Arama


bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
6 Mart 2013       Mesaj #226
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
ADI KONULMAMIŞ DARBE 93
YAZAR: MUHSİN ÖZTÜRK

1993, sadece Özal'ın kalbinin durduğu, Uğur Mumcu'nun suikasta kurban gittiği, Eşref Bitlis'in 'kaza' ile öldüğü; 33 erin katledildiği, Sivas'ta 37 'can'ın yandığı bir yıl değil. Toplumu un ufak etmeye niyetlenmiş bir darbenin yılı…
Oysa ne güzel başlamıştı. 1 Ocak tarihli gazetelerin manşetlerini, "1993, reformlar yılı olacak" haberleri süslüyordu. Söz, dönemin baş¬bakanı Süleyman Demirel’e aitti ve şüphesiz bir karşılığı vardı. Türki¬ye, tarihinin en demokratik birkaç yılını idrak etmiş, sabahlara kadar sü¬ren tartışma programlarında tabular yıkılmış, her şey konuşulur olmuş¬tu. Cumhurbaşkanı Özal, bir panel bile yönetmişti. "İşimiz demokratik¬leşme" diyen bir DYP-SHP koalisyonu vardı ve Demirel-İnönü birlikte¬liği sürüyordu. İç sıkıntılarını çözebilirse Türkiye, uluslararası arenada at koşturabilirdi. Tıpkı 2010 Türkiye'sinde olduğu gibi Kürt meselesinin çö¬zümü, uluslararası sistemde Türk devletinin alacağı rolde anahtar mahi¬yetindeydi.
1993'te neler olduğu biliniyor. 10 Ocak tarihli gazetelerde, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden'in, ölüm tehdidi aldığını söy¬lediği yazıyor. 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu öldürülüyor. İkinci gün, Baki Tuğ'a dayandırılan "Mumcu, MİT'le PKK ilişkisini araştırıyordu" manşetiyle çıkan Milliyet'ten olayları takip edersek eğer, başlıklardaki muhtevanın büsbütün değiştiği görülüyor. Bir hafta sonra 4 gün boyunca "Suikastlar İran işi", "İran'daki perde arkası", "Türkiye'de İran dosyası", "Katiller İran yapımı" başlıkları ile çıkıyor Milliyet gazetesi. Genelkur¬may Başkanı Doğan Güreş, Mumcu suikastının ardından Özden'i ma¬kamında ziyaret ediyor, "Bu bir nezaket ziyareti değildir. Çünkü buraya çok saldırı oldu." diyerek... 28 Ocak'ta Jack Kamhi, 'hazırlıklıydım' dediği suikast girişiminden yara almadan kurtuluyor. İslami Hareket Örgütü'ne üye oldukları iddia edilen iki kişi, 12 yıl sonra müebbet hapse mahkûm olduklarında bile, 'Devlet biliyor bizim geçmişimizi, biz yapmadık' de¬meye devam ediyor.
Özal’ın yeniden siyasete dönme stratejisinin en önemli ismi meş¬hur Kürt raporunun yazarı Adnan Kahveci, 5 Şubat'ta Bolu-Gerede'de şüpheli bir kaza sonucu hayatını kaybediyor. 17 Şubat 1993'te Kürt re¬alitesinin çözümünün mimarlarından Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, suikast iddialarının neredeyse kaziye haline geldiği bir uçak kaza¬sında ölüyor. 17 Nisan 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat ediyor. Mahir Kaynak gibi istihbarat uzmanlarının 'Siyasi şartlar gereği Özal'ın ölmesi gerekiyordu' dediği olay, resmî kayıtlara 'kalp durması' diye geçi¬yor. Bu beklenmedik ölüm sonrasında, ülkede hem cumhurbaşkanı hem de başbakan değişiyor. Özal ve Eşref Bitlis'in pişirdiği dağdakilere kısmi affa MGK'da son şekli verilmişken; ertesi gün (25 Mayıs) Bingöl'de 33 er şehit ediliyor. Af kararı inmemek üzere rafa kalkıyor. Eylemi yaptığı söylenen dönemin PKK yöneticisi Şemdin SAKIK, 'Ben bu işte yoktum' diyor ısrarla. 33 erin silahsız şekilde örgütün kucağına itilmesi hâlâ tar¬tışma konusu.
