Arama

Afet Ilgaz - Tek Mesaj #3

KAPTAN - avatarı
KAPTAN
Ziyaretçi
8 Ocak 2013       Mesaj #3
KAPTAN - avatarı
Ziyaretçi
Afet Muhteremoğlu Ilgaz, 2 Ocak 1937 tarihinde Çanakkale/Ezine'de doğdu. İlköğretmen Okulu'nu, Çapa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Klasik Diller Bölümü'nü bitirdi. İzmit'te başladığı Türkçe öğretmenliğini kısa bir süre İstanbul'da sürdürdü. Sahibi olduğu bir ana okulunda öğretmenlik ve yöneticilik yaptı, ilk soyadını taşıyan bir kitabevi açtı. Sanat hayatına, İstanbul dergisinde yayımlanan (1956) öyküleriyle başlayan Âfet Ilgaz, Başörtülülerle'le 1965 TDK Hikâye Ödülü'nü kazandı.

Öykü Kitapları

Bedriye (1963), Başörtülüler (1965), Toprak (1968, Toprak İnsanları adıyla 1971), Halk Hikâyeleri (1972), Çeribaşı Apdullah'la İdamlık İsmail (1974), Ölü Bir Kadın Yazar (1983), Menekşelendi Sular (1999)

Bir Öykü - KÜÇÜK EVİM

Msn Starİlk tanıştığımız günlerin zoraki inceliğinden başka, hiçbir şey, bizi birbirimize karşı iyi görünüşlü bir arkadaş kılığına sokamadı. İlk günlerde hep birbirimizi anlar gibi, gösterişli tavırlar takındık. Ama, bir gün ikimizden biri hayat romanımızı yazacak olsa gene de birbirimizden, "bizi anlayan tek insan" diye bahsedebilir. Böyle romanlarda âdet olduğu gibi. Roman kahramanını bir kişiden fazlası anlamamalı.
O, evin içinde, henüz çizilmiş kaderlere râzı olunmayacak çağa yakıştırdığı beni, kendisini beğendirmeğe zorunlu olduğu bir baldız olarak görüyordu. Ben de onu, ihtiyarlamış baba ve annem bir tarafa konulacak olursa, evde kişiliğini dikkate almak gereken biri saymıştım. Ablamın düşüncelerini inceden inceye bilmem. Aramızdaki yaş farkı, beni onun ne genç, ne de ihtiyar olduğu söylenebilecek yaşlarına yetiştirdi. Gençliğindeyse, benimle ilgilenemeyecek kadar kendi geleceğine kaygı duymakta olduğunu şimdi düşünebiliyorum.
Eniştem, alım satım işlerine tanrı vergisi yeteneği ve eğilimi olan bir kimseydi. Kendi ölümümüzü nasıl düşünmeye bile gereklilik görmüyorsak öleceğimize nasıl akıl erdiremiyorsak onun da, girdiği çapraşık borsa işlerinde kaybedeceğine; herkes zarar ederken, onun da etmesi ihtimali olduğuna kulak asmıyorduk. Hatta böyle bir şeyi kaygı ettiğimiz bile yoktu. Onun kazanışı, Tevrat'ın evrenin yaratılışını anlattığı kadar sadeydi. "Ve Tanrı, yaptığı her şeyi gördü ve işte, çok iyi idi. Ve akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün". Belli ki eniştem, hakkında yargı yürütmeye tarihi bilgimizin bile yetmediği milletlerin kişilerinden herhangi birine de sorabilseniz, onun bile yadırgamayacağı bir iş yapıyordu. Eniştem ya subaylığını, ya ticaretini bırakabilir veya bu ikisinde de başarısızlığa uğrayabilirdi. Bunların üçü de olmadığına göre, eniştem hem ölmek için yetiştirilmiş bir adam olarak öbür ölmek için yetiştirilmiş adamların kılığına giriyor; hem de yaşamaya gönülden vurgunmuş gibi, yaşamak için gereklilerden, ne kadar fazlası olursa olsun zararlı olmayacağı söylenen para pul, mal mülk peşinde koşuyordu.
