Türkiye’ de Cumhuriyet’ ten beri sosyoloji ne gibi gelişmeler göstermiştir?
Cumhuriyet’ in kuruluşundan sonra ülkemizde sosyoloji,toplumu inceleyen bilim olarak,Comte- Durkheim sosyoloji yaklaşımıyla öğretilmeye devam etmişti. Üniversitelerimizdeki ve liselerimizdeki sosyoloji derslerinde aynı yaklaşım öğretiliyor ve yazılan sosyoloji ders kitapları,hiçbir zaman etki alanı bulamayan az sayıda eklektik (seçmeci,toplayıcı) olanlarının dışında,Comte- Durkheim sosyolojisi kuramla-rına ve açıklama yöntemlerine göre yazılıyordu. Yalnız Mehmet İzzet,yazdığı sosyoloji kitaplarında sosyoloji geleneğini felsefe kültürüyle uzlaştırmaya çalışıyor ve bir taraftan sosyoloji verileri üzerine dayanırken,bir taraftan da onu idealist felsefeyle barıştırıyordu.
1933-1936 arası tarihsel maddecilikle ilgili yayınlarda belirli bir artış görüldü.
Comte- Durkheim sosyolojisi etkisini sürdürürken,ayrıca,1933-1940 yılları arasında, üniversitelerimizin bazı fakülteleri sosyoloji derslerinde,Alman sosyoloji okulu dediğimiz biçimci sosyoloji etki alanı bulmuştur. Bu sosyoloji (daha önceki sayfalarda açıklamaya çalıştığımız gibi) toplumsal yapı varlığını ve sorununu hiç gözetmeyen;toplumsal gerçeği,temel toplumsal içeriğinden,temel kurucu öğe ve boyutlarından soyutlayarak yalnız bireyler arası ilişkilere indirgeyen biçimci bir sosyolojiydi. Bazı fakültelerimizde hala bu sosyoloji öğretilmektedir.
1940-1945 arası,sayıları birkaçı geçmeyen bazı sosyologlarımız,kısımsal toplumsal gerçekler olarak ve monografiler biçiminde köy araştırmaları yapmışlar ve bu araştırmalarda diyalektik yöntemi uygulamışlardır. Fakat,araştırma konusu olan köylerin evrimini (hem de tarihlerini derinliğine incelemeden) Batı Avrupa ülkelerinin tarihsel evrimindeki belirleyicilik kalıplarına sığdırmaya çalışarak açıklamaları, diyalektik yöntemin bütünlük yasasının gözden kaçmasına neden olmuştur. Böylece,amacı belirleyicilikler bulmak olan bilimsel çabalar,eksik ve yetersiz kalmıştır.
Ayrıca,1940’tan beri (önceki sayfalarda deneysel olamayacağını açıklamaya çalıştığımız) sosyoloji,kimi fakültelerimizde Le Play okulunun deneysel sosyolojisi temelinde öğretilmeye çalışırken,1950-1960 arasında genel kuramı reddeden, gözleme dayalı,betimleyici ve deneysel Amerikan sosyolojisi de bazı kuruluşlarımızda etki alanı bulmaya başlamıştır. Yine Amerikan sosyolojisinin etkisi altında üç dört yıldan beri ‘davranışçı sosyoloji’ savunucularını bulmaya başlamış ve ‘davranış kürsüsü’ açmak gibi kuramlaştırma çabaları görülmüştür. Oysa,yalnız şimdiki zamandan insan davranışlarını gözlemek,ölçmek,onların yalnız nesnel görünümünü tasvir etmek ya da genel olarak yalnız insan davranışları üzerine bilgi edinmek ve bunlarla bir toplumdaki ilişkileri açıklamaya kalkışmak,gerçek olmayan bir sonuç ve kötü bir sonuç ve kötü bir soyutlamayla karşılaşmak demektir. Yine 1960’ tan beri, 1940-1945 arasındaki araştırmalar doğrultusunda (öncekilere göre biraz daha gelişmiş araştırma tekniklerinden yararlanarak) kısımsal toplumsal gerçeklerimizle ilgili araştırma yapan sosyologlarımız olmuş,fakat,bunlar da 1940-1945 arasındaki sosyologlarımız gibi diyalektik yöntemin bütünlük yasasını gözden kaçırmışlardır.
