Arama

Buzul ve Buzullaşma - Tek Mesaj #2

MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #2
MARLON - avatarı
Ziyaretçi

Bilim adamları, Grönland`daki buzulların, daha önce sanılandan çok daha hızlı erdiğini açıkladı.

Araştırmacılara göre, küresel ısınmanın önü alınmazsa Grönland`daki buzulların erimesi yaklaşık bin yıl sürecek. Ancak son bulgular bu sürenin tahmin edilenden daha kısa olacağını gösteriyor.

NASA ve Kansas Üniversitesi`nin raporuna göre, bu durum deniz seviyelerinin yükselmesinde de katalizör etkisi gösterecek. Grönland buzullarının tamamı erirse deniz seviyesi yaklaşık 7 metre yükselecek.

Yükselme hızı üçe katlandı
Analizlere göre Grönland`dan Atlas Okyanusu`na akan buzul miktarı son beş yıl içinde iki katına çıktı. Bu da Grönland`ın deniz seviyelerinin yükselme hızına etkisini, 1996`da yapılan tahminlerin üç katına çıkardı.

NASA bilim adamı Eric Rignot, "daha önce deniz seviyesi yükselme hızının 10 kata kadar çıktığını biliyoruz. Ama bir 10 kat daha artarsa bununla başedebileceğimizi hiç sanmıyorum" diyor.
Erime 10 kata çıktı
1996`da Grönland`dan eriyen buz tabakası hacmi 100 kilometreküp olarak ölçülmüştü. 2005`te eriyen kütle ise 220 kilometreküp hacminde. Örnek: 10 milyon nüfuslu Los Angeles`ta yılda sadece bir kilometreküp su kullanılıyorSon 20 yılda Grönland`da hava sıcaklığı 3 santigrat derece arttı. Artan sıcaklıklar ise buzulların erimesine yol açıyor. Örneğin Helheim Buzulu, her gün bir futbol sahasının yarısı büyüklüğünde buz kaybediyor. Araştırmalar sürüyor
Grönland buzulları yaklaşık 1.7 milyon kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Tamamı eridiğinde deniz seviyelerinde 7 metrelik yükselmeye sebep olacak tabakanın kalınlığı ise 3 kilometre.