2 Temmuz'da Sivas katliamında 37 kişi can veriyor, devlet seyrediyor. Pek çokları için büyük bir siyaset ve senaryodan söz ediyorsak, son ve en önemli hamle bu. Hâlâ ne travması bitti ne de bin bir komploya rağmen aydınlatılabildi. Bu olay pek çok yorumcuya göre 'güvenlik zaafını' yö¬netemeyen tecrübesiz yeni başbakanın güvenlik bürokrasisine tabi ol¬duğu andı. Sonraki yıllarda iki kişilik Çiller kabinesi retoriği oluşacak ya da oluşturulacaktı.
Ergenekon bu olsa gerek; var olan, bilinen, vuku bulmuş pek çok şeyin aslında olmadığını kamuoyuna kabul ettirmek... Ya da olmamış şeyleri varmış gibi göstermek... Fotoğrafın bütününe bakmaya ne dersiniz?
"Asker bize iktidarı verir mi?" Kitabın başlığı bu. İsmet Berkan, Türkiye'nin son on yılının en önemli sorusuna, 3 Kasım 2002 tarihinden önce muhatap oluyor. O anda verdiği bir cevap var elbette; hâlen gün¬celliğini koruyan sorunun on yıllık hikâyesini kendi kişisel gözlemleriy¬le zenginleştirdiği bir süreç analizi yapıyor. "Herkesin okuyabileceği ko¬laylıkta bir metin yazdım. Sanki Mars'tan gelmişim de anlatıyormuşum gibi..." diyor. Türkiye'de neler yaşandığını en yalın dille okuma imkânı veriyor bu yüzden. "Türkiye ideolojik anlamda modernleşmeyi yerli ye¬rine oturtabilmiş değil. Bu bizim entelektüellerimizle ilgili bir sorun. So¬kaktaki adamın böyle bir sorunu yok..." Sokaktaki adamca anlaşılan şe¬yin seçkinler katında idrak edilememesinin sonuçlarını tartışıyoruz. AK Parti'nin zor yılları ve askerin olup bitenlerle ilgili geliştirdiği darbe si¬yasetini konuşmaya devam edeceğiz. Kesin olan, yeni nesil siyasetçile¬rin 'dik' durmayı anbean öğrendiğidir. Yasal bir zemine kavuşmasa bile.
Türkiye'nin refah artışıdır. Türkiye'de öyle bir refah artışı yaşan¬dı ki, son on yılda ekonomi öyle büyüdü ki geçmişle kıyaslama yapma imkânlarımız kayboldu artık. Geçmişte o kadar fakirdik ki, bugünle kı¬yaslayınca o kadar küçüktük ki kıyaslama yapmak anlamlı olmaktan çık¬tı. Ben yıllar önce bir temizlik yapıyorum. Kupürler kesmişim, bir kenara atmışım, sonra bakıyorum anlamsız bunlar. Bir tanesinin arkasında şöyle bir şey gözüme çarptı. Herhalde 12 Eylül dönemi. Turgut Özal, ekono¬miden sorumlu başbakan yardımcısı. Haberde "Bugün Paris'e gidiyor, 120 milyon dolar istemek için." deniliyor. Şaka gibi. Şirketler satılıyor bugün milyar dolarlara Türkiye'de. Kıyaslanamaz artık. En önemli şey budur. İşte bu refah artışı sayesinde çok ciddi bir orta sınıf oluştu. Es¬kiden Türkiye'deki zenginler 10 kişi, 20 kişi, 50 kişiydi. Şimdi bin kişi, 5 bin kişi, 10 bin kişi... Hepsini tanımıyorsunuz bile. Sermaye birikimi de sağlandı doğal olarak. Ve pazar ekonomisi biraz daha yerleşti. Siyaseten ne oldu? Böyle geri döndürülemez bir şey olmadı hâlâ Türkiye'de.