1960’ tan beri,bir kısım sosyolog ve sosyal bilimcilerimiz,(tarihçilerimiz ve iktisat tarihçilerimizin Türkiye tarihiyle ilgili görüşlerine de dayanarak) bazı toplumları açıklamış olan bir yaklaşımı mekanik olarak kendi toplumsal gerçeğimizi açıklamak için uygulamak yerine,toplumuzdaki belirleyiciliğin, kendi tarihsel ve toplumsal evrim gerçeğimize göre bulunmasını önermektedir ki bu kitabın son sözü olarak,bizim de bu öneriye katıldığımızı söylemek isteriz.
Katıldığımız bu öneri,1950’ lerden başlayarak,özellikle 1960’ tan beri ülkemizde yayınlanan bazı kitaplardaki ve ileri sürülen bazı düşüncelerdeki yetersizliği ve çoğu zaman yanlışlığı belirtmek ihtiyacını ortaya koymaktadır. Çünkü,kendi tarihsel ve ekonomik gerçeklerimizi açıklamak için bilimsel araştırmalar yapmadan,yani olgulara dayanmadan (ya da pek az olguya dayanarak) toplumumuzdaki ya da kendi tarihsel ve toplumsal evrimimizdeki belirleyicilikle ilgili ‘bulgular-sonuçlar’,hala ve her nedense geçerlilik iddiası taşır gibi görünmektedir.
Kanımızca bu iddialar,biri yetersiz,biri de tamamıyla yanlış iki yaklaşımın gerekli sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu iki yaklaşım şöyle özetlenebilir:
1)Yetersiz olan yaklaşımdan yana olanlar zaten iki grup olarak görünmektedir. Birinci gruptakiler en kesin,en bilimsel yöntem olan diyalektik yöntemi bildikleri halde,onu,kendi tarihsel ve toplumsal gerçeğimize uygulamadan,yani derin bilimsel araştırmalar yapmadan (ya da en çok olguyu açıklayabilecek varsayım kurup araştırma yapmadan),o yöntemin açıkladığı bazı Batı toplumlarının belirleyicilik kalıplarına kendi özel tarihsel ve toplumsal gerçeğimizi zorlayarak sığdırmaya çalışmaktadır. Bu tembellik,siyaseti bilimsel gerçeğin önüne geçirenlerin tutumudur. İkinci gruptakiler,kendi tarihsel ve toplumsal gerçeğimizle ilgili bilimsel değer taşıyan araştırmalar yaptıkları halde,bu araştırmaları,siyasal istek ve amaçları yüzünden ‘mantıksal sonuçlarına vardırmamış’ olanlardır.
2)Tamamen yanlış yaklaşımı uygulayanlar,grubu ya da toplumu,birleşmesi ancak bir rastlantı olan bireyler arası ilişkilerin bir bütünü olarak gören,toplumsal y.apı sorunuyla hiç ilgilenmemiş,dolayısıyla toplumsal değişmeleri yaratan etkenleri görememiş,toplumsal olguları tümlük kavramı içinde çözümleyememiş,özellikle Weber’ in etkilediği yöntemsiz ve tarihsiz Amerikan sosyolojisinin (türlü nedenlerle) ülkemizde yayıcısı ve devamcısı olanlardır. Bunlar,hiçbir kurama dayanmadan,hiçbir uslamlamaya başvurmadan,bilgilerin kaynağını yalnızca deneyde arayan,insan davranışlarını yalnız şimdiki zamandan değerlendirmeyle çalışan sözde sosyologlardır.