İklim Değişiklikleri: Tehlikede olan nedir?
Michele Fabbri

2003 yazı Güney Avrupa’ya çok şiddetli bir kuraklık getirdi. Bazen mevsim normallerinin 8 ilâ 10 derece üzerine çıkan çok yüksek sıcaklıklar kaydedildi.
Bu olağandışı sıcaklık dalgası, Avrupa çapında ölüm oranlarının artmasına ve binlerce insanın ölümüne yol açtı. Eylül ayında durum köklü bir değişim gösterdi ve orta ve güney İtalya’da, Fransa’da ve İspanya’da büyük seller görüldü.
Bu durum kamuoyunda mevsim değişikliklerine yönelik ilgiyi arttırdı, fakat kutuplardaki buzların erimesi ve ozon tabakasındaki deliğe ilişkin alışıldık yorumların ötesinde, meydana gelen değişiklere dair global bir görüş yok.
Şüphesiz, birçok ülkede hükümetlerin ve egemen sınıfın tutumu buna katkıda bulunuyor. 30 yıllık iklim konferanslarından sonra 1997 yılında Kyoto’da yapılan konferansta, nihayet karbondioksitin (fosil yakıtlarının kullanımı sonucunda meydana gelen), metanın (çöplüklerden ve çiftlik hayvanı yetiştiriciliğinden kaynaklanan), diazot monoksitin (tarımsal ve kimyasal üretimden kaynaklanan) ve endüstride kullanılan üç florlu bileşiklerin emisyonunun azaltılması önerildi. Kyoto Protokolü, sanayileşmiş ülkeleri 2012 yılına kadar global emisyonları 1990 seviyelerine kıyasla %5,2 oranında azaltmaya mecbur kılıyordu. Bu belge imzalanalı altı yıl olmasına rağmen, birkaç istisna dışında birçok ülke emisyonlarını artırdı.
Karbondioksit (CO2), sera etkisi sağlayan temel bir gazdır. Bu yararlı etki sayesinde, Ay ve Mars yüzeyinde görülebilen keskin sıcaklık dalgalanmalarının yeryüzünde oluşması önlenmektedir. Eğer bu olmasaydı yeryüzünde yaşam olanaksız olurdu. Fakat ısınma önceden kestirilemez sonuçları olan iklim değişikliklerine yol açtığında, bu olumlu etki tam tersine dönüşebilir.
Çoğu ülke henüz Kyoto Protokolünü onaylamadı. Özellikle ABD onaylamayı reddediyor. Şayet ABD dahil olmazsa ve diğer ülkelerin hedefleri aynı kalırsa, %5,2’lik emisyon düşürme hedefi otomatik olarak %3,8’e inmiş oluyor! Atmosferdeki sera gazı yoğunluğunu sabitlemek için, üretilen karbondioksit ile doğal sistemler tarafından emilen karbondioksit arasındaki farkın sıfıra eşit olması gerekir. Yani ortalama global emisyon oranı ortalama global emilim oranına eşit olmalıdır.
Bu dengeye ancak global emisyonların derhal %50 ilâ 60 oranında kısılmasıyla ulaşılabilir. Eğer bu kısıntı şimdi değil de 30 veya 50 yıl içinde yapılırsa, kesintiler global emisyonun %80’ine eşit olmak durumunda kalacak.
Şu anda, iklimsel evrimi, 21. yüzyılın geri kalanı şöyle dursun, gelecek 20-30 yılın ötesine geçecek kesinlikte öngörmek için yeterli bilimsel bilgi yoktur. Bununla birlikte bazı veriler tartışma götürmez ve şüphesiz endişe vericidir.
Sera gazları
Sanayi devriminin başlangıcı olan 1750-1800 yılından bu yana, karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve diazot monoksit (N2O) gibi sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğu önemli ölçüde artmıştır. Özellikle CO2 280 ppmv’den yaklaşık 370 ppmv’ye,[1] CH4 700 ppbv’den yaklaşık 1750 ppbv’ye. ve N2O 275 ppbv’den yaklaşık 315 ppbv’ye yükselmiştir. 20. yüzyılın ortalarına kadar mevcut olmayan kloroflorokarbonlar (CFC) son 50 yıl içinde öylesine hızlı artmıştır ki, sadece doğal sera etkisi bakımından değil, aslında aynı zamanda Atlantik üzerinde aşınmış olan stratosferik ozon tabakası için de bir tehlike oluşturmaktadır. Sera gazlarının birçoğu atmosferde yüzlerce yıl kalıyor ve iklimimizi asırlar boyu etkileyecekler.
Kutuplardaki buzdağları ile ilgili çalışmalar bize, atmosferdeki karbondioksit yoğunluk seviyesinin son 420 bin yılın en yüksek seviyesinde olduğunu gösteriyor. Henüz kesin olarak doğrulanmasa da, bu büyük bir olasılıkla son 20 milyon yılın en yüksek seviyesi. Atmosferdeki hızlı karbondioksit artış oranı –%8’i son 20 yılda gerçekleşmek üzere 250 yılda %32– kesinlikle son 20 bin yılın en yüksek oranıdır.
Koruların ve ormanların yok edilmesi özellikle tropikal alanlarda inanılmaz bir hıza ulaşmıştır. Korular ve ormanlar, fotosentez işlemiyle atmosferden karbondioksiti emerler, dönüştürürler ve atmosferdeki karbondioksitin emilmesi ve yeniden çevrilmesinde en temel aracı oluştururlar. Son yıllarda, her yıl İsviçre büyüklüğünde bir alanın çölleştiği hesap edilmektedir.
Dünya yüzeyinin insanoğlu tarafından dönüştürülme sürati, nüfussal büyümeye ve ekonomik ve endüstriyel gelişmeye bağlı olarak hızla artmaktadır. Bu da küresel iklim enerji dengesindeki değişiklikleri tetiklemektedir. Bunun da ötesinde, özellikle Asya, Güney Amerika ve Afrika’da kentlerin yayılma ve yoğunlaşma süratinin artması, tarım için toprak kaynaklarının yoğun kullanımı, kara ve deniz kirliliği ve insanoğlunun son yüzyıldaki diğer faaliyetleri, gezegenin güneş enerjisi emme kapasitesini ve güneş radyasyonunu uzaya yansıtma kapasitesini değiştirmiştir.
İklim sistemiyle ilgili son çalışmalar, gezegenimiz ikliminin son birkaç on yılda, mevcut sosyo-ekonomik eğilimler ve doğal kaynakların kullanımı değiştirilmediği takdirde gelecek 50 ilâ 100 yıl içinde hem çevre hem de insan toplumunda derin ve geri döndürülemez değişikliklere yol açabilecek olan dönüşümlere uğradığına dikkat çekmektedir.
Aşağıdakiler, IPCC (Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliklerini araştıran branşı) tarafından yapılan son araştırmalarla tespit edilen değişikliklerdir ve şu anki bilimsel bilgiyi göstermektedir.