Aslında, ne ölüme koşarak gitmeye niyetliydi, ne de yaşamak demek olan ve bu adı başlık olarak almış şiirlerde çokça rastlanan mavi gökyüzüne, kuş cıvıltılarına, denizin rüzgârına, yeşilin gölgesine tutkunluğu vardı. Ne hayata sarılabilen, ne de ölüme -yahut onun arkasında olduğu söylenen sonsuz hayata- bel bağlayabilen eniştem, kurtuluşunu bu kadar önemli iki iş arasında bölünüşlerine borçluydu. Bu iki büyük uçtan birine bağlanışında harcayacağı iman kuvvetini kolayca işine ve alım satımına yatırıyor, hakkı olan sonucu hakkı olan bir büyüklükte bekliyordu. Bunun arkasında istenecek şeyler, bu usta insanın -öbür usta insanlarda olduğu gibi- dünyada bulunuşunu kolaylaştırmalıydı.
Bir öğretmen olan ablam iki çocuğundan kalan zamanlarda kabul gününe gidiyor, öğretmenliğinden kalan vakitlerini de -örneğin, teneffüsleri- yün örmekle geçiriyordu. Bir kocaya sahip oluşu ona güven veriyordu. -Hani şu, kadınların "kendimi yanında güven içinde görüyorum." sözünü ablam enişteme birçok defa söylemiştir, diye düşünüyorum.-

İki çocuğa sahip olma, onun evlilikten bekleyebileceği şeyleri tamamlamış ve ablam yüzüne istediği zaman çarçabuk yerleştirdiği gülümsemesiyle sadece sabahları erken kalkmak zorunda kalmıştı. Çoğu zaman dağınık duran evini, misafir geleceği günden bir hafta önce temizlemeye başlar, yardımcı da tutmıyarak ille bu temizliğin kendi eseri olmasını ister ve sonra bunun ahbaplarından getireceği beğenmelerle mutlulaşırdı. Kocasının tarafı öyle istediği için anne olmuştu. Öğretmen olmak için okutulması da onun, yine başkaları tarafından bildirilecek bir yıla kadar öğretmenlik yapmasını gerektiriyordu. Derslere, teneffüslere çıkmak için girdiğini çok iyi biliyordum. Evde iki çocuk dururken, kocasının herkes gibi kolalı yakalar istediğini unutmazken; yün örgülerinin ve elişlerinin o bitip tükenmeyeceğe benziyen üreyişindeki, bir düşünce ve duygu durgunluğuyla ellerin hararetindeki zevki özlerken meslek aşkından söz açmayışı onun en sevdiğim tarafıydı. Herkes öyle yaptığı için bir yaşayışa şekil verdiğini söylemek; bedeniyle bu yaşayışın yollarında, duraklarında toza toprağa bulanmak; duygulanmaların en zahmetsizlerini geliştirip öbürlerini varlığının kimbilir nerelerine savmak -yahut hiç bilmemek-; düşüncelerini, kendisinin düşmemesi, hiç değilse sendelememesi için kör değneği gibi öne katıp götürmek, yahut sürükleyerek benimsemek, ne kadar olağan görünüyorsa da o kadar korkunç bir düzendir.
Ablamın ne yetiştirilişi, ne soyu sopu, ne kafası, büyük atılımlara, rezaletlere, rahatsız, rahatsız uykulara, gönlündeki bu karışık huzurun çekilip alınmasına taraftardı. Ablamın bulanık uykuları ve hayatında gün tutulmasına benzeyecek olan uyanışları sevemeyeceğini biliyordum. Onun bütün hayatı, uyanışlarına bağlıydı. Uyanışları güzel olmayacak korkusuyla taşkınlıklar yapmaz, kocasına aşırı sevgiler göstermez; etrafında saygı, incelik, soğukluk duvarları yaratırdı. Bu uyanışlar zahir olmasın diye kötülükten kaçındığını da bilirim. Öğrencilerine bağırmamak için, sabredişi, ertesi gün uykudan kalkarken yüreğinin, varlığını düşündürtmeyecek kadar hafif olmasını istediğindendi.
