Arama


bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
27 Kasım 2012       Mesaj #225
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
LA Sonsuzluk Hecesi

Yazar: Nazan BEKİROĞLU


Bir gün Saba Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. Çünkü Âdem cem makamındaydı, yani hayatları, hikâyeleri kendinde toplayıcıydı. İnsanın bütün halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti. Bu cümleyi yıllarca içimde gezdirdim de bir türlü kalemi elime alamadım, anlatmaya kalkışamadım. Oysa anlatmak, benim için de anlamanın en yetkin biçimiydi. Ne zaman ki, kalmak için değil uğrayıp geçmek İçin kadem bastığımız, kök attığımız değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada
bir cennet sürgünüyle yargılandığımı anladım ve Kelimeler Kitabı çift isimler sahifesinde, Adem'le Havva'nın yanma bir de Habil le 'Kabil ekledim. O zaman anladım anlatma zamanının geldiğini.
Hikâyenin ismi düştü dilime bir gece: LA.
İLLÂ, dedim.
Bir ömür boyu aradığım hece harfinin LA olduğunu bildim.
LA Olumsuzluk eki. Başkaldırı serbestisi.
Ama değil mi ki Tevhit kelimesi de LA İle başlar: LA ilahe.
Bilinçli kabul kelimesi onun ardından gelir: İllallah.

Öyleyse Âdem, İLLÂ' ya giden yolda bir LA hecesidir. İsyan tecrübesi onun ilk halidir. Âdem, cümlenin daha başında LA diye¬cek, reddedecek özgürlüğe sahip olduğu halde illallah varmasıyla yaratılmışların en güzelidir, mümkünler alemindeki o en esrarlı heceyle, kendiliğinden değil bile isteyendir. LA, hiçlik mesabesi, öyleyse sonsuzluk ekidir.
Haddele, bu hikâyenin hem ilk sahifesi hem de neticesi. Hamt O'na ki; Ey varlığı kendi kendinden olan. Ey kendi kendisinin hem sebebi hem sonucu. Ey kendi ezelinde ezeli, kendi ebedinde ebedi Bütün bunları. Aklım almıyor. Ama kalbime sığıyor. Ey, sorgulayan aklıma değilse de kalbime bu genişliği veren Allah'ım. Ve ey ki aklımın her şeye yetmediğini sezecek gücü de yine aklıma veren Allah'ım.
Aklım iyi ki almıyor. Çünkü Yaratan, yarattığı şeyin sınırları içine nasıl sığabilir? Onunla nasıl anlaşılabilir, bilinebilir? Onun hükmü altına nasıl girebilir?
Bildim ki başka bilgiler var, bu kitaba sığmazmış. Bu terazi almazmış. Böyle ağır sınanmasa Âdem kendisini nereden bilecekti? Geçici yanılgısının sebebi olan şey, onun sahiplenilmesine de neden olan şeydir. Ve böyle bir sahipleniliş için İnsan olan gözden düşmeyi, sürgün edilmeyi, her bir şeyi göze alabilir. Anlatmak anlamaktır, demiştim ya. Şimdi gözlerimde, onla¬rı neredeyse kaybedeceğim korkusuyla bunca anlatmadan sonra ne anladığım sorulursa: Ben de bu dünyaya düşmüş biriyim. Kimi zaman şeytan dokunmuş düşünü hayra yoramayan Havva, kimi zaman af dileyerek kırk yıl gözyaşı döken Âdem gibiyim. Dünyaydı adı. Sertti, hayattı. Ağırdı ölüm. Katıydı günah. Kaderdi, kazaydı, belâydı. Ama gözlerimi kapatıp da bunca ahdi-i belâya çok uzak bir zamandan baktığımda, cümle kovalıyor cümle¬lerimi; rüyada gibiyim. Uzaktan sesler geliyor. Işık kervanlarının çıngırakları. Ağaç ve ırmak konuştuğunda bana, sanki cennetteyim. Uğultuya uyanıp da azametli derinliğin içinden ruhumu rüzgâra açtığımda cennette bile değil bez mi ezelde gibiyim. Ne yazıda, ne aşkta, ne acıda. Kalbin de daha İleri gidemedi¬ği bir yer ar. Hayal zamanlarda yıkılmış beldeler. Gözlerimi kendi satırlarımda gezdirip de görünce ki gölge üstüne gölge. Kimse üstü¬ne alınmasın, hikâye sadece kul ile Allah arasında; sezer gibiyim Dahası, O'nun da, sırrıyla aynası ismiyle yansıması, ayanıyla beyanı arasında; der gibiyim.