Küresel sıcaklık değişiklikleri
Gezegenimizin ortalama küresel sıcaklığı 1800’den bu yana 0,4 ilâ 0,8 oC artış göstermiştir. Şayet minimum ve maksimum sıcaklık değişim derecelerini daha yakından (günlük, aylık ve yıllık olarak) incelersek, gezegenimizin küresel ısınmasının, maksimum sıcaklıklardaki değişimlere değil, iki kat hızlı artmış olan minimum sıcaklıklardaki yükselişe bağlı olduğu görülebilir.
Kutup buzullarına ilişkin olarak, en azından güvenilir verilerin elde edilebildiği 1970’ten bu yana, küresel sıcaklık artışı ile buzların erimesi arasında kesin bir ilişki görülememektedir. Var olan bilgiler, Antarktika buzdağının sabit kaldığını ve son zamanlarda genişleme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Diğer taraftan Kuzey kutbu son birkaç on yıldır belirgin bir şekilde küçülmeye uğramıştır.
Orta enlemdeki buzullar göz önüne alınacak olursa, bunlar, hacim ve alan olarak küçülme eğilimindedir. Özellikle kuzey yarımkürede, yüksek dağlardaki buzullarda ve orta/alçak enlemlerdeki sıradağların buzullarında bu durum çok açıktır. Mevcut hızla giderse, yüksek dağlardaki buzullar bu yüzyıl sona ermeden yok olabilir.
Yağış, kuraklık ve olağanüstü meteorolojik olaylar
Yıllık toplam yağış miktarına bakıldığında, şiddetli yağışların özellikle kuzey yarımkürede ve orta/alçak enlem bölgelerinde arttığı açıktır. Ne var ki, güney yarımkürede önemli bir değişim kaydedilmemiştir. Kuraklıktaki artış özellikle 1970’ten beri ciddi şekilde kötüleşmiş olan Sahra’nın güneyindeki Sahel bölgesinde, Güney Afrika ve Doğu Asya’da aşikârdır. Kuraklıkların sıklığındaki artış, Güney Avrupa ülkeleri (İspanya, Güney İtalya, Yunanistan, Türkiye) ve ABD’nin güney kısımları gibi bölgelerde de yaşanmaktadır.
Aşırı yağışı (şiddetli seller), aşırı uçtaki sıcaklıkları (hem sıcak, hem soğuk) ve fırtınaları (hortumlar, kasırgalar vb.) birbirinden ayırt etmek gerekir. Bugüne kadarki aşırı yağışlarla ilgili olarak, IPCC çalışmaları yıllık toplam yağış miktarının arttığı bölgelerde şiddetli sellerin de artmış olduğunu göstermiştir. Bu bölgelerde genellikle yağış daha şiddetli ve daha kısa süreli olma eğilimindedir. Doğu Asya bölgelerinde yıllık toplam yağış miktarı azalıyor olmasına rağmen, aşırı yağışlar ve seller yükseliştedir.
Aşırı uçtaki sıcaklıklar göz önüne alındığında, mevcut veriler en düşük sıcaklıkların sıklığında bir düşme olduğunu gösteriyor.
Fırtınalar ayrı olarak ele alınmalıdır. Küresel olarak, tropikal hortumların (ve akraba fırtınaların: boralar, tayfunlar, kasırgalar vb.) sıklığında veya tropik bölgelerin dışında gerçekleşen hortumların sıklığında bir artış olduğu kesin değildir. Fakat bunların sebep olduğu hasarların artmış olduğu gözlenmektedir. Bu durumda, fırtınaların sıklığı değişmemiş olsa bile, yoğunluk ve tahribatlarının artmakta olduğu görülmektedir.
İklim Değişikliği Hipotezleri
İklim tahmini için kusursuz bir modelimiz olsaydı bile, geleceğe ilişkin tahminimiz her halükârda, nüfus artış hipotezlerine, kaynak kullanımına ve genel olarak dünyanın sosyo-ekonomik gelişimine bağlı olurdu. Gelişme hipotezlerine dayalı senaryolar kurmak mümkün. Bu bağlamda, 1999-2100 periyodunda gezegenimizin ortalama küresel sıcaklığı, insan faaliyetine bağlı olarak minimum 1,4 oC’den (en iyimser senaryo ile) maksimum 5,8 oC’ye (en olumsuzundan) kadar artış gösterebilir.
Henüz iyi bir simülasyonu yapılamamış olan su çevrimi ve dalgalanmalara açık olan karasal su sistemleri, bu değerlendirmelerde hatalara sebep olabilir. Küresel ölçekte bu yanlışlar nispeten küçük görülebilirse de, alt-kıtasal ya da lokal düzeylerde bunlar ısınma olgusunda bir abartıya veya eksik değerlendirmeye yol açabilirler.
Eğer bugün aşağı yukarı yıllık %1 olan atmosferik karbondioksit yoğunluğu artış oranının korunacağı hipotezine dayanan gelecek projeksiyonlarını incelersek, yaklaşık 70 yılda atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun bugünkü seviyesinin iki katına çıkacağı ve gezegenin ortalama sıcaklığının yaklaşık 2 oC artacağı sonucu çıkarılabilir. Yoğunluk değişmese bile sıcaklık artmaya devam edecektir. Aslında sıcaklık gelecek 70-100 yıl içinde kabaca 1,5 oC artacak ve 2140-2170 yılları arasında şimdiki seviyesinin yaklaşık 3,5 oC fazlasına ulaşacaktır. Bir başka deyişle, karbondioksitin atmosferdeki yoğunluğunun sabitlenmesi ile sıcaklık artışının sabitlenmesi arasında bir gecikme söz konusudur. Eğer karbondioksit yoğunluğu durmayıp da şimdiki seviyesinin dört katına çıkarsa, sıcaklık artışı da devam edecek ve 2100 yılında 3,5 oC, 2150 yılında ise yaklaşık 5,5 oC’ye ulaşacaktır. 2200’den sonra 7 oC civarlarında istikrar kazanacaktır.
Şüphesiz ki, karbondioksit yoğunluğundaki artışlara bağlı sıcaklık artışları, atmosferdeki karbondioksitin artış hızına bağlı olarak yıllar hatta asırlar alan bir gecikmeyle gerçekleşiyor. Yıllık %1’lik bir artış durumunda, gecikme 70-100 yıl olarak hesaplanabilir.
Sıcaklık ve Yağış Artışı
Çok değişken bir olgu olan yağış rejimi değişikliklerinin değerlendirilmesi, on yılların veya grup halinde birkaç onyılın ele alındığı zamana bağlı ortalamalar ve mekâna bağlı ortalamalar göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. 20 yıllık dönemler dikkate alındığında, 2060-2080 periyodunda küresel yağış ortalaması %2,4’lük bir artış göstererek büyüme eğiliminde olacaktır. Aynı dönemde atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu iki katına çıkacaktır.
