Osmanlı devletinde gayrimüslimlerin konumu:
Vergi konusunda gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrıldıkları nokta, askerlik yapmamaları ve devlet hizmetine alın¬mamalarıdır. Ancak askerlik çağma gelen zimmîler devlete "cizye" ve (Müslüman reâyâ'nm ödediği "çift resmi ve cişür"e karşılık da) harac-ı arazî denilen bir toprak vergisi öderler.
Bununla beraber "voynuk, doğancı" gibi askeri görevi olan guruplar bu vergilerden muaftırlar. "Derbentçi" ya da madenci köyleri de bu vergiden ya bütünüyle ya da 1 /2 oranlarında bağışlanmışlardır.
Osmanlı Devleti reâyâ içindeki gayrimüslim uyruklarına assimilasyon yöntemleri uygulamıyordu. Bunun hem İslâmî kökenli , hem de ticaret ve teknoloji transferi ile ilgili sebepleri bulunabilir. İbâdet ve âyinlerin yapılabilmesi hususunda devlet gayrimüslimlere çok müsamahalı davranmış, ibadet yerlerinin idaresini cemaat teşkilatlarına bırakmış, bu hususta fermanlarla dokunulmazlık tanımıştır.
Her gayrimüslim cemaat, İslâmî terminoloji içinde "millet" olarak kabul edilmişti. Devlet gayrimüslim tebaa ile karşılıklı ilişkilerini ruhanî liderler aracılığıyla yürütmektedir. Bu bakımdan cemaat ruhanî liderlerine hukukî, eğitsel geniş yetkiler verilmiş ve karşılığında cemaatlerinin asayiş, vergi, hizmet gibi durumlarından devlete karşı sorumlu tutulmuşlardı. Cemaat yönetimi, doğum ve ölüm kayıtları, nikah akdi, feshi, çeyiz, nafaka, veraset ve vasiyetle ilgili muamelat işleri yürütür, mukabilinde harç alırdı.
Patrikhane yargılama yapabiliyor, yalnız hapse değil, sürgüne, hatta kürek cezasına bile mahkum edebiliyordu. Hatta suçlular için patrikhanede bir hapishane vardı. Cemaat mahkemelerinin kararlarını devlet aynen uygulardı. Örneğin patrikhaneden gönderilen kürek mahkumları küreğe bağlanır ve vaktinden önce zincirleri çözülemezdi. Papazların kilise vaazları ve azınlık okullarının eğitimi de devlet denetimine tâbi tutulmamıştır.
Cemaat liderlerine devletin verdiği yetkiler ve karşılığı olan sorumluluklar güçlü idarî teşkilatlar kurulmasını gerektirmiştir.
Ortodoksların cemaat işlerini Fener Patrikhanesi, Musevilerin işlerini Hahamhane, Ermenilerin işlerini de Ermeni Patrikhanesi yürütmektedir/' Milletlerin liderleri ruhani meclisler tarafından seçilmektedir.
Fetih'den sonra, Ortodoks Rum, Ermeni ve Musevilere "cemaatlerine, mabedlerine ve ibadet etmelerine" dokunulmayacağı hususunda ahd ve eman verilmişti. Aslında bu davranış İslâm Dini'nin bir gereğidir. Üstelik karşıtını yapmak şehrin yerleşik nüfusuna bağlı ekonomik düzeni de bozar ve fevkalade kötü sonuçlara götürebilirdi. Bununla beraber Fatih'in gayrimüslim cemaatlerin dinî liderlerine fevkalade itibar ettiğini de görüyoruz. Örneğin Bizans'ın son ve Osmanlı döneminin ilk Hahambaşısı Moşe Kapsali'yi huzuruna davet etmiş, kendisi¬ne iltifatta bulunmuş ve cemaat içi davaları görmek için bir ferman verdikten sonra, "at bindirilerek" refakatçilerle birlikte ika¬metgâhına kadar göndermiştir.7
Nitekim Fatih'le başlayıp 1657'ye kadar yeni seçilen her Rum patriği bizzat padişahın huzuruna alınmış iken, Eflak ve Boğdan voyvodalarını isyana teşvik eden Patrik NI. Palenios'un ida-mından sonra Sadrâzamlar tarafından kabul edilmeleri kanun olmuştur.
îlke olarak zimmîler kendi cemaatleri kapsamında hür ve kiliseleri çevresinde örgütlü, dinî, hukukî ve kültürel ayrıcalıklara da sahip olmakla beraber, Müslüman tebaa ile birlikte oldukları günlük hayatta, örneğin giyim-kuşam konusunda çoğu renk, biçim, kalite gibi fiziksel anlamda yapılması zor olmayacak kadar basit, ancak kişiliklerin zedelenmesi açısından hiç de hoş sayılmayacak belirli bazı kurallara, kısıtlamalara uymak zorunda bırakılmışlardı.