Böylece dışa karşı silahlanmış, parlatılmış, yoluna konmuş hayatlarının içinde çalışması bitmeyen bir fabrikadaki iki işçi kayıtsızlığıyla didiniyorlardı. Ablamın, kabul gününe gideceği zamanki neşesi, yaz tatiline girileceği günlerde okul dönüşündeki veya yıl sonu sınavlarında her bir arkadaşıyla, öğrencilerinin gözünde insanüstü bir önem kazanmadıkları zamanlardakinden bile ölçülemeyecek kadar fazladır. Toplumdışı sayılmış zevk verme yolları ablamın ve ablam gibi -uyanış içindeki suçluluğa dayanamayacak, ortahalli kadınların harcı değildir. Onun için ablamı kabul gününe giderken gördüm mü, gidişindeki heyecanı, dönüşündeki zevkli uyuşukluğu kolaçan ederdim. Oraya biraz daha kadınlaşmış, insanlaşmış bir sevinçle gider; çok kısa süreçli bir neşe ve telâşla dönerdi. Süslü yüzleriyle, özenmeli elbiseleriyle, ellerinde en ruh gıdıklayıcı işleriyle, en ince gülüşleri ve en yumuşak sesleriyle oraya giden bütün bu kadınların kocaları da, bir arada olmaya - daha erkekleşmeye- itilerek evlerin dengeleri kurulurdu. Ablamın bütün saatlerinde aradığı, uyanışlarına zarar vermeyecek, kalbine bir şey ekleyecek ve ondan bir şey almayacak, bu sigara dumanlarının arasında -ve onlardan daha çok duyulabilecek ağırlıkta- bir yumuşaklık, incelik, tatlılık, süslülük havasıydı. Ablamı o dumanlar, sesler ve yüzler içinde elleri, gözleri, kafası, kalbi, duyguları bir sallantıya kapılmış, hemen hemen kutsal bir uyuşukluk içinde düşünürüm hep. Eniştemin de buna benzer bir uyuşuklukla rahatlamış bir yaşama çabası peşinde oluşu, onlara kendilerinin de akıl erdiremedikleri ama herkese pek hoş gelen bir uygun, anlaşan, sevişen karı koca görünümü veriyordu. Annemle babam daha iyisinin olabileceğini akıllarına bile getiremediklerinden görmekte oldukları "mürüvvet"in tadını çıkarıyorlardı.
Bu hal, eniştemin subaylıktan istifa ettiği o yaz başlangıcına kadar sürdü. Eniştem, çok para kazanan ve böylece herkesi küçümsemeye hak elde etmiş olanların içgüdüsüyle mesleğini küçümsememişti. Babam da mesleğinden kendi isteğiyle emekli olarak ayrıldığı ve bir zaman sonra işini aradığı için, enişteme bu işten vazgeçmesinin daha doğru olacağını anlatmağa çalıştı. Hatta Seyh Galip'e pek düşkün olduğundan, ikide bir "Cihanda itibarım varsa sendendir" - eniştemin, subay elbiseleriyle mahallede gördüğü itibarı anlatmak istiyor- diyerek konuşmasını süsledi. Ablam bunun üzerinde düşünmeyi bile bir yorgunluk sayarak ve her türlü sorumluluktan kaçan çekingenliğine uyarak kayıtsız bir baş eğişiyle "sen bilirsin" dedi. Annem de kâh babamdan tarata olarak, kâh ablam gibi tarafsız kalarak kadınlığını bildi ve uyuyuşlarıyla uyanışlarını sağlama bağladı. Bense, düşünecek daha önemli kendi işlerim olduğu için çekimser davrandım. Yani bu iş annemi, ablamı ve beni türlü bakımdan pek ilgilendirmiş sayılmazdı. Eniştemin ondan sonraki günleri çarçabuk yayılan bir gevşemeyle dolar oldu. Kendisini güne başlatan ve yatana dek ayakta tutan yaşama gerginliği ortadan kalkınca, alım satım işleri de gevşemeye yüz tuttu. Eskiden sağlıklı