Bu artış orta ve yüksek enlemlerde daha fazla, düşük enlemlerde daha az olacaktır (hatta buralarda azalışlar bile görülebilir). Olağanüstü yağış şiddeti, küresel yağış ortalamasının artışı ile birlikte, daha da artacak ve olağanüstü olayların olasılığı da artış eğiliminde olacaktır.
Deniz Seviyesi Yükselmesi
Geleceğe ilişkin projeksiyonlar, küresel deniz seviyesinin 2090 yılında minimum yaklaşık 20 cm, maksimum yaklaşık 50 cm yükseleceğine işaret ediyor. Aslında eğer küresel sıcaklık ortalaması 2 oC’den fazla artarsa, 2100 yılından itibaren maksimum yükselme 75 cm’ye ulaşabilir.
Okyanusların ısıl genişlemesi, orta ve alçak enlemlerdeki buzulların erimesi ve kutuplardaki buz tabakalarının erimesi dahil olmak üzere birçok faktör deniz seviyesinin yükselmesine katkıda bulunuyor.
Deniz seviyesindeki yükselmenin başlıca nedeni okyanusların ısıl genleşmesidir. Deniz seviyesindeki yükselme yerkürenin değişik bölgelerinde farklılıklar gösterir. Akdeniz’de bu artışın, 2090 yılı itibariyle 20-30 cm arasında olacağı öngörülüyor. Bununla birlikte, bu yüzyıl sona ermeden bir metre yüksekliğindeki bir sel, bütün metro ağı ve üç ana havaalanı dahil olmak üzere New York’un büyük bir bölümünü sular altında bırakabilir. OECD hasarın 970 milyar dolar olabileceğini hesaplıyor. Bangladeş, Çin, Mısır ve Nijerya’nın yoğun nüfusa sahip nehir deltalarının tümü deniz seviyesinin altındadır ve sel riskiyle karşı karşıyadır. Zarar ölçülemeyecek boyutlarda olabilir.
Bunlardan hareketle IPCC, Kyoto Protokolünün uygulanması konusunda aşağıdaki görüşleri öne sürmüştür:
1) Başlıca sera gazı olan karbondioksitin küresel emisyonu, halihazırda gezegenin doğal emilim kapasitesinin iki katı seviyelerinde olduğu için, emilemeyen fazlalık yaklaşık 70-100 yıl atmosferde kalma ve birikme eğiliminde olacaktır. Dolayısıyla, IPCC, doğal dengeyi tekrar sağlamak için karbondioksit emisyonunda acilen en az %50 veya eğer geçmiş birikme de hesap edilirse %50’den daha yüksek oranda kısıntının yapılması gerektiğini düşünüyor.
2) Karbondioksit emisyonunun bugünkü seviyelerinde veya uluslararası görüşmelerdeki gibi 1990 seviyelerinde sabitlenmesi, atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun sabitlenmesine değil, küresel emisyon ve küresel emilim arasındaki verili dengesizlik dikkate alındığında sürekli büyümesine yol açacaktır. Oran, atmosferdeki birikme oranına ve ortalama karbondioksit ömrüne (yaklaşık 100 yıl) bağlı olacaktır. Diğer taraftan, metan ve diazot monoksit gibi diğer sera gazlarının emisyonunun sabitlenmesi ancak bu gaz konsantrasyonlarının atmosferde sabitlenmesine yol açacaktır, ama o da birkaç onyıldan sonra.
3) Karbondioksitin ve diğer sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğunun sabitlenmesinden sonra sıcaklık artmaya devam edecek ve ancak 70 yıl veya daha fazla gecikmeden sonra sabitlenecektir. Yani şu an itibariyle biz gelecekteki insan kaynaklı muhtemel iklim değişikliklerini yavaşlatabilir fakat yok edemeyiz.
İklim Değişikliğinin Avrupa ve Akdeniz’deki Etkisi
İklim değişikliğinin Avrupa’daki çevresel etkilerine gelince, dünya nüfusunun büyümediği, sosyo-ekonomik gelişimin durakladığı ve sanayileşmiş ülkelerde ekonomik büyümenin sıfır olduğu bir varsayımsal durumda bile, atmosferdeki sera gazları artmaya devam edecektir. Gelişmekte olan ülkelerdeki yaşam koşulları da iyileşmek zorunda olduğuna ve bu onların hakkı olduğuna göre sonuç aynıdır. Şu anda dünya nüfusunun %80’i bu ülkelerde yaşıyor. Bu süreç, ancak bu gazların emisyonunu asgariye indirecek bir teknolojik devrimle durdurulabilir.
Özellikle Güney Avrupa ve Akdeniz bölgesinde sel riski kadar, su kaynaklarında kıtlık riski de artacaktır. İklim değişiklikleri Kuzey ve Güney Avrupa arasındaki farkları daha da öne çıkaracak, kuzeyde çok fazla su birikirken güneyde yeterince olmayacak.
Toprak kalitesi bütün Avrupa’da bozulmaya başlayacak. Kuzeyde bozulma büyük ölçüde yüksek yağış miktarı ve artan sel riskiyle oluşan toprak kaymalarına bağlı olacaktır. Güneyde ise bozulmaya, düşük yağış ve artan kuraklık riskine bağlı toprak kayması ve besin kaybı yol açacaktır.
Ortalama sıcaklığın yükselmesi ve atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun artması, doğal ekosistemlerin dengesini değiştirebilir, hatta gördüğümüz tüm manzarada değişikliklere yol açabilir. Muhtemelen, orta enlemlerdeki kozalaklı ağaç ormanları ve tipik kuzey ormanları şu anda yüksek Avrupa enlemlerinde bulunan tundraların yerine geçerken, Akdeniz ekosistemi ve bitki örtüsü de Orta Avrupa’da görülmeye başlayacak. Akdeniz bölgesinde, orman yangınlarında artma eğilimi gözlenirken, bugünkü ekosistemin ve canlı çeşitliliğinin bütünüyle kaybedilme riski de belirecek. Bu değişimlerin sonuçları, aynı zamanda faunayı özellikle de göçmen faunayı etkileyecek.
Tarım: Atmosferde karbondioksitin artması kuzey ve orta Avrupa’da tarımsal üretkenliğin artmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan güney Avrupa’da, suyun ulaşılabilirliğindeki azalış ve sıcaklık artışı tam tersi bir etki yaratacak gibi görünüyor. Bütün olarak ele alındığında, Avrupa’da toplam tarımsal üretkenlik kayda değer bir değişim yaşamayacaktır, ama farklı bir dağılım gözlenecektir. Aslında bunun kuzeydeki etkisi pozitif olabilir ve Güney Avrupa’daki bütün negatif etkileri dengeleyebilir.