Gayrimüslim tebaa resmî terminolojide devletin "zimmet"inde, koruması altında anlamına gelen "zimmî" deyimiyle anılır. Zimmîler şahsî hukuklarına ait işlerde kendi din ve mezheplerinin ruhban mahkemelerine giderlerdi. Şer'î ve örfî Osmanlı hukukuyla çatışmadıkça devlet kilisenin kararlarına karışmazdı. Ancak amme veya ceza hukukunu ilgilendiren işle¬rinde zimmîler de şer'î mahkemelerde yargılanırlardı. Bununla beraber eğer kendileri isterlerse her türlü hukukî sorunları için de kadıya başvurabilirlerdi. Hatta zimmîlerin çok olduğu bölgelere bazen zimmî bir yöneticinin atandığı da olurdu.
Zimmîler dinlerini değiştirebilirlerdi. Özellikle "ihtida" ederek (hidâyet'e eren) Müslüman olan bir zimmî, müslümanlarm bütün hak ve yükümlülüklerine8 hemen sahip olur, "ispençe" (çift resmi) yerine kendisinden müslümanların ödediği "bennak resmi" alınırdı.
Yeni fethedilen ülkelere gönderilen Osmanlı kanunnâmeleri, öteden beri mevcut ve yürürlükte olan yasaların çok cıiz'i tâdilâtla aynen uygulanmasını kabul etmektedir. Osmanlı yönetimi sosyal siyaset bakımından uzlaşmacı tutum kullanmayı tercih etmektedir. Böylece eski yöneticilerin deneyim ve değerlendirmelerinden yararlanmaktadır. Bu bağlamda ülkede mevcut dinî müesseseler, idari taksimat, vergiler, yerli adetler ve hatta askeri zümreler muhafaza olunmuşlardır. Nitekim ye¬rel asker ihtiyacının bir bölümü, fetih öncesi askeri zümrelerinden sağlanmıştır. Bununla beraber "Raiyet oğlu raiyyetdir" ilkesi titizlikle muhafaza olunmuş ve askeri tirnar verilen Hristiyanlar deftere kaydolunurken "sipahi oğlu", "sipahi neslinden" biçiminde şerh düşülerek askeri sınıftan oldukları belirtilmiştir.
Gayrimüslim Osmanlı uyrukları cami, türbe gibi müslümanların dinsel saygı gösterdiği yerlerin çevresinde olmamak üzere Müslüman halkla eşit ev alma ve oturma özgürlüğüne sahiptir.9 Bununla beraber gayrimüslimler ilke olarak Müslümanlardan daha yüksek yapılar yaptıramazlar. Diğer taraftan ibâdethanelerinin yenilenmesi ve tamiratı da Padişahtan izin alınmasını gerektiren uzun formalitelere tâbidir.10
Osmanlı yönetimi fetihten sonra gayrimüslimlere bırakılanların dışında yeni bir mabed yapılmasına müsaade edil¬memesi eğilimindedir.11 Diğer taraftan özellikle böyle bir konuda "Ferman çıkartma" sürecinin gayrimüslim uyruklar açı¬sından fülen ve psikolojik olarak ne kadar güç olacağı açıktır.
Osmanlı uyruğu gayrimüslimler din ve mezhep açısından üç büyük kategoride toplanabilir:
(a) Katolikler
Bunlar Latinler (Avrupa ulusları), Katolik Gürcüler, Katolik Süryanîler, Keldanîler, Maruniler, Kiptiler, Katolik Rumlar'dır. Osmanlı Devletinde Katoliklerin sayısı pek fazla değildir. Bununla beraber Haçlı Seferlerinden sonra Anadolu Ermenileri arasında da Katoliklik ortaya çıkmıştır.12
(b) Ortodokslar:
Ortodokslar Doğu Karadeniz, Marmara, Ege kıyıları, Ege ve Akdeniz adaları, Mora yarımadası veTeselya da oturuyorlardı. Çukurova'da yaşayan Ortodoks Ermeniler On birinci yüzyılda Sivas ve dolaylarından göçe zorlanmışlardı. Irak ve Suriyenin kuzeyi ile Güney doğu Anadolu'da yerleşik Süryanîler ise aynı din ve mezhepten olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermenileşti. Malatya Süryanîlerin merkezi iken zamanla Ermenilerin yoğun bulunduğu bir şehir oldu. Ermeni toplumu da, Museviler gibi şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleşiktirler.