Nokta ki mümkünlerin en mükemmelidir. Her isim, her kelime, her resim OL noktasının içindedir. Sıfır hacim-sonsuz kütle, noktanın sonsuzluk sırrında gizlidir. Öyleyse daha başlarken bile en fazla, nokta diyebilirim. Noktayla başlayıp noktayla bitirebilirim. Her şey gizli. Benim bildiğimse: Gizli bir hazineydi; görünmeyi, bilinmeyi sevdi. Sıfırdan zamana, sonsuz ân’dan ânbeân’a, nâ-mevcûddan vücûda, lâ-mekândan mekâna, noktadan mükemmele, kelimeden cümleye, emirden vakiye. Muhabbeti aşikâr kuvveyi fiil eyledi OL, dedi. Oluverdi. Kûn!
Bir Kaf. Bir nün. Sonra sükûn. Bir seçilmiştik sevinci. Ama O gizli bir hazineydi. Daha fazla bilinmek, farklı bir Nazarla seyredilmek istedi. Yaratmaya devam etti. Birbiri ardınca gelsinler diye, Aydınlatılmış günü, karartılmış geceyi. Yaza dönsün diye kışı, kışa dönsün diye yazı. Yerle gök arasında emre tâbi bulutu, yağmuru. Yaksın diye alevi, ısıtsın diye ateşi, kandırsın diye suyu, boğsun diye ırmağı. Yani dönüşü, deveran sırrını,
Biçimlerin en güzeli olan daireyi, başladığı yerde biten cem¬ beri. Bunları da var etti. Göründü görünmesine ama yine yetmedi, göründükçe perde¬lendi. Yaratmaya devam etti. Gökten inip yataklarına dolan suları. Sığ bataklıkları, derin gölleri, kaynayan denizleri, ummanla-n, okyanusları. Kara toprağı, tam ortasından yarılacak olan taşı, kumu, kumun içinde saklı camı. Düzlükleri, otlakları, eğrelti otlarını, su kamışlarını. Yaprakla donanmış kalın gövdeli ağaçlan, reçine kokulu sık ve derin ormanları. Elma çiçeğini, pembe peygamber gülünün yaprağını, üzümü, inciri, narı. Zeytini, zeytinin içindeki yeşil ışıklı yağı, hurmayı, hurmanın göklere uzanan dallarını, akasyayı, buğdayı. Çizgili zebrayı, uzun boyunlu zürafayı, sırma yeleli tayı. Haritasına göçeceksin yazılmış yazılmamış bütün kuşları. Sürünenleri, yüzenleri, koşanları. Onların arasındaki yarışı, can pazarını. Otu yesin diye kuzuyu, kuzuyu yesin diye kurdu.
Sonra hepsinin kanına susamış yırtıcı parsı, bol yeleli aslanı.
Kan revanı, kan revanı,
Ama bunca kan revan arasında arsalanın masumiyetini, kur¬dun art niyetsizligini,
Âlemin kusursuz düzenini yani, İşleyişini kurdu. Etti. Eyledi. Ayna kıldı kendisine cümle âlemi.
Âlem O'nun cümlesiydi şimdi. Öznesi gizliydi ama isimleri¬nin her biriyle cemi cümlede tecelli etti. Yarattıklarının üzerine İsimlerinden, sıfatlarından, fiillerinden bariz bir ışık düşürüverdi. Lâkin tümünü taşımaya güç yetiremezlerdi. Bölüştürdü bu yüzden. Kimine bir, kimine üç, kimine beş emanet etti.
Oysa sonsuzdu isimleri ve O hâlâ gizli bir hazineydi.