bir çabuklukla kalkıp ayaküstünde kahvaltı etmeye ancak vakit bulan adam şimdi kahvaltı için uyanıyor, öğle yemeği için dışarı çıkıyor ve akşam yemeğinden iki üç saat önce eve giriyordu. Evimiz yine eniştemin parasıyla dönüyordu ama ablam, kocasına bile kendi bakıyormuş sanısını veren bir başa kakışla kafa tutmağa başladı. Ablamın başkaldırmasıyla bir olay olan bu durum, annemi de damadına olan sevgisinde küçümsemeye sürükledi. Babama yaptığı -hepimizin alışkın olduğumuz- takazaların, korkusuzca söylenmelerin, her işine kusur bulmaların aynını ona da yapmakta artık fark gözetmiyordu. Eniştemi uzun zaman sessiz sedasız savunan, babam oldu. Onun durumunu az çok kavrayabiliyor ve kendisini savunur gibi, kızına ve karısına çatıyordu. Çok iyi ve ağırbaşlı tarafları olmakla birlikte eniştem de hafifleşmeğe başlamıştı. Akşamları geç vakte kadar babamla içiyorlar ve hiç kimseye faydası dokunmayan bir alay laflardan sonra yatıyorlardı. -Bu lafları ortaya atanın ve babamı zorla coşturanın eniştem olduğunu söylemeliyim.-
Ablam, eniştemin uyuyuşlarına bile kızmağa başladı artık. "Çok yorulmuş gibi yana yakıla uyuyor" diyordu. "İyi ama abla, demek zorunda kaldım, diz üstünde oturarak uyuyamaz ya". "Bilmiyorum, dedi ablam, ama eskiden böyle uyumazdı zannediyorum". Babamla benim, eniştemi, savunmaların yavaş yavaş etkisiz kalmak üzereydi. Biz de öbür tarafa kayıyorduk bazan. Bir gece, içki sofrası toplandıktan sonra eniştem beni karşısına alarak siyasi düşüncelerini belki bininci defa anlatmağa başlamıştı. Bir de üstelik bu türlü bir konuda daha sulu bir sesin yakışmayacağını sanarak bağırıyor, sinirlerimi birbirine katıyordu. Sakinlikle, bunları benim bildiğimi herkese anlatmak için o partiye yazılmasının daha doğru olacağını söyledim. Ama günün üç öğünü için yaşamağa başlayan bir adamın kürsüye çıkmasını düşünmek de bana sıkıntı verdi. Eniştem, ben düşünürken milliyetçiliğinden konu açmağa koyulmuş. İnsafsız bir sertlikle: "Enişte, dedim milliyetçi olan bir adam, bu kadar gününü boş geçirirken rahat uyuyamazdı. Hele karısı da çalışıyorsa..." Eniştemin esmer yüzünün solduğunu farkettim. Acı bir sarıya çaldı. Masum bir susuşla bekledi. Ben de konuşmuyordum. İkimiz de pişman olmuştuk ve ilk konuşanın, öbürü olmasını bekliyorduk. Sessizlik önce saatler, sonra günler boyu uzadı.
O, dışa karşı pırıl pırıl oldukları günlerde çocukların ellerinde ikisinin kitaplarının yerden yere atıldığını görür, ikisine de sitem ederdim. Hele bir gün Ahmet'in, O. Wilde'ın hikâyelerinin parlak cildi üzerine oturmuş olduğunu görerek enişteme "iç yoksunlukları" hakkında çok dokunaklı olması gereken birkaç söz söylemiştim. Ama sözlerim üstü kapalı olduğundan, gürültüye gitmiş, kimse de buna darılmayı akıl etmemişti. Geçen gün eniştem bir çanta dolusu kitapla çıkageldi. Sahafları dolaşmış, eski yeni, değerli değersiz birçok kitabı yüklenip gelmiş. "Ben kendi kendimi yetiştireceğim" diyor. Kitaplarının hiçbirisi ticaretle ilgili değil. "Sen tüccarsın enişte, dedim, kendini işinde yetiştirecek kitapları oku."