Olağanüstü Olaylar. Olağanüstü meteorolojik olayların sıklığındaki muhtemel artış, konutlarda, üretim tesislerinde ve altyapılarda ekonomik ve sosyal hasarın artmasına yol açacak. Sıcaklık artışı ayrıca insanların serbest zaman kullanımlarının da değişmesine neden olacak. Özellikle turistik etkinliklerin ve açık hava etkinliklerinin Kuzey Avrupa’da hareketlenmesine ve güney Avrupa’da azalmasına neden olacak. Akdeniz bölgesinde, su kaynaklarının azalmasıyla birlikte daha sık ısı dalgalanmaları ve kuraklık, şu anda yaz dönemine yoğunlaşmış olan turistik alışkanlıkları değiştirebilir. Daha az kar yağışı ve buzulların gitgide daralması Alplerin kış turizmini etkileyebilir. Eğer olaylar bugünkü tempoyla devam ederse, Alp buzulları bu yüzyıl bitmeden önce tamamen yok olabilir.
Deniz-Kıyı Çevresi. Deniz seviyesindeki yükselme Avrupa’nın Akdeniz kıyı bölgelerini tehlikeye sokacak. En büyük problem, nehir deltalarındaki sulak alanların kaybı, tarımdaki ve içilebilir suyun erişebilirliğindeki sonuçlarının yanı sıra tuzlu suyun kıyı tatlı su yataklarını istilası ve kıyı erozyonunda artış olacaktır. Kuzey Avrupa’da en fazla etkilenecek kıyı alanları, Baltık kıyıları, özellikle de Polonya’dır.
Alternatifler nelerdir?
Yakın tarihli bir ENEA (yeni enerji kaynaklarını araştıran İtalyan kurulu) araştırmasına göre:
“…emisyonu ciddi ölçüde azaltmanın ve iklim değişikliklerinin negatif etkisini asgariye indirmenin tek gerçekçi yolu, insanoğlunu neredeyse yalnız fosil yakıt ve büyük çapta doğal kaynak kullanımına dayalı bugünkü sosyo-ekonomik sistemden, fosil yakıt ve doğal kaynak kullanımından bağımsız (veya hemen hemen bağımsız) bir sosyo-ekonomik ve gelişim sistemine geçirecek bir enerji “devrimi”ni gerçekleştirmek üzere, ulusal ve uluslararası ölçekte büyük bir ortak bilimsel, teknolojik ve mekanik araştırma ve geliştirme çabası olacaktır.
“Uluslararası tavsiyelere göre, temel bilimsel etkinliğin başlıca alanları şu konularla ilgilenmelidir:
“a) iklim araştırması ve küresel gözlem (kesin iklim analizleri ile tahminler, ve etkilerin ve risklerin detaylı tanımı);
“b) yeni ve keşfedilmemiş birincil enerji kaynakları (sera gazı emisyonu olmayan kaynaklar)
“c) yeni güç kaynakları ve ikincil kaynaklar (hidrojene ve karbon içermeyen diğer güç kaynaklarına ilaveten, Bor ve Alüminyumun iyi bir olasılık olduğu görünüyor);
“d) hem geleneksel hem yeni güç kaynaklarından yararlanmanın yeni yolları (üretimde karbon yoğunluğunun ve enerji kullanımının azaltılması)
“e) küresel enerji yoğunluğunu azaltacak yeni sistemler ve/veya teknolojiler (enerji gelişimi ve tüketimi arasındaki mevcut oranın azaltılması)”
Şu ana kadar yapılmış olan uluslararası anlaşmalarla yukarıdaki öneriler karşılaştırıldığında, hükümetlerin ve egemen sınıfın, iklimi daha şimdiden dramatik bir biçimde etkileyen ve atmosfere salındıktan sonra 70-100 yıl boyunca geri dönüşsüz sonuçlara yol açacak olan maddelerin birikmesine müsaade ederek ateşle oynadığını görebiliriz. Aynı hükümetler bilimsel çevrelerin uyarılarını dinlemeyi reddediyor, araştırmalara az katılım sağlıyor ve kirlenmeyi tersine dönüştürmek için gerekli politikaları hayata geçirmeyi, çok pahalı oldukları ve ekonomilerini riske sokacakları iddiasıyla kabul etmiyorlar.
Nüfusunun üçte birinden fazlasının aşırı yoksulluk koşullarında ve sanayileşmiş ekonomilerin dışında yaşadığı bir dünyada, mevcut kirlilik düzeyinin katlanarak büyümesi, enerji kullanımı ile ekonomik gelişme arasındaki bugünkü ilişki kökten değiştirilmediği takdirde kaçınılmazdır. Fakat bu köklü değişimi olanaklı kılmak için, egemen ekonomik sistemin de kökten değiştirilmesi gerekir. Kapitalizm mümkün olan en az yatırımla en çok kârı gerçekleştirme arayışı üzerine kuruludur. O, temel güdüsü şirket kârları değil de insanlığın (sadece şimdiki neslin değil, gelecek neslin de) ihtiyaçlarının karşılanması olan büyük çaplı yatırım ve bilimsel araştırma seviyelerine ihtiyaç duyan böylesi bir destansı girişimin koşullarını yaratamaz.
Bush’un, Irak’ın işgali için ayda 4 milyar dolar harcarken, Kyoto Protokolünü onaylamayı ABD ekonomisine zarar vereceği gerekçesiyle reddetmesi, mevcut dünya düzensizliğinde, beklenen felaketi önlemek için gerekli olan –enerji, mal üretimi, ulaşım, tüketim ve işsizlik alanlarında– alternatifleri tasarlamanın ve üzerinde çalışmanın imkânsız olduğunun açık bir göstergesidir.
Şurası herkes için açık olmalı; problemin boyutu öyle bir hal almıştır ki, Kyoto’da önerilen emisyon azaltımı, atıkların geri dönüşümü ve şuraya buraya birkaç yeni park kurulması gibi kısmi önlemler yararlı fakat kesinlikle yetersizdir.
Tarihte ilk defa insanlık, onun doğumuna ve gelişimine şahit olan bu gezegeni yok edecek araçlara sahiptir. Ama aynı araçlar, kapitalist azınlığın elinden alınır ve işçi demokrasisi bağlamında kullanılırsa, hiçbir beşeri ve maddi kaynak israf edilmeden, bu gezegeni açlığın, savaşların ve sefaletin sonsuza kadar silindiği bir cennet bahçesine dönüştürebilir. Bizi bugünkü duruma getiren kararlarda hiçbir söz hakkına sahip olmayan nüfusun büyük çoğunluğu, neyin tehlikede olduğuna dair bilinçlendirilmelidir.