O'na şimdi, ismini esmasını, sıfatını vasıflarını, benliğinde tümüyle taşıyıp toplayacak, sonra bir ayna olup yansıtacak, ısıtacak, bir bakıma O'na temsil O'na misal, O'na halife olacak, O'nu hatırlatacak, O'na emanet O'na emin, şimdiye kadar yarattıklarının hepsinden daha güzel, daha mükemmel, bir şey lâzımdı. İsimlerinin kelime kelimesi değil, cümlesi, ez-cümlesi ve şuursuz değil, ne olduğunun farkında, şuur sahibi, sahip olmakla kalmayıp bu şuurla yapabilen, edebilen, öyleyse İradesiz değil iradeye sahip birisi. Belli ki, Âlemlerin Var edicisi, bal ve süt ırmakları akan cennetinde, hata yapmaya yetene¬ği, kabahat işlemeye meyli, muhalefet edecek hilkati olmayan, masum kılınmış meleklerinin kusursuz tapıncıyla yetinmedi. Hür iradesiyle kendisini bilecek, bilgisiyle kulluk edecek insanın boz bulanık taşkını önündeki bendi bu yüzden çekti Gizli saklı hazineydi. İki nokta arasındaki yek-cümlede kendi sırrını kendine açmak istedi. Evvelini saklı tuttu. Ahirini gösterdi. Varlığın özü muhabbet. Âdem’e sıra geldi akıbet.
SECDE EMRİ
Toprak bedeninin üzerinden tatlı bir ürperti geçti. Şöyle bir silkindi yerinden Âdem, derin bir uykudan sahici bir rüyaya uyanır gibiydi. Hayatın İçindeki cennet bağına muazzam bir göz aydınlığı, umulmadık bir sevinç kaynağı gibi geldi.
Parıltılı ışığı teninde hissetti, içine önce güzel kokular doldu. Hülyalar arasından sesleri seçti. Bir tebessüm indî yüzüne. Görmek ardından geldi.
Bir ağacın altındaydı. Saf çiçekler açmış filbahri dallarının arasından üzerinde bekleyen şeffaf bulutu gördü. Bir şehriyenle tarandı saçları. Işık parılcakları döne döne, zerre zerre dökülünce boynu, göğsü aydınlandı. Gözlerini göklerden yere indirdi. Her şey üzerine eğilmişti merakla. Hepsiyle göz göze geldi.
Merak karşılıklıydı. Üzerine eğilmiş kuşlara, hele ışık yolları¬nın İçinden süzülen yeşil zümrüt kuşuna, meleklere, cinlere, hele içlerinden o birisine, dağlara, ırmaklara, ağaçlara, hele o meyveleri camdan, koku¬dan, hazdan, renkten, ışıktan, sudan olana, gözü ne görüyorsa, Âdem de onlara baktı merakla. Sağ dirseğine dayanarak yavaşça doğruldu, ayağa kalktı. Bir iki adım attı.
Bunca cennet kalabalığının ortasında çok yeniydi Adem. Ama hiç yabancılık çekmedi. Sadece, bir rüyadan uyanmış da bir¬denbire her şeyi hatırlamış gibiydi. Bu hatırlamayla kendi kıymetini kendisinde hazır buldu. Zihni, bir kamaşmayla, sanki hep de varmış gibi oluşunu kavradı. Şimdi, karıştığı büyük ırmağın akışında kendi hacmini, kendi zamanını aşan küçücük dereler kadar aslına yakındı.
Ve şah damarında bir atma hissetti. Geldi, bilinecek olan Bilinmezin kesilip eksilmeyen, bitmeyen tükenmeyen bilgisine erişti: O. Zahir'di Batın'dı. Evvel'di Ahir'di. O'nu bilmek İçin bir gayret sarf etmedi Âdem. Kendisini O'na öyle yakın, öyle parça, öyle ayna hissetti ki O'ndan başka bir yerden gelmemiş olduğunu bir ânda anladı. Yüzünü nereye çevirse oradaydı ve baktığı her cihette O'nunla kendi arasında kurulmuş olan bağın manasına rastladı. Yaratılmış lığının sebebini kavradı ve kulluğuna hiç şaşırmadı:
Muhtaç değildi elbet Yaratan, yarattığının kulluğuna. Lâkin Yaratan o kadar büyüktü ki Âdem’in O'na varmaya kulluktan başka yolu yoktu. Kendisini, ister İstemez değil, istekle kulluk eder buldu. Bu kulluğun sayesinde sayeban oldu. Zorunlu kölelik değil şuurlu kulluktu bu. Bütün isimlerinin önü sıra o kadar güzeldi ki onun Rabbi, Adem'in bu ihtişama tapmaktan, O'na kul köle olmaktan başka yolu yoktu. O ne derse kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz doğru. O ne isterse koşulsuz kuralsız alacaklı. Aşktı bu, başka izahı yoktu.