Yetersiz yaklaşımın ilk grubu üzerinde durmak herhalde gerekmez. İkinci gruptakiler ise,son yüz,yüz elli yıldan beri Türk toplum yapısının belirleyicisi olarak ‘tefeci-aracı-bezirgan’ sınıflarını göstermektedir. Kanımızca,bu sonuca varanlar,siyasal istek ve amaçları yüzünden hem Batıdaki kapitalizmin doğuşunu bilmezlikten gelenler, hem de-sayıları az da olsa-yapılan araştırmaların ortaya koymaya çalıştığı gibi,Türkiye’nin tarihinde toplumsal yapımıza biçim veren siyasal ve idari kurumların başına geçenlerin (son yirmi beş otuz yıllık değişik ve karmaşık durum hariç) bu mevkilere,çoğu zaman,özel servetleri sayesinde değil,yetenekleri ve toplumsal değerleri sayesinde geçtikleri (ve buna bağlı olarak bazılarının özel servete ya da özel ekonomik güce sahip oldukları) olgusunu,tarihsel veri olarak gözden kaçırmak isteyenlerdir. Elbette hem bu tarihsel verinin,hem de bu verinin evriminin,daha başka olguları da içeren diyalektik bir bütün içinde değerlendirilmesi gerekir.
Tamamıyla yanlış olan yaklaşıma örnek olarak da şu belirleyicilik verilebilir: Kimi sözde sosyolog ya da sosyal bilimcilerimiz,”toplumun hareketliliğini içindeki gruplar açısından değerlendirmeye çalışmak” gerektiğini önererek ve bir propagandacı gibi “günümüzün sosyal biliminin tümcü sonuçları reddeden,hakikati yalnız parçalar halinde gören özelliğini” fırsat buldukça tekrarlayarak,Türkiye’nin şimdiki toplumsal yapısını belirleyen şeyin-aralarında bir bağlantı da kurmadan-bazı toplumsal gruplar (işçiler,işadamları ve aydınlar) olduğunu ileri sürmektedir. Aslında bu kişiler,her şeydeki diyalektik hareketin ve bütünlüğün her şeyin oluş nedeni ve ‘hayatı’ olduğunu bilmezlikten gelen,araştırma konusu gerçeği,hareketinin ve bütünlüğünün dışında parçalara ayıranlardır. Ve bir türlü,toplumu,aynı zamanda (maddi ve manevi) toplumsal bir çaba,toplumsal bir etkinlik bütünü olarak göremeyenlerdir.
Bir de on on beş yıldan beri,zaman zaman kimi iktisat tarihçisi ve sosyologlarımız,W.W. Rostow’ un “ekonomik büyümenin beş evresi” şemasını,bütün toplumların geçirdikleri ve geçirmek zorunda oldukları aşamalar olarak kabul etme çabasına girmişler ve bu şemanın Türk tarihini ve toplumunu da açıklamaya yeteceğini savunmuşlardır. Bu aşamalar, “geleneksel toplum evresi,harekete geçme ön koşulları evresi,harekete geçme evresi ,olgunluk evresi,tüketim toplumu evresi” olarak sunulmaktadır. Toplumların özel ve somut tarihlerinin incelenmesini hiçbir biçimde içermeyen,toplumlardaki diyalektik gelişmeyi reddeden bu şemadaki aşamaların izledikleri süreç ve taşıdıkları kapsamları açıklamayı bile gereksiz buluyoruz.
Bir toplumu incelemek için dünyadaki bütün şeyleri,ortaya çıkmış,hareketsiz nesneler olarak inceleyen eski araştırma-düşünme yöntemi olan metafizik yöntemi bir daha anmamak üzere bir yana atarken,yöntem konusunu şöyle sonuçlandırabiliriz: Ampirizmi ve analitik yöntemi yöntem olarak uygulayanlar,gerçeğin ancak bir kısmını açıklamaya,öğrenmeye çalışanlardır. Çünkü ampirizm,yalnız ve yalnız olguları görerek,pek az bir gözlemle yetinmektedir;analitik yöntem ise,gerçeği parçalara ayırarak gerçekteki hareketi ve bütünlüğü gözden kaçırmaktadır. Oysa diyalektik yöntem,bütünlükleri ve hareketleri içinde gerçeğin öğelerini inceler,araştırır.
