Bölgesel Güç Türkiye 
Son yıllarda Türk dış politikasında kendini hissettiren aktivist yaklaşım ve bu yaklaşımın neticesinde ortaya çıkan Türkiye’nin bölgesel güç potansiyeli, gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki medya ve akademik alanda sıkça ele alınan bir konu haline gelmiştir. Özellikle son iki yılda Türkiye’nin bölgedeki en etkili bölgesel güç olduğu yönündeki değerlendirmeler daha da artmış ve dış politikadaki Davutoğlu etkisinden sıkça sözedilmeye başlanmıştır. Bununla beraber, Türkiye’nin ilk olarak bölgesel güç olma denemeleri ve bu yöndeki etkin politikaları Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan elverişli konjonktürün yardımıyla Turgut Özal tarafından başlatılmıştır. Bu dönemde, özellikle Avrasya düzleminde uygulanan politikalar, daha çok ekonomik bir yaklaşımla gerçekleştirilmiş ve belli ölçüde başarıya da ulaşmıştır. 90’ların ikinci yarısında Türk iç siyasetinde meydana gelen karışıklıklar sebebiyle akamete uğrayan 90’ların aktivist dış politikası, 2002 yılı ile birlikte Ahmet Davutoğlu ile daha geniş çaplı bir şekilde tekrar uygulanmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda Türkiye, bölgesinde Özal dönemindekinden daha etkin bir bölgesel güç haline gelmiştir.
Türkiye’nin Bölgesel Güç Olma Denemeleri
Soğuk Savaş döneminde NATO’nun doğu sınırında Sovyet yayılmacılığı ve komünizm tehdidine karşı bariyer görevi ifa eden Türkiye, bu dönemde dört tarafı Doğu Bloğu ülkeleri tarafından sarılmış, tek NATO ülkesi Yunanistan ile de tarihi düşmanlığı devam eden, içine kapanık ve pasif bir dış politikaya sahipti. Türkiye bu dönemde, sahip olduğu büyük askeri güç ve jeopolitik öneminden dolayı Batı Bloğu devletleri ve kültürü için önemli bir stratejik ortak olarak görülen, Batı değerlerini benimseyen tek “Müslüman” ülke idi. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünizm tehdidinin ortadan kalkması ile birlikte, Türkiye’nin Batı nezdindeki eski öneminin kalmadığı tezleri işlenmeye başladığı dönemde, Türkiye iç ve dış politikada hamleler yapmaya başlamış, Cumhuriyet tarihinde ilk defa büyük ölçüde aktif bir dış politika takip ederek bölgesel bir güç olma fırsatını değerlendirmek istemiştir.
Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın yıkılması ile birlikte ortaya çıkan devletler; etnik, tarihi ve kültürel bağlardan dolayı Türkiye’nin hareket kabiliyetini arttırmış ve Türkiye için elverişli bir politika alanı yaratmışlardır. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” vizyonuyla bu yıllarda başlayan dış politika aktivizmi, ilk olarak Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerle kurulan sıkı ilişkilerde kendini göstermiştir. Sovyetlerin çökmesiyle ortaya çıkan bu zayıf devletlerle, etnik, tarihi ve kültürel bağların yardımıyla kurulan yeni ve umut verici ilişkiler kısa sürede Türkiye’nin ekonomik ve siyasi gücünün artmasına yardımcı olmuştur.
