ÖZNEM NEREYE
-Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?-* Cezare Pavese
Öznenin hep kendi'siyle aynı kalan, değişmeyen, değişimlerden etkilenmeyen bir öz, bir cevher olmadığı kesin.
Özne'yi dış dünyadan, hadi "öteki" diyelim, ayırmak olası mı? Ben kimim? Çocuk Perihan mı, onsekiz yaşındaki "ben" mi, şimdiki mi? Bir hafta öncekinden bile farklıyım belki. On yıl, yirmi yıl sonra yine aynı ben olabilecek miyim? Kelebek hep kelebek miydi?
Niçin değiştim, niçin değişiyoruz?
İlkçağ'ın mağaralarda, ağaç kovuklarında yaşayan ilkel insanından mı sözediyoruz, Ortaçağın serf ya da derebeyinden mi? Rönesans İtalya'sındaki insandan mı, 18. yüzyıl Fransa'sındakinden mi? 20. yüzyılın toplumcu fikirlerle coşmuş insanından mı, günümüzün elektronik devrimini yaşayan kafası karışmış insanından mı? Tundralarda yaşayandan mı, bir Tibet tapınağındaki rahipten mi, Avustralya'daki aborijin'den mi? (Kaldılar mı sahi? Eminim televizyon seyredip, kola'yla karışık asimilasyon zehiri içiyorlardır artık.) Hepsinin dünyayı ve kendilerini algılayışları farklı değil mi? Kendini içinde yaşadığı toplumla, totemle bir ve aynı gören klan tipi insana ne diyeceğiz? Semâ âyininde uçup Tanrı'yla ve evrenle bütünleşen sûfiye? Nerden bakarsak o kadar görmüyor muyuz dünyayı?
"Özne" kavramı ilkin ne zaman ortaya çıktı? Sanırım 18. yüzyıl aydınlanması'yla birliktedir bu kavramın literatüre girmesi. (Daha doğrusu varlık kazanması.) İnsan'ın sınırlarını sorgulamaya başlamasıyla, aklın ve vicdanın özgürleşmesiyle, "birey"in tarih sahnesine çıkmasıyla. Birey tarih sahnesinde. Birey'e gereksinim var. Bu öyle bir oyun ki, hiç kimse rolü gelmeden sahneye çıkamaz... ve suflörler hep olmuştur. Doğaçlama yapıp yönetmeni çıldırtanlar da.
İnsan da değişir, toplumlar da. Tarihsel bir bakış açımız olmadan güdük kalır yorumlar, körleştirir, tökezletir, âtıl eder, esir eder. Yineliyorum, birey'i dış koşullardan soyutlamak olanaksız. Nasıl toplumları tarihsel gelişimin dinamiklerinden soyutlamak mümkün değilse; özne'yi, ben'i, "birey"i de dış koşullardan soyutlamak olanaksız. Özne'yi ne kabuklara, kozalara saralım, ne de onun düşünce ve edimlerindeki özgürlüğü kısıtlayalım. İçinde yaşanan çağın dayattıklarını, duyumsattıklarını değişmeyecek, hep aynı kalacak insanlık durumları olarak almayalım.
Yabancılaşma'yla birlikte boşluğa düştü insanoğlu ve kendine sarıldı düşünen "us". Günümüzde giderek birkaç, hatta tek kişilik, çevresindeki "okyanus"tan korkup, her çıtırtıyı düşmanca niyetler olarak algılayan (çoğu kez ne yazık ki haklı olarak) adalara dönüşüyoruz. Elektronik devrimle birlikte zaman ve yer kavramını giderek yitiriyor (McLuhan'ın bu saptamasına katılıyorum) ve amipler gibi bölünüyoruz. Bizlere sadece "tüketici" muamelesi yapan bir dünyada, bunun dışında bir "değer"imizin olmadığı bir dünyada, özsaygımızı yitiriyoruz. Ya dünyadaki yegâne amacı tüketmek olan zombi'lere dönüşüyoruz ya da acılı, ölüme dönüşmeyi bekleyen kozalara.
Ben soruyorum, başka bir yolu yok mu? Bizi kuşatan sisi yok edip önümüze cam gibi bir ç/evren sunacak taze bir rüzgâr?