Eniştemin kitapları gün geçtikçe çoğaldı. Türlü konuda dergi ve kitaplar, okunduktan sonra yanyana yerleştiriliyorlardı. Eniştemin bu karasızlığı bütün ev halkında sağlam bir sağduyu, hatta sağlam bir düşünme derinliğini açığa çıkarmağa başlamıştı. Herkes, eniştemin başka bir zayıf tarafını buluyordu. Kendini boş vakitlerinde Ziya Gökalp'le, Tanzimat şairlerini okumağa veren babam -onda da dönüp dönüp aynı şeyleri okumaktan bir fayda edinemeyeceğini anlatmağa çalışırdım ya.- Bir gün "Evlâdım, dedi ona. Ben çok gazete okuyan adamlardan hoşlanmam. Dokuz tarakta bezi olanları da sevmem. Her gün seyir yerine gitmek, vakit geçirmenin en kolay yoludur." Eniştem o, sorumluluğu olmadan yatışları ve cânım uyanışları tam tadıyla tadamadan, günün bu dört yanlı sıkıntıları başlıyordu. "Ona biraz anlayışsız davranmıyor muyuz?" diyordum kendi kendime. Fakat o, üstüste yığılmış çeşit çeşit kitapları görünce, içimi bir karartı sarıyor, ona vaktiyle O. Wilde hakkında söylediklerim için pişmanlık duyuyordum.
Alım satım işlerinden başka derinleşecek bir alan bulamamış olan düşüncesi romanların, biyografilerin yarım yamalak ağırbaşlılığı ve değişikliği içine girince kolay bir küçümseme illetine tutuluyordu. Eniştemi hiçbirimiz anlar görünmüyorduk. Bazı büyük adamların, hayatlarının son yılına doğru kendilerini topluma kabul ettirdiklerini öğrenmiş; önündeki yıllar için, arasıra ufak çabalarla beslediği bir mucizeyi bekliyordu. Günlerin getireceği güzelliklere kayıtsız, sabahların istediği çabalardan sıyrılmış; bu düzlük ortasındaki varlığının yükselişiyle övünçler içinde bedeninin istediği bir cins yaşamayı tutturmuş gidiyordu. Evimizdeki eski düzen bozulmuş değildi. Yine eski neşe, eski alışkanlıklar ve eski işlerle günleri devirip duruyorduk. Yalnız, bir gizli gerginlik çoğu zaman aramızda dikilir kalır, çenelerimizi kısa bir zaman için de olsa, sımsıkı gererdi. Eniştemin sağlığı gün geçtikçe bozuluyordu. Bizse, namaz borçlarını ödemiş bir sofu kadın gibi, şen ve güvenli bir hava yaratmağa başlamıştık. Eniştemin kaygı verici gidişiyle birlikte kafalarımız kendilerini doğrudan doğruya ilgilendirmeyen bir güçlük üzerinde durmak zorunda kalmıştı. Dört yanımızı kuşatmış bu gizli kaygı, bizi ister istemez kendisiyle ilgilenmeğe sürüklüyordu.