Şimdi şöyle; burada her zaman kafamızın bir yerinde bulundurma¬mız gereken bir parametre var: PKK ile mücadele... Askere sistem içinde yüksek ağırlık veren de bu, askeri kendini her şeyden sorumlu bir ku¬rum olarak gördüren şey de PKK ile mücadele. Ve PKK ile mücadele çok uzun sürüyor. Dünyanın hiçbir yerinde olmaması gereken bir şey bu. Orada diyelim ki 80'lerin sonunda ya da 90'ların başında yüzbaşı veya binbaşı olarak karakol komutanlığı yapmış, dağda toprağın üstünde uyumuş insanlar bugün general rütbesinde. O insanların fikrî yapıları, devletle ve siyasetle ilgili görüşleri, büyük ölçüde o dağın tepesinde şekillendi. Bu vahim bir şey. Orada şekillenen şey; biz burada tek başımıza dövüşüyoruz, bizden başka hiç kimse yok. Devlet benim, ben devletim; her şey bende, ben bu yurdu savunuyorum... Bu ruh hâli içindeler. Buna dikkat etmek lazım.
O dönemi en iyi Hasan Cemal'in "Kürtler ve Türkiye'nin Asker So¬runu" kitabından okuyabiliyoruz. Benim kendi teorim şu: Kısmen Hasan Cemal'de de var. Ne oluyor? Turgut Özal beklenmedik bir şekilde ölü¬yor, Demirel Köşk'e çıkıyor ve başbakanlığa siyasi meşruiyeti tartışmalı Tansu Çiller geliyor. Zayıf bir başbakan. Çünkü herhangi bir seçimden çıkmış gelmiş değil. Çiller'in kısa süren bir arayış dönemi var. Ne ka¬dar bilinçlice yapılan bir şeydir bilmiyorum ama önce Bask modeli gibi şeylerden bahsediyor, sonra hızla geri adım atıyor ve şahin başbakan oluyor. Genelkurmay'a ne istiyorsanız veriyorum, dönüyor Emniyet'e ne istiyorsanız veriyorum, diyor. Şimdi Çiller'in başbakanlığından yaklaşık 1 yıl önce önemli bir şey oldu Türkiye'de. Çok büyük bir karakol baskı¬nı yaşandı Hakkâri'nin bir yerinde. O baskının hemen arkasından Özal, o sırada bir yurt gezisinde, Cumhurbaşkanı olarak uçağını döndürüyor, Diyarbakır'a gidiyor. Ankara'dan Genelkurmay başkanı, kuvvet komu¬tanları geliyor. Diyarbakır'dan helikopterlere biniliyor, bir gün önce ba¬sılmış olan karakola gidiliyor. O karakolun bahçesinde Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş bir brifing veriyor Özal'a. Benzeri brifingleri ben de dinledim. Bizim Irak sınırımız, Cudi'den başlayarak Hakkâri'nin öbür ucuna kadar dağların tepesinden geçiyor. Bu sınır boyunca da karakollar var. Vakti zamanında Irak'ta bir hükümet varken, Irak'la, bu vadiyi senin karakolun kontrol etsin, şu vadiyi biz izleyelim anlaşması yapılmış. Karakollar kaçakçılığı önlemek için kurulmuş, dolayısıyla terörle mücadelede yetersiz. Ya geri çekilerek dağın eteğine kurulacak ya da ileri gideceğiz. Geri çekilmek gibi bir şey söz konusu olamaz ve ileri gidiliyor, o tampon bölge yaratılıyor. Bu strateji değişikliği, alan kontrolü yapacağız, diyor. Her şeyin brifingi odur. TSK, PKK ile mücadelede bütün taktiğini değiştiriyor. Daha çok asker yığacağız, alanı biz kontrol edeceğiz...