Her fermanın altında bir imza, üzerinde bir tasdik mührü. Yaratılış tamamlanınca şimdi bu mükemmele bir onay gerekti. Kabul ve bunun İkrarı gerekli. Âdem kendi rüyasına uyandığı ânda, ilahi hitap geldi. Emir suretindeydi.
O'nun hitabı duyulurken cennetin her köşesinde meyvelerle donanan dallar, altın tahtlar, gümüş ırmaklar. Gel deyince gelen taşlar, getir deyince getiren ağaçlar.
İç içe açılan ışıklı salkımlar, salkımlardan dökülen parıltılar, suya değen yıldızlar, havuzlar, havzalar.
Işıltılarını saça saça kırılan dalgalar, yükünü taşıyamayan kristal bulutlar.
Yan yana duran, bir hizaya gelen, birbirini sema eden, devre¬den gezegenler, devirler, devrî-i daimiler.
Yerden göğe kadar kandiller, nurlar, revnaklar. Şavklar, şualar, tayflar.

Yakamozlar, şevkler, ziyalar.
Bütün bir cennet varlığı ürperdi. Bir varlığı olan her şey edep ve muhabbetle, asalet ve cazibeyle, gözün görmediği kulağın işitme¬diği güzellik suretiyle kendisini gösterdi. Çoğaldı, yenilendi, kendi¬sini gerçeğinde bildi.
Âdem toprağın üzerinden alnını kaldırmamışken daha meleklere de Adem'e secde etmeleri emredildi.
Deniyordu ki: Secde edin.
Yani, onun üstünlüğünü seksiz şüphesiz kabul edin. Değerini bilin. Bilmekle kalmayın bildiğinizi de gösterin. Ona selâm edin. Ona selâm ederken Bana yönelin. Eğilin onun önünde, Benim ruhumdan bir parçanın önünde eğilir gibi eğilin.
Âdem’in gözü o cennet ânında bir daha göklere ilişti. O daha su ile toprak arasındayken bir mim remzinde gökleri doldurmuş aklı evvel aydınlığını fark etti.
Bir daha nokta.
Nuru Muhammedi
Bir daha her şey o Nokta’nın içindeydi.
İsimleri öğrenmemişti henüz Âdem. Senden iki cümle, ben¬den bir cümle. O da tekrar, o da ezber. Bu metni henüz sökemedi, bu müsemmayı çözemedi. Ama ruhunun üzerine, isminin içine, alnının parıltısına, unutamayacağı bir harf mührü, zamanın zarfını bekleyecek bir nur nakşetti.
MELEKLERİN CÜMLELERİ
Âdem eşyanın kelimesini bilip isimlerini söyleyince, melek¬ler lâl kesilip de Adem'in karşısında sadece susabilince; o zaman cennet güllerinin sularıyla yıkandı ışıklı gözleri. Yağmur kuşları yağmuru, denizin balıkları denizi kavrar gibi kavradılar gerçeği. Huzursuzlukları sükûnetin şelâlesinden dökülüverdi. O masum ama güçlü sorulan, hiç sorulmamış gibiydi.
Sıra sıra, dalga dalga geldiler. Âdem’in çevresine saf olup dizildiler. Başlarını hafifçe önlerine eğdiler. Bir esinti. Bir ışık seli. Her şey onlarla doldu. Rüzgâr olup da cennetin üzerinden geçmiş¬lerdi. Yaprak titreyince gölge titrer, şimdi her biri göklerden kendi-ne yer beğenmişlerdi. Üzerlerinden cennet kokuları geçerken, saçları alınlarında halkalanırken,
Bir yanlarından bakan diğer yanlarını seyredebilecekken, o kadar ışık ve suya dönüşmüşlerken,
ve bütün çokluklarına, her yandalıklarına rağmen erişilmezcesine güzellerken, daha güzeli yokken, Âdem onları, bu saklı inciler gibi ölümsüz güzellikleri asla unu-tamayacakken.
