Arama

Hayata Dair - Tek Mesaj #336

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2006       Mesaj #336
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Unutulmuş Yaşam


yok Londra´nın insanın iliğini donduran ayaz gecelerinden birinde, yakışıklı genç bir adam; elleri ceketinin cebinde, gözleri kaldırıma dikili bir şekilde aşık olduğu şehrin o ayrı kalamayacağı havasını soluyordu.

Birden yağmur yağmaya başladı. Herkes yağmurdan saklanırcasına kuytu bir köşeye sinmişken o yağmurda ıslanmayı tercih etti. Saat ilerledikçe şehir esrarengiz bir görünüme bürünüyordu ama genç adam da en az şehir kadar esrarengizdi. Genç, yağmurun yere çarptığı anda çıkarttığı sesten başka bir ses duymadığı gibi ona çarpmak üzere olan arabanın kornasını da duymamıştı. Şanslıydı ki taksi şoförü firene tam zamanında basmış ve bir cinayet işlemekten kıl payı kurtulmuştu. Böyle hissetmenin hırçınlığıyla gence bağırıp çağırıyordu. Genç adam ise ondan biran önce kurtulup sessizliğinin melodisine dönmek istercesine olayı kapattı ve yoluna devam etti. Nereye gittiğini bilmiyordu. O da bunun farkındaydı ama gökyüzü ağlamayı bırakana dek her zaman yaptığı gibi yağmurun keyfini çıkartacaktı.

Yağmuru çok seviyordu çünkü yağmur yağdığında hiç bilmediği, hiçbir yerde duymadığı bir melodi duymaya başlıyordu. Bu olay yaklaşık 16 yaşından beri olan bir olaydı. İlginçtir ki 10 senedir gizemini ve güzelliğini aynı şekilde taşıyordu. Genç bıkmadan aynı melodiyi senelerdir dinliyor ve her seferinde aynı soruyu soruyordu “Neden ben gökyüzünün dünyaya küsüp şimşeklerini çaktırarak ağladığında yere düşen her gözyaşında bu melodiyi duyuyorum?” Cevap yoktu. Melodinin son notalarında can çekiştiği bir sırada yağmur durdu ve tabi ki melodi de bitti.

Genç de evine döndü, iyi bir uyku çekti. Çünkü ertesi sabah erkenden kalkıp işine gitmesi gerekiyordu. Genç adam, kendine sorulacak olursa, mesleğinde istediği noktaya henüz ulaşamamıştı. Ama olabileceği en üst basamağa çoktan çıkmıştı. O ise bunu önemsemeyip tırmanacak yeni basamakların arayışına kaptırmıştı kendini. Gencin yaşam felsefesidir bu.Kendi ayaklarının üstünde durmayı hedeflemiş birinin, bu iğrenç dünyada, başka seçim şansı da yoktu zaten.
Bir kereste fabrikası vardı. Bütün tanınmış şirketler onunla iş yapmayı tercih ediyorlardı. Bunun sebebi ise gencin her zaman disiplinli, adil ve yaptığı işi ciddiye alan bir iş adamı olduğundandı.