Türk tarihi ve toplumu üzerine yapılan araştırmaların çok yetersiz olduğunu bilmekteyiz. Fakat,yapılan bu araştırmalar içinde tutarlı olanları ve özellikle belirli bir düşünce akımını başını çeken ünlü düşünür ve romancı Kemal Tahir’ in Türk toplumu ve insanıyla ilgili inceleme ve düşünceleri,tarihsel evrim içinde Türk toplum yapısını açıklamak için,klasik tarihsel maddeciliğin ya da ancak Batı Avrupasını açıklayabilen tarihsel maddeciliğin yeterli olmadığı yönündedir. Özellikle Kemal Tahir ve ona katılan bazı bilim adamları,Türk toplumunun tarihini incelemek için “Batı gelişme çizgisinin dışında yer alan başka bir üretim biçimi açısı” nın yani ‘Asya tipi üretim biçimi’ kavramına yakın bir kavramın “bir varsayım değeri taşıması” gerektiğini ileri sürmektedir.
Türk toplumunun tarihini,daha doğrusu tarihsel evrim içinde Türk toplumundaki sınıflaşmayı açıklayabilmek için bu düşünceler doğrultusunda kurulacak bir varsayım,kanımızca,başka varsayımlara oranla en çok olguyu açıklayabilen ve gerçeği usa dayanan bir biçimde kavramamızı sağlayan bir varsayım olacaktır.
Önceki sayfalarda Asya tipi üretim biçimi kavramının,en geniş anlamıyla (köyler aleyhine) kentlerle köyler arasındaki çelişkinin en başta gelen belirleyici olduğu toplum yapısını gösterdiğini söylemiştik. Bilimsel bilgi,bilimsel deneyim ve önsezi gibi öğelerden oluşacağı için varsayım kurmanın zor olduğunu biliyoruz. Fakat,son elli altmış yıllık yakın tarihimizin en önde gelen kişilerinden biri olan (ve Türkiyede ne yaptığını ve ne yapıldığını iyi bilen) İsmet İnönü’nün,Mehmet Barlas tarafından aktarılan bir gözlemini,ilginç olduğu kadar uyarıcı buluyoruz: “İnönü’ ye Ortanın Solu’ nun anlamını ve Türkiye’ deki sosyoekonomik problemlere dönük yorumunu sormuştuk. Dikkatle kelimelerini seçmiş, Türkiye’ de şehirlinin ve köylünün çeşitli problemleri olduğunu söylemişti. Ben, ‘Yani sosyal sınıflar mı?’ deyince,’Şehirli ve köylü...’ şeklinde yeniden düzeltmişti..”
Bitirirken,her türlü kavram kargaşasından korumak için,burada,bir konuya açıklık getirmenin yararlı olacağı kanısındayız. Şöyle ki,daha önceki sayfalarda açıklamaya çalıştığımız ‘ekonominin baş belirleyici olması ya da ekonomi ile belirlenme’ başka bir şey,’ekonomik yaşantıyla toplumsal gerçeği doğrudan doğruya özdeşleştirmek’ başka bir şeydir. Bu gerçek,yani özdeşleştirme,bir toplumu incelemek için, “bilimsel açıklamalarda ekonomik koşulların yol gösterici olduğunu” ortaya koymak içindir.
Böylece,tarihsel maddecilik,ekonomik bir belirleyiciliğin formülü olarak kalmayacak; toplumlardaki başka belirleyicileri ve onların yarattıkları çelişmeleri,gelişmeleri kapsayacak biçimde,insan bilincinin toplumsal belirlenmesini araştıran daha geniş anlamda,daha nesnel bir tarihsel maddecilik olacaktır.
kaynak: 100 soruda sosyoloji