Avrupa ve ABD'li bilim adamları, sera etkisi yaratan gazlar ve küresel ısınma nedenyile Dünya'nın sanılandan daha hızlı ısınacağını söyledi. Sera etkisi yaratan gazların küresel ısınma üzerinde etkisi biliniyor. Bilim adamları, küresel ısınmanın da sera etkisini hızlandırdığının görüldüğünü, bu yüzden Dünya'nın tahmin edilenden daha hızlı ısınacağını söyledi. Bilim adamları, geçmişte Dünya Güneş'in doğal döngüsü nedeniyle ısınırken, atmosfere daha fazla sera etkisi yaratan gazların salındığını, sera etkisi yaratan gazların seviyeleri arttıkça Dünya'da ısının artığını belirtti.

Her 10 yıl daha sıcak

Dünya'nın, Güneş'in doğal döngüsünün son bulmasının ardından soğuduğuna ve bunun sera etkisi yaratan gazların yayılımını azalttığına dikkat çeken bilim adamları, geçmişte meydana gelen ısınma ve soğumaların fosil yakıtlardan etkilenmediğini ifade etti.Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı'nda görevli bilim adamı Margaret Torn, "bu, ısınmanın daha hızlı olduğu anlamına geliyor. Her 10 yıl, aslında olması gerektiğinden daha hızlı ısınıyor" dedi.

CO2 faktörü

Bilim adamları, bu bulgular ışığında dünyada beklenen ısı artışının 1.6 ile 6 santigrat derece olabileceğini belirtti. Mevcut iklim modelleri, ısıda 1.5 ile 4.5 santigrat derecelik bir artış öneriyor.Sonuçları 'Geophysical Research Letters' dergisinde yayımlanacak olan araştırmalar, Güneş'in doğal döngüsünün yol açtığı fazladan karbondioksitin (CO2) ısınmayı artırabileceğini gösteriyor.

30 yılda 0.6 derece ısındı

Küresel ısınmaya kısmen karbondioksit ve metan dahil olmak üzere sera etkisi yaratan gazların yayılması neden oluyor. Bu gazlar kendiliğinden ya da özellikle kömür ve petrol ürünleri gibi fosil yakıtların yanması sonucu atmosfere salınıyor.Dünya son 100 yılda 0.8, geçen 30 yılda ise 0.6 santigrat derece ısındı.


Grönland’ın 1000 yıllık ömrü kaldı
Küresel ısınma, Grönland’ın buzullarının tarihte hiç olmadığı kadar hızlı erimesine yol açıyor. Bilim insanları, Grönland’a 1.000 yıl ömür biçiyor

ST. LOUIS - Bilim insanlarının tahminlerine göre, 2005’te Grönland’dan eriyerek denize karışan su miktarı 1996’daki düzeyinin tam iki katına çıktı. Grönlad buzullarının bütünüyle erimesi halinde tüm okyanuslardaki su seviyesi 7 metre yükselebilir. Grönland’dan yılda eriyen buzul miktarı İstanbul’un yıllık toplam su tüketiminin tam 300 katı.

masaustu3bpt9

222182133be49tz9

Basından ;

‘Beyaz Kıta’ yok oluyor
ABD Başkanı Bush’un küresel ısınmayı inkar politikası sürerken, bilim insanları Antarktika’da 2005’te ortalama 150 kilometre küp buzun erimiş olabileceğini hesaplıyor.

blank

NTV-MSNBC VE AJANSLAR
Güncelleme: 20:01 TSİ 08 Mart 2006 Çarşamba

İSTANBUL - Küresel ısınma içten içe Antarktika’yı eritiyor. Bilim insanları, ‘Beyaz Kıta’nın her yıl en iyi ihtimalle 72 kilometre küp, en kötü olasılıkla da 232 kilometre küp buz yitirdiğini vurguluyor. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, İstanbul yılda 0.75 kilometre küp su tüketiyor. Eriyen buzlar okyanuslara karışarak küresel su seviyesinin yükselmesine neden oluyor.

Dünya’da 88 buzuldan 79’unda erime var

buz201

Afrika’da Kilimanjaro dağından tutun, Asya’da Tiyen-Şan dağlarına, Peru’daki And dağlarına, Alaska’dan Türkiye buzullarına, Alplere ve Himalayalar’a kadar hemen hemen bütün dağlardaki buzullarda büyük ve hızlı erime ve küçülme, bilim dünyasında dehşetle izleniyor.

Ekvator’da, mesela Afrika’nın merkezinde, o kavurucu sıcak kuşakta, tepesi karlı bir dağ olabilir miydi? Londra Kraliyet Coğrafya Derneği’nin bilgin üyeleri, bunu duyduklarında "Olamaz," diye bağırdılardı.. tabii eskiden.. O zamanlar yıl 1848’lerden önceydi!

Kilimanjaro Dağı üzerindeki karları 1848 yılında ilk gören Avrupalı, İsviçreli misyoner ve araştırmacı Johannes Rebmann oldu. Ne var ki, gördükleriyle ilgili haberler Londra’ya ulaştığında derneğin kimi üyeleri Rebmann’ın anlattıklarına burun kıvırdı. Hatta bunlardan biri Rebmann’ın gözlerinde ciddi bir sorun olabileceğine dikkat çekti.

Günümüzde Kilimanjaro bir kaz daha tartışmaların odak noktası durumuna geldi. "kilimanjaro’nun Karları", ama bu defa ne Kraliyet Akademisi’nde ne de o ünlü filmde!

Afrikakuşağında buz gibi dağın buzluğu yokolma eğilimine girdi! Dağın buzla örtülü tepesi ve eteklerinden süzülen buzullar hızla yok oluyor.. İklimdeki değişimlere karşı harekete geçen eylemcilerin birçoğu Kilimanjaro’ya küresel ısınmanın çarpıcı bir simgesi, eriyen buzulların ve buz katmanlarının çıplak bir örneği gözüyle bakıyor.

buz203
79 buzulda küçülme

Buzullarda dünya çapında bir erime olduğu yönünde çok güçlü kanıtlar var. İsviçre’deki Dünya Buzul Gözlem Merkezi 2002 ile 2003 yılları arasında incelenen 88 buzuldan yalnızca dördünde bir büyümeye tanık olunduğunu, en azından 79 tanesinin ise küçülmekte olduğunu belirtiyor. Ancak asıl önemlisi neden öyle olduğu. Küresel ısınma tüm bu olanları açıklamaya yetmiyor. Dünya üzerindeki dağ buzullarının birçoğu 19 yüzyılda, insan kaynaklı unsurların iklim üzerindeki etkileri henüz ortaya çıkmadan önce erimeye başladı.