Türkiye’nin bu bölgelerle yakından ilgilenmesi ve bir anlamda onları kendi eksenine çekmeye çalışması elbetteki uluslararası aktörler tarafından hissedilmiş ve bu konuda kimi zaman tenkit, kimi zaman da destek almıştır. Soğuk Savaş sonrasındaki belirsiz ortamda yeni doğmuş olan bu ülkeler, sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda İran, Çin ve Rusya’nın da ilgisini çekmiştir. Bu sebepten dolayı, Türkiye’nin bu bölgedeki nüfuz mücadelesi Amerika ve Avrupa tarafından belli oranda da olsa destek görmüştür. Aksi takdirde, bölgede oluşacak İran, Çin ve tekrar Rusya etkisi, bölgede Batı’nın çıkarlarına ters düşecek politika ve ülkelerin artmasına neden olabilirdi. Ayrıca, Türkiye’nin bölgede Batılı değerleri temsil edecek model ülke, Kafkaslar ve Orta Asya’nın zengin petrol ve doğal gaz rezervlerini Batı’ya ulaştırmada güvenilir bir köprü ve Batı’nın bu yeni marketlere ulaşabilmesinde son derece uygun bir kapı olmasından dolayı Amerika ve Avrupa tarafından Türkiye’nin bu girişimleri önemli ölçüde teşvik edilmiştir.(1)
Türkiye bu dönemde oluşturduğu Türk İşbirliği Kalkınma Teşkilatı (TİKA) vasıtasıyla özellikle Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan ile işbirliğini geliştirmeye çalışmış ve 1992-1996 yılları arasında TİKA aracılığı ile 80 milyon dolar insani yardım ve 1 milyar dolar civarında krediyi bölge ülkelerine aktarmıştır. Ayrıca, Turgut Özal’ın öncülüğünde kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ile Karadeniz havzasında güç artırmayı hedefleyen Türkiye, bu hedefine de belli ölçülerde ulaşmıştır.
Yine bu dönemde, Türkiye 1990-91 Körfez Savaşı’nda bölgede aktif rol oynamış; Kuzey Irak’taki yerel aktörlerle ilişkilerini geliştirmiştir. İsrail ile o döneme kadar durağan olan ilişkiler, askeri ve ekonomik anlamda aşama kaydetmiş ve böylece Türkiye bir dereceye kadar Ortadoğu’ya yönelik aktif bir dış politika üretebilir hale gelmiştir.(2)
Özet olarak, bu dönemde Türkiye kabuğunu kırmış ve potansiyel gücünün verdiği güçle özellikle Kafkasya ve Orta Asya bölgesinde etkili bir güç haline gelmiştir. Gerçekleşen bu politik ve ekonomik açılımlarla birlikte Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa savunma psikolojisinden çıkmış, güç potansiyelinin farkına varmış ve kendine güvenini yeniden tesis etmiştir.
Fakat Türkiye’nin bu dönemdeki gücünün bazı nedenlerden dolayı doğal sınırları vardı ve bir süre sonra Türkiye bu doğal sınırlara ulaştı. İlk olarak, Türkiye iç siyasetteki çalkantılar sebebiyle dış siyasetle uğraşamaz hale geldi. PKK, irtica, ekonomik zayıflık ve sivil-asker ilişkilerindeki sürtüşmeler nedeniyle 90’ların ikinci yarısında, kazanılan bölgesel güç kaybedilmeye başlanmış ve dış politikadaki aktivizm yerini tekrar durağanlığa bırakmıştır. Bu durağanlık Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle Başbakan’ın dış politika baş danışmanı olan Ahmet Davutoğlu’nun dış politikaya yeniden ivme kazandırmasına kadar devam etmiştir.
Ahmet Davutoğlu’nun Dış Politika Vizyonu ve Uygulamaları
Ak Parti’nin 2002 yılında tek başına iktidara gelmesi ile Türkiye yeni bir değişim ve gelişim süreci içine girmiştir. Bu değişim ve gelişimin en çok hissedildiği alanlar ise ekonomi ve dış politika olmuştur. Özellikle, Başbakan’ın dış politika baş danışmanı ve şimdi Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu bu değişimin baş aktörü olarak göze çarpmaktadır. Ak Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte, 2001 yılında yayınlanan “Stratejik Derinlik” kitabındaki kendi tezini dış politikada uygulamaya koyan Davutoğlu, Türkiye’nin potansiyel gücünü kinetiğe çevirmede büyük ölçüde başarılı olmuştur.