Hep bir ağızdan, kendi dillerince ve letafetle terennüm etti¬ler. Bir önsöz yaptılar, bir giriş söylediler: Ey âdemlerin Âdemi. Sana selâm durmaya geldik şimdi. Kabul buyur, bizimki bir selâm secdesi. Cennetin, genişliği gökler ile yer kadar olan o yerin; Dalları birbirine sarmaşan ağaçları, yüklü dalları bükülmüş kirazları, çiçeklerle bezenmiş akasyaları, saikım salkım muzları, dikensiz sedirleri, meyve dolu sidreleri , ağaçlarda münhanileri, nar bahçeleri, yayılıp uzanmış gölgeler' mor zambakları, beyaz gelincikleri, altın kumlan, gök zümrütleri, kızıl yakutları, köşklerinin incileri, ırmaklarının şerbeti, yakamozları, yağmurları, yıldız kümeleri, bilindikten başka güneşleri, bambaşka gökleri. Tuba'sı, Main’im Kevser’i. Cennetin bildiğimiz bilmediğimiz her tasviri, hayale sığar sığmaz resimleri, nesi varsa nesi, cümlesi. Bütün cennet ayetlerini sözcüklerinde çağrıştırarak kendi dillerince bu sedaya katıldı.
Ama belli ki Âdem’in mahiyetini en fazla da onun yaradılı¬şını sual eden melekler anlamıştı.
Dediler ki: Dünya bir tecelli yeridir. Görünen O değil ama O'nun isimleridir. Adem'se halifedir. Aslen değil vekâletendir. Aynen değil suredendir. Temsilendir. Mecazendir. Ama yine de O'nun İçindir O'nun yerinedir.

Bu cümledeki anlam bir netice hükmü, Âdem’in özü özeti, bir sonsözdü haddizatında. Bundan sonra melekler ne demişlerse, bu ilk cümleye eklenmiş birer yan cümlecikti. Ama ezgileri o kadar güzeldi ki Âdem içinden, hiç durmasalar, diye geçirdi. Sermestti.
Melekler başlarını rüzgârda dalgalanan altın başaklan gibi hafifçe eğmişlerdi ki soylu cümlelerin devamı geldi. Mademki Âdem halifelik için seçilmişti, ikinci cümle seçilmiş ligin sebebiyle ilgiliydi:
Üstünlüğün eşyayı tanımanda. Onları bir isimleriyle say¬manda. Konuşmanda. Konuşmak ki düşünmektir, düşünmekse Özgür bilinç halidir. Bildik, üstünsün. Amenna! Meleklerin üçüncü cümlesi Âdem’in hür İrade-tercih hakkı üzerineydi. Melekler bu cümlenin üzerinde biraz fazla durdular. Âdem’e kendi mahiyetini anlatmakta ısrarlıydılar. Söze kendi mahiyetlerinin istikametinden, Âdem’inse karmaşıklığından başla¬dılar. Konuşurken Âdem’den de kendilerinden de bazen üçüncü kişiden bahseder gibi bahsettiler, yeri geldi doğrudan hitap ettiler. Dediler ki: Melek. Kötülük yeteneği yok. Onların içinde, uyanabilir bir kötülük bile yok. İçlerinde ne vesvesenin amansız sesi ne şüphenin gizli ateşi gezinebilir. Başkaldırmaklar. İsyan nedir bil¬mezler. Emre karşı gelmezler. Yaklaşmazlar günaha, bulaşmazlar. Masumlar, korunmuşlar. Sadece iyiler. Serapa güzellikler. Tek özel-likler. Rüzgâr esmekten, kuş ötmekten başkasını nasıl bilmezse; akmamak nasıl suyun elinde değilse, melekler de güzelliğin kayna¬ğına, yaradılış gayelerine doğru akıp duruyor. Teşbih. Tahmid. Tekbir. Başka türlüsü mümkün olmadığı için, öyle oluyor. Oysa Âdem, ey güzel yolcu, sen Öyle misin? Hatırla nasıl yaratıldığını. Bu toprak bedene neler katılıp karıldığını, suyuna Mizacına neler karıştırıldığını. Hani ruhun, hamurunun yoğrulma¬sına tanık tutulmuştu. Bir yanın karanlık senin bir yanın ışık .Bir yanın melek kanadı bir yanın şeytan