Kilimanjaro olayına gelince de, iklim değişimine kuşkuyla yaklaşanların bir bölümü, tepesindeki karların erimesinin küresel ısınmayla bir ilintisi olmadığını öne sürecek denli ileriye gidiyorlar.

Kilimanjaro’nun doruğundan alınan örnekler buradaki buzların en az 11,000 yıl öncesine uzandığını ortaya koyuyor. Buz katmanının yaklaşık 1880 yılına, yani Rebmann’ın görmesinden çok sonrasına dek geliştiği sanılıyor. 1912 yılında yapılan ilk araştırmadan bu yana buzun %80’inin eridiğine ve geri kalanının da 20 yıldan kısa bir süre içinde yok olabileceğine dikkat çekiliyor.

Tartışmalar

Tüm bunlar küresel ısınmanın çıplak bir sonucuymuş gibi görünse de, 2004’te yayımlanan bir araştırmada Innsbruck Üniversitesi’nden Georg Kaser, buzun dağda herhangi bir ısınma söz konusu olmadığı halde eridiğini belirtiyor.

Afrika’nın bu bölgesi yağışlardaki ani değişimler ve buna bağlı olarak Viktorya Gölü’ndeki su düzeylerinin alçalmasıyla dikkat çekiyor. Söz konusu bölgede 1880’ler olağanüstü yağışlı olmasına karşın, daha sonraki onyılların oldukça kurak geçtiğine parmak basılıyor.

Bazılarına göre, Kilimanjaro dağında yaşananlar salt kar yağışına bağlı bir olaydan ibaret. Fakat, erimenin neden günümüzde de sürmekte olduğu konusuna kesin bir açıklama getirmiyor.

Buzlardaki erime yalnızca kar yağışının azalmasına bağlı olsaydı, yeniden yağışların arttığı 1960 yılından sonra sürecin tersine dönmesi gerekirdi. Oysa, Kilimanjaro buzlarındaki erime yine de sürdü. Yaklaşık 4000 yıl önce yaşanan 300 yıllık bir kuraklık döneminde bile buzullıar erimemişti.. Kilimanjaro’daki koşullarla küresel ısınma arasında sıkı bir bağ olduğuna dikkat çekiliyor.

Afrika buzulları
buz202

Pierrehumbert, tropikal bölgelerde buzulların giderek çekildiğine işaret ederken, 1900 yılından bu yana Kenya Dağı’ndaki 18 buzuldan yedisi yok oldu. Rwenzori dağlarındaki buzun büyük bir bölümü eridi. 1990’larda tarihe karışan Yeni Gine’deki Meren buzulu ise son dönemlerde yok olan çok sayıda buzuldan yalnızca biri.

Tropikal buzullardaki bu erimenin çoğunlukla son dönemlerde meydana geldiği ve daha önce eşine rastlanmamış bir olay olduğu görülüyor.

Söz gelimi, And sıradağlarının Peru’daki en yüksek tepesi olan Quelccaya dağını ele alalım. Thompson tarafından 1976 yılında alınan buzul örnekleri 1500 yıldır buzula her yıl yeni bir katmanın eklendiğini göstermekteydi. Thompson 1991 yılında kayıtları güncellemek üzere bu bölgeye gittiğinde bu sürecin sona erdiğine ve tepedeki buzun 20 metresinin eridiğine tanık oldu.

Peru: Dörtte biri yok

Altta, Quelccaya’nın en büyük buzulu Qori Kalis’te de 1963 yılından bu yana bir küçülme meydana geldi ve buzulun beşte biri yok oldu. 2004 yılında Thompson buzun altında donup kalmış ve en az 50,000 yıl öncesine uzanan bitki kalıntıları elde etti.

Son 30 yılda Peru And’larını örten buzun dörtte biri yok oldu. Bolivya’dan Ekvador’a uzanan bölge üzerindeki öteki buzullarda da buna benzer çarpıcı değişimler yaşandı. Venezuela da 1975’ten bu yana altı buzuldan dördünü yitirdi. Thompson kar yağışında erimeye neden olabilecek bir azalmaya, ya da güneş ışığında bir artışa rastlamadı. Ancak hava sıcaklıklarında yaklaşık yarım derecelik bir artış saptandı.

Kilimanjaro gibi, başka bölgelerdeki buzların erimesi de insanların iklim üzerinde yarattıkları etkilerin baş göstermesinden çok daha öncesine uzanıyor.

Sürekli küçülme


Gerek Himalaya, gerekse Alp dağlarındaki buzlar Viktorya döneminden beri eriyor. 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına dek uzanan süre içinde Alp dağlarındaki buz kütlesinin yarı yarıya küçüldüğü belirtiliyor. Avrupa’nın en büyük buz kitlesi olan Breidamerkurjokull geçtiğimiz yüzyılın büyük bir bölümünde sürekli küçüldü.

Patagonya’daki buzullar 1880’de erimeye başladı. A.B.D’deki Ulusal Buzul Parkı’ndaki buzlar da, bu alanın parka dönüştürüldüğü 1910 yılında çoktan erimeye başlamıştı.

Utrecht Üniversitesi’nden Hans Oeresmans dünya üzerindeki 169 buzulla ilgili kayıtları inceledi. Geçen yıl "Science" dergisinde yayımlanan raporda Oeresmans, kimilerinin geçmişi 1600 yılına uzanan bu buzulların büyük bir bölümünün 19. yüzyılın başlarında doruğa ulaştığı ve o tarihten bu yana da hızla erimeye başladığına dikkat çekti.

Bu da, erimenin iklimde insan eliyle başlatılan bir değişimin göstergesi sayılamayacak denli erken bir döneme denk geldiğini ortaya koyuyor.