Davutoğlu’na göre, bir ülkenin uluslararası sistemdeki önemi o ülkenin jeostratejik konumu ve tarihi derinliğine bakarak hesaplanır. Bu perspektifte, Türkiye konumu ve sahip olduğu tarihi derinlik nedeniyle Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya sathında bu derece önemli olan tek ülkedir. Bahsedilen coğrafya, bugün uluslararası ilişkilerin odağı olan, siyasi olarak son derece hareketli olmasına karşın bir o kadar da ekonomik olarak zengin bir coğrafyadır. Türkiye eğer uygun politika üretebilirse, tarihi ve kültürel mirasının avantajıyla bu coğrafyada en etkili aktör olmaya adaydır.(3) Elbette ki, bütün bu gücü elde edebilmek için ciddi anlamda ekonomik bir gelişmişliğe de gereksinim vardır.
Davutoğlu’nun ilk olarak uygulamaya koyduğu stratejilerden birisi de “komşularla sıfır problem” politikasıdır. Uzun yıllardır dört tarafı düşmanlarla çevrili olan Türkiye, bu düşmanlıklardan kaynaklanan krizlerden dolayı bütün gücünü komşularıyla çatışmalarda harcamış ve dolayısıyla daha uzak bölgeler için politika üretip bölgesel gücünü artıracak uygun ortamı bulamamıştır. Lâkin, Türkiye’nin diplomasinin yumuşak gücünü etkili bir şekilde kullanması neticesinde kırk yıllık düşman Suriye dost olmuş, kadim rakip İran ile ilişkiler daha yumuşak bir zemine çekilmiş, Ermenistan’la başlayan futbol diplomasisi sayesinde yıllardır aşılamayan engeller aşılarak ilişkilerin normalleşmesi adına büyük adımlar atılmış ve tarihte savaştığımız ve yakın tarihte savaşın eşiğinden döndüğümüz Yunanistan ile ilişkiler çok daha iyileştirilmiştir. Böylece Türkiye mevcut gücünü hemen sınırlarının ötesinde tüketmeyip daha uzak coğrafyalara taşımak için kendine fırsatlar oluşturmuştur.
Bu stratejinin doğal bir getirisi olarak, Türkiye komşularıyla mücadele için harcamadığı güç fazlasını bölgedeki anlaşmazlıkların çözümünde kullanarak gücünü test etmiş ve gücünün boyutlarını somut olarak görmüştür. Amerika-İran krizinde arabuluculuk teklif etmiş, Suriye-İsrail anlaşmazlığında arabuluculuk yapmış, Filistin probleminin çözümü için Hamas’la görüşmüş ve bölgede her kesimle diyalog kurabileceğini göstermiş, 2008’deki Gürcistan krizinin çözümünde aktif rol oynamış olan Türkiye, mevcut gücünü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne geçici üye seçilerek daha da pekiştirmiş oldu.
Sonuç olarak, Türkiye değiştirdiği vizyonu sayesinde son yıllarda politik platformda önemli derecede büyüme kaydetmiştir. Soğuk Savaş’ın bitimiyle Türkiye’nin önemi ile ilgili ortaya atılan tezlerin aksine, yeni uluslararası sistemde çok daha önemli bir yere sahip olduğunu ispatlamıştır. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin bu gelişimi yoktan varedilen bir durum değildir; bilakis, var olan gücün daha aktif ve doğru bir şekilde kullanılması ile meydana getirilen bir gelişmedir. Hans Morgenthau’ya göre bir ülkenin gücünü oluşturan bileşenler: coğrafya, doğal kaynaklar, sanayi kapasitesi, askeri güç, nüfus, milli karakter, milli moral, hükümet ve diplomasi kalitesidir.(4) Ahmet Davutoğlu ise bunlara ek olarak tarih ve kültür üzerine vurgu yapar. Bu parametreler ışığında Türkiye’yi değerlendirdiğimizde; Türkiye, Özal döneminde bahsedilen bileşenlerden ekonomik güç, milli moral ve tam anlamıyla iktidar kapasitesine sahip değildi. Son yıllarda meydana gelen gelişmelerle, Türkiye ekonomi sıralamasında dünyada 17. sıraya yükselmiş, ekonomik güç, istikrarlı bir hükümet ve dış politikası sayesinde milli morali yükselmiş bir ülkedir. Uluslararası gündemin, jeopolitiğini daha da önemli hale getirmesi neticesinde ivmesi ve morali artmış olan Türkiye, önceki dönemin aksine henüz doğal sınırlarına ulaşmamıştır. Eğer Türkiye uluslararası enerji politikalarını iyi uygulayabilirse, Avrupa Birliği adaylığı noktasında mesafe kat edebilirse ve demokratikleşme alanında başarıya ulaşıp iç siyasette harcadığı gücünü dış siyasete aktarabilirse, önümüzdeki yıllarda çok daha güçlü bir Türkiye görmemiz mümkündür.