ıslığı .Bir yanın çamur beden, bir yanın kutsal ruh. Bir yanın iyiliğe açık bir yanın iyiliğe kapalı. Tek başına ne duru iyilik ne de saf kötülük sensin. Ne baştan ayağa cennetsin ne de tümüyle cehennemsin. Aynı ânda birbirine zıt İki şeysin, içinde İyilik ve kötülüğü besleyip büyütecek yeteneğe aynı ânda rastlayacaksın. Hataya da sevaba da aynı derecede ehli¬yetli olacaksın. Bir yanın yükselmeye çekecek seni bir yanın düş¬tükçe düş diyecek. Zirvelerle çukurlar arasında gidip geleceksin. Ama. Bu ikilik kabahatin değil senin mahiyetin. Üstünlüğün, zayıflığın olan bu şeyde. Tepeden tırnağa çamursun Âdem ilk bakış¬ta. Toprağın topaklığına batmış gibisin. Ama bu halinle kıymetli¬sin. Çünkü bu halini aşabilirsin. İçindeki kutsal ruha sahip çıkabi¬lirsin. İşte o zaman melek değil ama melekler gibisin. Ve ey Âdem unutma, böyle bir tartıda melek gibi olmak melek olmaktan ağır çeker. Çünkü sen o iki şey arasında Özgür irade-bilinçli seçimsin. İşte o zaman, her halinle değil ama bu halinle, düşmenle değil yükselmenle, esfel-i safilîninle değil Ahsen-i takviminle, yani insan-ı kâmilinle bizden yücesin İşte o ânda secdeye eğersin. Sözün özü Ey Âdem, Baş dikmeye, isyan etmeye, hataya düşmeye senin gücün var da meleğin gücü yok. Yani bir iktidar çekimi senin insanlığını meş¬rulaştıran .Seç seçebildiğin! .Ne olmak istersen, o sensin. Cümlelerin cümlesi, selâm cümlesi. Yaratıcı' dan başkasına secdesi mümkün olmayanların duru kalplerine koyulan bu kabule secde, mecaz olarak yetti. Melekler secde etti. Halleri. Kelâma sığar gibi değildi. Doğrusu, kendisine secde edilen de, bu toprak beden, bu Âdem değildi. Âdem sadece Âdem değildi.
Bütün insanlığın temsili onda gizli. Ezel bez minin tek sorusu¬na o uğultulu cevabı verenlerin, kıyamete değin şu dünya üzerinden gelip de geçeceklerin hepsiydi. Âdem hepsini arkasına almış, muaz¬zam bir insanlık ümmetinin Önünde tek imam, tek müezzindi.
Şimdi önünde secde edilen, kendisine selâm verilen, kadri kıymeti bilinen, değeri fark edilen de bütün bir insanlık ailesi, benî âdem' di.Âdem. Cennetin gölgeliklerinde, emaneti yüktendi. Masumdu henüz. Omuzlarında bir ağırlık, kalbinde bir ağrı hissetmedi. Dağlara taşlara kalsa bu emanet taşınır gibi değildi.
Cennetin hatırası hatırında böyle canlı durmasa. Dünya böyle güzelken bırakıp gitmek ne kadar zor, diyebilirdi. Ama bir cennet hatırası, bütün dünya gerçeğini hükümsüz kılabilecek denli gerçekti. Arada bir dünya ömrü . Bitti, dediğinde başladığı yerdeydi. Gözlerini son bir kez açtı. Bu kez geriye değil. Başının üzerin¬ de gölgelenen tüllenen, kokusunu verip çiçeklenen dünya ağacına baktı. Elini uzattı. Yaseminler döküldü parmak uçlarından. Tanıklık eden parmağıyla, ağacın gördüğü resmi unutmayan gövdesine kendisinden bir işaret bıraktı. Ağaç eğildi üzerine İyice, dallarını yapraklarını uzattı. Âdem’i sardı, kucakladı Meyveleri sanki ışıktandı, sudandı, kokudandı, nazdandı, rengârenkti, camdandı. Ateş rengi çiçekleri vardı. Gel, der gibiydi yeniden. Âdem gülümsedi. Ey ağaç, dedi, nereye çağırıyorsan oradan geliyorum ben.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.