Küçük buzul çağı mı?

Asıl sorumlunun küçük çapta bir buzul çağı olduğuna inanılıyor. İklimbilimciler 19. yüzyılda yaşanan ısınmanın, 14 ile 19. yüzyıllar arasındaki döneme denk gelen ve tüm dünyada sıcaklıkların hafifçe azaldığı, küçük çapta bir buzul çağının sonucu olduğu görüşünde birleşiyorlar.

Gelgelelim, küçük buzul çağı acaba buzlardaki sürekli erimeye de bir açıklama getiriyor mu? Buzulbilim uzmanları buzulların iklim değişimlerine gösterdikleri tepkilerin genellikle uzun bir zaman aldığı, kimi zaman onyıllarca sürebildiği görüşünde de birleşiyorlar.

Pierrehumbert "Küçük çaplı buzul çağının sona ermesiyle birlikte yaşanan iklim değişimlerinin endüstriyel ısınma döneminin başlangıcıyla aynı döneme denk düştüğü su götürmez bir gerçek," diyor. Ancak geri tepmenin 20. yüzyılda sona ermesi gerekirken, bu etkiler günümüzde de sürüyor.

İkiye katlandı

Oerlemans’ın 169 buzul üzerinde yaptığı incelemeler buzlardaki erimenin son yıllarda ivme kazandığını ortaya koyuyor. Patagonya’da erime hızının ikiye katlandığı, Alpler’de yüzyılın ortalarında inişe geçen erime sürecinin 1980’den beri bu açığı kapatacak bir hızla yeniden başladığı görülüyor.

Başka yerlerdeki kayıtlar çok gerilere uzanmamakla birlikte, son zamanlarda yaşanan değişimin yeni bir olgu olduğuna neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.

Çin’de 46,000 buzul üzerinde yapılan bir araştırma 1980’den bu yana buzulların %7’lik bir yitime uğradığını gözler önüne seriyor. Çin yakınlarındaki Tien Şan dağlarında buzullarla kaplı alanın 1955 ile 2000 yılları arasında %25 oranında küçüldüğü görülüyor.

Neredeyse tüm dünyada yaşanan bu değişikliklerin bilinen tek sorumlusu ancak küresel ısınma olabilir.

Kimi buzullarda bir büyüme olsa da, buzulbilimciler buzların küresel ısınmaya bağlı olarak giderek daha büyük bir hızla eridikleri görüşünde birleşiyorlar.

Önemli mi?

İyi de, dağlardaki buzların yok olması bu denli önemli mi? Kısa erimde korkunç sellerin yaşanabileceğinden korkuluyor. Buzların erimesiyle bu dengesiz alanda büyük göllerin oluşabileceğine inanılıyor. Uzun erimde ise, bir susuzluk sorunuyla karşı karşıya kalınması bekleniyor. Buzulların yok olmasıyla birlikte yaz mevsimlerinde ırmaklardan akan suların Çin’den Kaliforniya’ya dek dünyanın birçok bölgesini etkisi altında bırakabileceğinden korkuluyor.

Patagonya ve Alaska’da eriyen buzlar şimdiden deniz düzeylerinde artışa neden oluyor. Uluslararası İklim Değişimi Paneli’nin 2001 raporuna göre, dağlardaki eriyen buzların 2100 yılına gelindiğinde deniz düzeyinde 0,23 metrelik bir yükselmeye yol açması bekleniyor. Tüm buzulların erimesi sonucunda artışın yaklaşık yarım metreye ulaşacağına inanılıyor. Bu oldukça önemli bir artış olmakla birlikte, okyanuslardaki ısınmanın deniz düzeylerinde yaratması beklenen artışın yanında devede kulak kalıyor.

Grönland ve Antarktika

Asıl devinimin Grönland ve Antarktika’daki dev buz kütlelerinde meydana geldiği görülüyor.

Buradaki buzulların tümden erimesi sonucunda deniz düzeylerindeki yükselmenin 80 metreye ulaşabileceğine ve birçok ülkenin sular altında kalabileceğine inanılıyor.

Kısa bir süre önceye dek iklimbilimciler Grönland ve Antarktika’daki dev buzulların erimesi için binlerce yıllık bir ısınmaya gerek olduğuna inanıyorlardı.

Şimdilerde birçoğu buzulların birkaç yüzyıl içinde yok olabileceğini düşünüyor. Böyle bir durum söz konusu olduğunda, Kilimanjaro da kafamızı kurcalayan en son şey olacaktır.

Buzulun Yaşamı

Buzulların büyüklüğü kar yağışına ve erime, parçalanma, ya da kristalleşmeye bağlı erimenin hızına ve tepelerden aşağıya ne hızla aktıklarına bağlı olarak değişir.

Dünya üzerindeki 169 buzulun 1950 yılına oranla ortalama uzunluğu

Hava sıcaklığı donma noktasının altındayken bile güneş ışığı kar ve buzun erimesine neden olabilir. Bulut örtüsündeki azalma ve kurak hava da erime sürecini hızlandırabilir.

Birikme kuşağında kar katmanları buzdan bir tepecik oluşturur. Daha az kar yağışı daha az buzlanma ve güneş ışığının kayalar ve tozlar tarafından daha az emilmesi anlamına gelir.

Soğuk iklimlerde buzullar çok az buz yitimiyle denizlere akarlar

Antarktika çevresinde yüzen dev buz kitleleri buzulları engeller. Bunlar parçalandığında buzullardaki akış hızında çarpıcı bir artış meydana gelir.

Buzullar eridiğinde geride kalan dengesiz tortu yığınlarında genellikle göller oluşur. Bu tortuların çökmesi feci sellere yol açabilir.

Yaz aylarında eriyen buzların suları yüzeyde toplanır. Bu sular "moulins" adı verilen yarıklardan sızarak buzulun tabanına akarlar ve akış hızında bir artışa neden olurlar.

Sıcak iklimlerde buzullar daha sıcak havaya doğru ilerledikçe erime de ağır basmaya başlar.