Tabi ki, Türkiye mevcut gücünü artırıp bölgesel güç olma yolunda hızla ilerlerken, bölgedeki güç dengelerine etki etmeye başlamış ve bu etkinin doğal bir sonucu olarak bazı ülkelerle güç mücadelesine girmiştir. Avrasya ve Orta Doğu coğrafyası göz önüne alındığında, Rusya, İran ve İsrail’in bahsedilen güç mücadelesinde başı çeken ülkeler olduğu açıktır. Türkiye gelişimine paralel olarak bu üç ülkeyle bölgede, en kaba tabirle, hâkimiyet mücadelesi vermektedir.
Rusya
Soğuk Savaş döneminin iki düşman ülkesi olan Türkiye ve Rusya, Soğuk Savaş sonrası dönemde de rekabetlerini devam ettirmektedirler. Türkiye’nin gerek 90’larda gerekse son yıllarda uyguladığı dış politika açılımları tam da Rusya’nın hâkimiyetini sağlamlaştırmak istediği coğrafyaları kapsamaktadır. Bunun neticesinde, dış politika ve stratejilerin çakışmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak bölgedeki Rusya-Türkiye mücadelesi kendini zaman zaman ortaya çıkan krizlerde hissettirmektedir.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra Türkiye’nin Orta Asya açılımı ve yine bu dönemde Azerbaycan-Ermenistan savaşı, Türkiye-Rusya rekabetinin Soğuk Savaş sonrasında ilk olarak gözlemlendiği alanlar olmuştur. Türkiye’nin o dönemdeki Orta Asya açılımının ana nedeni, kültürel olarak yakınlık hissettiği, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerin Rusya, Çin ve İran eksenine kaymalarını önlemekti. Bu nedenle, Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetlerle ekonomik ve siyasi anlamda yakından ilgilenmesi Rusya’nın o bölgede tekrar hâkimiyet kurma çabalarını sekteye uğratmıştır.(5)
Azerbaycan-Ermenistan savaşında ise, savaşan iki devletin yanı sıra dolaylı bir Türkiye-Rusya mücadelesine sahne olmuştur. Ermenistan’ı Kafkasya bölgesinde bir karakol olarak gören Rusya ile etnik ve kültürel yakınlığı ve dış politikası gereği Azerbaycan’ı destekleyen Türkiye arka plandaki asıl aktörlerdi.
Fakat yeni dönemde Türkiye-Rusya ilişkileri gerginliğin yüksek olduğu bir jeopolitik rekabet zemininden tansiyonu daha az jeoekonomik bir zemine çekilmeye çalışılmaktadır. Özellikle ticaret ve enerji nakil hatları konuları iki ülke arasındaki rekabetin yaşanacağı konular olacaktır.
İran
Türkiye ve İran paylaştıkları coğrafya ve farklı ideolojileri ile tarihi bir ihtilaf ve işbirliğine sahiptirler. Aynı coğrafyayı paylaşmaları nedeniyle uyguladıkları politikalarıyla birbirini etkileyen iki devlet, tarihten bugüne kadar pek çok işbirliği ve problem yaşamışlardır. 1979 Devrimi’yle birlikte ideoloji ve rejimlerinin ters düşmesiyle ilişkileri olumsuz bir atmosferde cereyan eden Türkiye ve İran, Soğuk Savaş’ın bitimiyle Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya açılımları neticesinde tekrar karşı karşıya gelmişlerdir. Kendi rejimini sınırları ötesine ihraç etmek isteyen ve sahip olduğu Azeri nüfus sebebiyle Azerbaycan’la yakından ilgilenen İran, Türkiye’nin bu coğrafyalardaki varlığından rahatsız olmuştur. Fakat Türkiye, bu bölgedeki ülkelerle olan etnik ve kültürel yakınlığından ötürü ve Batı’nın desteğini almış olmasından dolayı bu güç mücadelesinde galip olan taraf olmuştur.