Aradan 10 yıla yakın bir zaman geçmişti. Her şey aynıydı, işi hariç. İşi gittikçe büyütmüş, sınırlarını bayağı genişletmişti. Sonra bir gün bir arkadaşından çok önemli bir haber aldı. O, bu haberin öneminin farkında değildi fakat bütün sorularının cevabını öğrenecek ve mutluluğa erişecekti. İngiltere’de bir yer keşfetmişlerdi. Aldığı haberlere göre tam ona göre bir iş olacaktı. İşin maliyeti çok fazlaydı ama kazançları bu parayı fazlasıyla karşılayacaktı. Bu sefer o da işçileriyle beraber gidecekti. İçindeki bir ses gitmesi gerektiğini söylüyordu.
İngiltere´ye varıp, kendilerine söylenen yere gidince herkes manzaranın güzelliğinden büyülenmiş, hiçbir şey konuşamıyordu. İnsan bu güzelliğe nasıl kıyabilirdi ki.Ama bunu yapmaları gerekiyordu.
Güneş batmış, gece bir kalkan gibi sarmıştı ormanın etrafını. Karanlık bastırdığından yaptıkları kulübelere çekilip ertesi günü beklemeye karar verdiler. İşte o an kaçınılmaz olan olay gerçekleşti. Gökyüzü gene kızmıştı, her zamanki gibi. Yağmur damlaları alışık olduğu o melodiyi çalıyordu ama bu sefer daha da bir büyüleyici ve esrarengizdi. Bağdaş kurup yatağının yanındaki pencereden, bir süre,dışarıya baktı. Ertesi gün olmayacak o muhteşem manzaranın ve melodinin keyfini çıkartıyordu. Henüz kimse uyumamıştı, zaten yağmur damlalarının pencereye çarptığında çıkarttığı ses azalmadıkça da bu imkansız görünüyordu. Gökten taş yağıyordu sanki. Genç kalktı, kapıya doğru yürüdü, kapıyı açtı ve hiç tereddüt etmeden dışarı çıktı, karanlığın içinde kayboldu. İşçiler ise onun akasından bakmak dışında başka bir şey yapamadılar. Birden yağmur şiddetlendi. Uyumaları imkansızdı artık hem patronlarını da çok merak ediyorlardı.
İşçilerin bunları düşündükleri sırada patronları hipnotize edilmiş gibi ormanın içinde ilerliyordu. Yürüyordu, hareket ediyordu ama vücudunu kontrol eden kendisi değildi. Bacaklarını hissetmiyordu, felç olmuş gibiydi. Sadece düşünebiliyor, görüyor ve işitiyordu. İlk başta paniğe kapılmış olmasına rağmen şu an kendini doğanın güzelliğinin ellerine bırakmıştı. Yağmurun yere çarpan her damlası, göğün göz yaşının her damlası, ölümsüz melodinin bir notasıydı. Manzara ve melodi birbirini tamamlıyordu. Bu ölümsüz ikili hayatındaki tüm acılara ilaç gibi gelmişti. Dünyanın en mutlu insanıydı.

Ormanın iyice içlerine girmişti, kulübelerden çok fazla uzaklaştığını düşündüğü bir anda birden durdu. Karşısında çok ihtişamlı bir ağaç vardı. O sırada gözünün önüne bir hatıra geldi. Onun,yaşadığı bu bedende bu güne hatta bu ana kadar aklına gelmemiş, yaşanmamış ama yaşanmış önceki hayatlarından bir hatıra.
Savaştan çok ağır, ölümcül yaralar alarak çıkmış, kalan tek varlığı olan gaydasını çalmakta olan 16 yaşlarında bir İskoç. İskoç, adamın yürüdüğü ormanda yürüyor, ıslandığı ormanda ıslanıyor ve her zaman duyduğu melodiyi çalıyordu. Her şey aynıydı, tek farklı şey yaşanmış olan hayatlardı. İskoç ormanda ilerlerken melodiyi çalıyordu, bu öyle bir çalıştı ki Tanrı bile bunu ölümsüz kılmak istedi. Ve melodinin her notasını yağmurun yere çarpan her damlasıyla bir yaptı. Böylece her yağmur yağdığında, damlalar yere çarptıklarında bu melodiyi çalacaklardı. İskoç´un çaldığı melodi ölümsüzleştirilmişti çünkü bu diğerlerinden çok farklı bir çalıştı. Onun kaybedecek bir şeyi yoktu bu yüzden her şeyiyle ama her şeyiyle çalıyordu. Öyle ki İskoç ruhunu işlemişti bu melodiye. Nefes yerine ruhunu kullanıyor, gaydanın içini ruhuyla dolduruyordu. Ölümsüzlük için yeterince iyi bir sebepti.

İskoç yürüdü, yürüdü ve bir ağacın gövdesine yığıldı, aynı anda adam da. Çalınan ve duyulan melodi gittikçe uzaklaşıyordu. İskoç ruhunun son damlalarını akıtmıştı ve tükendi, bitti.Bir daha nefes alamayacaktı. Yağmur durdu.İskoç’un ağaca dayalı gövdesi yere devrildi ve yanaklarından bir çift göz yaşı süzüldü.

Yağmur dinmişti. İşçiler patronlarını aramaya çıktılar. Onu o ihtişamlı ağacın altında buldular, ölmüştü. Bir çift göz yaşı çiy tanesi gibi parlıyordu yanaklarında ve yüzünde bir tebessüm. Belli ki ölümü ruhuna acı çektirmemişti.