90'lar tek kutuplu dünyanın başlangıcı. Siyasetin ezberi bozuluyor. Siyasetin merkezinde bulunan DYP ve SHP'den birisi şapkasını alıp giden gelenekten geliyor, askerle ilişkisi korkular üzerine kurulu. CHP zaten devletin asıl partisi; SHP biraz daha sola açıldı ama o da dünyayı ve Türkiye'yi iyi okuyamadı. Askerin güçlü pozisyonu karşısında kendi ülkesine uygun siyaset üretmekten uzaklar, merkezi büsbütün boşaltı¬yorlar. Asker ise telaş içinde: 'Dünya değişiyor, Türkiye de değişecek.' Türkiye demokratikleşir ve AB'ye girerse askerin gücü azalacak. Asker bunu gördü, 90'lara damgasını vurdu, siyaseti istediği gibi yönetti. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi 5-6 cinayeti kimse araştıramıyor. Ankara'nın göbeğinden Cem Ersever alınıp götürülüyor, kimse üzerine gidemiyor. SHP'deki solcuları düşünün; kendi dönemlerinde bu kadar faili meçhul cinayet oluyor, sesleri çıkmıyor. Meclis'te faili meçhul komisyonu oluş¬turuluyor, raporu çıkıyor ama bir tane askerin ifadesi alınamıyor. Bu, askerin ne kadar güçlü ve müdanasız olduğunu gösteriyor. 28 Şubat sü¬recinde göz göre göre zorla, zulümle başbakanı iktidardan uzaklaştırdı. Erzurum'daki bir komutan kalktı inanılmaz küfür etti. Bu süreç 1999'daki Kopenhag kriterleriyle bir biçimde değişmeye başladı.
2003 MGK kararlarına ve o günkü darbe süreçlerine bakıldığında hiç vazgeçmedikleri anlaşılıyor. Ama değişen şartlar var. 90'larda Tür¬kiye dış dünyanın umurunda olmadı ama bugün öyle değil. Bir de din¬dar damarın zorlamalar sonrası demokrasi ile buluşması Türkiye'nin bü¬yük şansıdır. Zamanın ruhu diye bir şey var. Özal'ın başlattığı açılım¬lar, 90'lı yıllarda küresel dünya ile buluşma süreci özellikle de 92'de Gü¬len Hareketi'nin dünyaya açılması, Anadolu sermayesinin güçlenmesi Türkiye'yi dünyaya açtı.
Askerin 90'lı yıllarda özellikle de 93'te ve 97'de inanılmaz baskısı vardı medya üzerinde. 98'de Kuzey Irak'tan bir barış grubu gelmişti, biz de bir kamera gönderdik diye başımıza gelmeyen kalmadı. 90'lı yılların tek tek gazete manşetleri incelense yeter; hangi yönlendirmelerin, hangi haberle¬rin nasıl yapıldığı o kadar açık ki. Hangi gazete kime hizmet etmiş, man¬şeti neye göre atmış, devletle ilişkisi açısından çok net görülüyor. Bu kadar çirkin bir durum olamaz yani. Devlet eksenli medya zihniyeti var, hem patronlarda hem de medya çalışanlarında. Medyada Kürtlerin, dindarların bir sorunu yoktu. 94'ün başıydı, bütün faili meçhuller ile ilgili haberler geliyordu. Üst düzey patronlardan birine kulisleri aktardım, Türkiye çok kötüye gidiyor, şöyle yapabiliriz' diye. Bana, "Mahmut ne sen buraya gel¬din, ne de biz seninle konuştuk. Ne olur git, bu dönemde olmaz!" dedi. Sabah grubu Ateş diye bir gazete çıkardı, o da sadece bir gün çıktı. Veli Küçük'le ilgili küçük bir haber vardı. Kurumsal anlamda asker sizinle ya da gazetenin en başıyla konuştuğunda üslup şu: 'Bu bir vatan meselesi¬dir!' Böyle bir argümanla kimse baş edemez, edemedi. Niye Türkiye'nin bütün kurumlarının yönetim kurullarında bir tane emekli asker vardır? Askerlerle bağı olmayanın yaşama şansı zayıftır diye düşünürler.



BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.