Son yıllarda özellikle Orta Doğu’da aktif hale gelen Türkiye ile birlikte Türkiye-İran güç mücadelesi tekrar gündeme gelmiştir. Türkiye’nin bu mücadeledeki avantajı, nükleer projesi nedeniyle uluslararası arenada yalnızlaşan İran’ın Türkiye’yi ekonomik ve siyasi olarak Batı’ya açılan bir kapı konumunda görmesidir. Ama Türkiye bu avantajı İran üzerine baskı unsuru olarak kullanmak yerine, yapıcı dış politika vasıtasıyla bu ülke ile ilişkilerdeki mevcut iyileşmeyi daha da ilerletmeye çalışmaktadır.
İsrail
1990’lı yıllarda İsrail’le artan askeri ve ekonomik ilişkilerle başlayan yakınlaşma Türkiye ile İsrail arasında tıpkı Amerika ile olduğu gibi stratejik temelli bir ortaklığın başlamasına sebep olmuştur. Türkiye, İsrail için Orta Doğu’da ortak hareket edebileceği tek devlet ve aynı zamanda askeri sanayisi için iyi bir pazar olmuştur. Türkiye tarafından İsrail ise, askeri teknoloji ve işbirliği için uygun bir ortak ve Amerika ve Avrupa’daki Yahudi lobileri açısından ilişkilerin iyi tutulması gerektiği bir devlettir. Başbakan Erdoğan’ın Davos zirvesindeki tavrıyla birlikte zedelenmeye başlayan ilişkiler, İsrail’in Konya Ovası’ndaki hava tatbikatından çıkarılması ve birkaç gün önce yaşanan Türkiye Büyükelçisi’ne uygulanan diplomatik olmayan muamele ile birlikte daha da gerilmiştir.
Türkiye’nin bölgede artan gücü ve yükselen ekonomisi nedeniyle Türkiye-İsrail ekseninde güç dengelerinin eşitlenmesi ve hatta Türkiye lehine terazinin ağır basmaya başlaması ile birlikte, iki ülke arasında bu anlamda çatışmaların yaşanması normaldir. Bu noktada görülen şudur ki, Türkiye eski Türkiye değildir ve bölgede yaşanan bir takım hadiselere müdahale edebilir konuma gelmiştir. Birbirine ihtiyacı olan bu iki ülkenin ilişkilerini sağlıklı bir zeminde devam ettirebilmesi için Türkiye’nin tansiyonu yükseltecek tavırlardan sakınması, İsrail’in de Türkiye’nin yeni konumu ve gücünü kabul eden politikalar geliştirmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye ilk defa tarihinin kendine verdiği gücü bu denli etkili bir şekilde kullanmaya başlamıştır. Ekonomideki iyileşmesine paralel olarak yürüttüğü aktivist, yapıcı dış politika sayesinde kısa bir sürede Türkiye kendini bölgedeki güç paylaşımında etkin bir konuma taşımıştır. Güç bileşenleri ve uluslararası konjonktürün ortaya çıkardığı fırsatlar açısından bakıldığında, bölgedeki en uzun ömürlü ve güçlü bölgesel devlet Türkiye görünmektedir. Bölgesindeki siyasi krizleri iyi idare ettiği takdirde, Türkiye bu krizlerden güçlenerek çıkacaktır. Burada en önemli nokta, 90’larda olduğu gibi dış politika ve ekonomide kazandıklarımızı iç politikadaki bir takım kısır çatışmalarla heba etmemektir. Dış politikada daha da sağlam bir duruş sergileyebilmek için öncelikli olarak bugünlerde Türkiye gündemini meşgul eden iç problemlerin itidalli bir şekilde çözüme kavuşturulması şarttır.