz? Bir ağacın kovuğuna gizlenmiş şiir dizelerinden bir beden çıkarabilir miyiz?
Amacım bu olayı yokuşa sürmek değil. Evet geldin… Çok mutluyum… Gerisine ne uydurursak uyduralım. Ama ya yalnızlık tanrıları bir daha çağırırsa seni ya da beni… Buna dayanabilir miyiz? Ya da ben dayanabilir miyim, bilmiyorum.
Yani her seferinde gidişimiz ardından “ben geldim”li cümleler bizi nereye kadar götürebilir ki… Nereye kadar tutunabiliriz ki bu aşk otobüsünün arkasında… Seni sevmek, çok sevmek yeterli mi sence...
Sevgilim her seferinde dirseklerimi kanatırcasına masaya dayayıp parmaklarımı saçlarımın arasında gezdirip “doğru”yu sorgulamaktan bıktım. Kime göre kim için doğru… Hangi gidiş, hangi yalnızlık, hangi dönmeler doğru… Yani senin için en doğrusu gitmek sonra apansız geri dönmek… Peki, benim için en doğrusu her ne pahasına olursa olsun seni beklemek mi?
Kokunu özledim. Başka ten kokmayan “ben” kokan kokunu. Dokunmama izin ver. İliklerime kadar sen olmama izin ver sevgilim.
Sayısız şehir gezdiğim zaman diliminde aşktan kaçtığım bu demde sana tekrar dönebilmek umuduyla yaşadım. Az az nefes aldım, yarım yarım yaşadım ki sana yetebileyim, sana yetişebileyim. Son nefesimi kulağının dibinde verebileyim diye.
Sevgilim seni terk ettiğimi düşünme. Sen içimi zapt etmişken, ruhumun tüm kalelerini işgal etmişken nasıl senden gidebilirdim ki.
Ayaklarının dibinde uyumama izin ver. Yorgunum. Gönüllü esarete boyun eğdiğimdir sana bakışım… İzin ver sevgilim… Ben geldim işte…
Kimim ben, kim değilim... Ne anlamı var ki bu soruların...