Ablam artık o kutsal uyuşukluklarında eski heyecanı bulamaz olmuştu. Kabul günleri hâlâ kadınlıklarla doluydu ve kabul gününün dışındaki erkekler kocaman üstünlükleriyle bu günlerden sonraki mutluluğun dengesini kuruyorlardı. Ablamın evindeki bu yapma mutluluk bozulmağa yüz tutunca, enişteme saygı duydum. Dışlarındaki parıltı dağılıyordu. Hiç değilse bu iki "yüz" arasındaki farktan kurtuldular diyordum. Evimizdeki düzenin değişmeye yüz göstermesi, alaturka müziğe olan, bir çeşit içgüdüyle bezenmiş olan alışkanlığımızı da yıkıyordu. Babamın sabâ şarkılara duyduğu hüzünlü düşkünlüğe raslamaz oldum. Bazan bu seslerin uydurmalığı, zorlamaları, hatta bayağılığı bize bıkkınlık veriyordu. Dinleyeceğimiz müziği titizlikle seçişimiz öbür yeniliklerle bozuşmayacak olsaydı. Babam gençleri rasgele paylamağa veya beğenmeğe hak kazanmış yaşlardaydı. Bütün genel yahut alışılagelmiş heyecanlara yürekten katılması, bir düşünüp taşınmanın sonucu olmayabilirdi. Oysa, şimdiye kadar kendisinde görmediğim saygıdeğer bir anlayışla eniştemin üzerinde duruyordu. Bir gün ona: "Sana fayda sağlamayacak ve başkalarının okuması, yahut hiç kimsenin okumaması gereken kitapları bırakmalısın. -Üstelik senin okuyabileceğin kitaplar da, bu kadar azken-" dediğini duydum. Şaşkınlıklar içindeydim. Yıllardır Ziya Gökalp'ten bir adım ileri adım atmamış olan bu adam, Geothe'yi ancak adıyla bir yerlerden belki duymuş olduğunu anımsayabilecek olan bu emekli, "hareketlerime bir şey katmayan her türlü bilgiden nefret ediyorum"(1) demek istiyordu artık. Sonra beni şaşkınlıktan ve saygıdan durduğum yere çivileyen düşüncelerini öğrendim: "Sen, oğlum, diyordu. Günlük işlerimizi aşağılık buluyorsun. Sessizce çekilip kendinde kuruntu ettiğin büyüklükle başbaşa kalmayı isteyip duruyorsun. Sen, ben, bizim gibiler, önce günlük hayata sarılmalı, sonra büyümeliyiz. Anlıyor musun, bizim gibiler için bir "boş zaman" vardır. Senin bu böbürlendiğin büyüklük, ancak boş vakitlerinde beslenmeli. Boş vakitlerinde iyi şeyler yapabiliyorsan otur sevin. Ama biz, yaşamalarının her yanına yayılmış bir yaratıcılıkla çalışan yahut çalışmaz görünen adamlar gibi olamayız. Bu düzeni kurmuş olanları ben küçümseyemem. Kimin büyük olacağını, kimin de sadece mutlu olması gerektiğini bu düzen kararlaştırır."
Erken emekli olmakla, genç yaşta başıboş kalmış bir adam olarak babam enişteme her türlü öğüdü vermekte söz sahibiydi. Kendini toparlayıp belli bir iş tutana kadar geçirdiği sarsıntıları annem hâlâ anlatır. İlk gördüğüm gün subay elbiseleri içinde bana korku veren bu heybetli adamın babamın karşısında kendini savunmağa bile kalkışmaması beni acımaktan deli etti. Babam kendine bu düşünce gürlüğünü ve doğruluğunu kazandıran adama kendisine ödev olan öğütleri verirken, ona iyilik serpiyormuş gibi, coşkun tavırlar takınıyordu. Eniştemi şimdi onun farkedemeyeceği kadar engin bir anlayışla seviyordum. Ona şimdiye kadar takındığım sert tavırlarla artık giderilemeyecek suçlar işlemiş gibi ümitsizleniyordum.
Sofada eniştemle göz güze gelince ilk defa birbirimizi seven iki arkadaş gibi yapmacıksız, gülümsedik. Ona hâlâ ne kadar kıymet vermekte olduğumuzu anlatmak istiyor, bütün ev halkı adına ondan özür dilemek isteğiyle dolup taşıyordum. Şaşkınlık içinde ablamın yanına giderek yaşımdan başımdan habersiz, ancak "Abla ne olur enişteme iyi davran" diyebildim.