(c) Museviler
Bavyera'dan 1470 yılında sınır dışı edilen Musevilerin büyük bir kısmı Tuna sahillerine, bir kısmı da İstanbul'a gelmişlerdi. İspanya ve Portekiz Yahudileri, 1492'de Katolik mezhebine geçmekle zorlanınca ülkelerini terkederek Fransa, İngiltere, Felemenk, İtalya ve Osmanlı Devletine iltica etmişlerdir. Türkiye'ye sığınanlar İstanbul ve Selanik şehirleriyle Sakız adasına yerleştirildiler. İspanya ve Portekiz sürgününde kalabilmiş bir kısım Yahudi de, 1532 yılından itibaren Türkiye'ye gelmeğe başlamışlardır. Bununla beraber zulümden kaçan Museviler ticarî sermayeleri ile diğer bilgi ve yeteneklerini de Osmanlı İmparatorluğuna getirmişlerdir.
İspanya'dan gelen Museviler, Balat, Hasköy, Ortaköy ve Kuzguncuk'a yerleştirilmişlerdir. Bu Museviler, 1494 yılında Osmanlı ülkesinde ilk matbaayı kurdular. Toplu olarak çok sayıda gelen İspanyol Musevileri, Osmanlı ülkesinde Ladino denilen On beşinci yüzyıl İspanyol lehçesini korumayı başarmışlardır. Yeni gelen Musevî cemaatının, aslında kendi dilleri olmayan İspanyolca'yı korumuş olmaları, bu olgunun Osmanlı yönetimi açısından pek önemli sayılmadığını gösteriyor. Oysa Yahudiler Osmanlı toplumu içinde İspanyolca sayesinde etnik kültürlerini daha iyi muhafaza edebilmişlerdir. Halbuki Endülüs'ten Musevilerle birlikte gelen Müslüman Araplar, bir nesil sonra Türkleşmişlerdi.13 Ortak dinî kültür ve ortak dilde birleşmenin etkisi açıkça görülmektedir.
Diğer taraftan Osmanlı yöneticileri Yahudilerin Avrupa ülkelerinden getirdikleri teknolojik bilgilerden ve sermayelerinden istifade etmeyi düşünmüş olabilirler. Nitekim Museviler göçmenler şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleştirildiler.14 Bu göçlerden sonra Yahudiler, Rumlardan sonra ikinci önem¬deki gayrimüslim nüfusu oluşturdular.
Ermeni ve Musevî erkeklerin giyimleri aynı olacak, başlarına fazla uzun olmayan Denizli tülbendi sarabilecekler, ancak Ermenilerin sarığı alaca renkli olacaktı. Bellerine sardıkları kuşak değeri 30-40 akçeyi geçmeyen ipek ve pamuk karışımından olacaktır. Mestleri siyah meşinden yapılacak ve sahtiyan ol¬mayacaktır. Ayaklarına iki kulaklı, üstü astarlı ayakkabı giyecekler, çedik de kullanabileceklerdi. Kırmızı, menekşe rengi ve siyah ayakkabı da giyilebilirdi. Fakir gayrimüslimler Selanik çuhası giyebileceklerdi.
On yedinci yüzyıl ortalarında Sultan IV. Murad İstanbul ka¬dısına gönderdiği fermanda gayrimüslim erkeklerin giyimini "...kefere taifesinin... samur kürk ve samur kalpak ve atlas ve kemha giydirmeyub ve avretleri dahi yüksek arakıyye ve pa- rus çuka giyinmeyub Müslüman tarzında ve libasında gezmi- yeler"13 biçiminde sınırlamaktadır.
Padişah III. Selim devrinde de Ermeni erkeklerin şapka ve ayakkabıları kırmızı; Rumların siyah; Yahudilerin ise mavi renk olarak belirenmişti.16
Gayrimüslim kadınlar da gerek hâkim kültürün etkisiyle, ge¬rekse Hıristiyan veya Musevî dinlerindeki kısıtlayıcı hükümler arasındaki bazı benzerliklerin de etkisiyle, çoğu kez Müslüman kadınları gibi örtünmektedirler.
Bununla beraber Müslim ve gayri müslim kadın kıyafetleri arasına zaman, zaman devlet tarafından da kısıtlayıcı örfî hükümler getirilmiştir. Örneğin Sultan NI. Murad döneminde gayri müslim kadınların giydiği feraceler kül rengi karaca çuhadan yapılacak, elbiseleri atlastan ya da kutnudan olacak, gök mavisi çakşır, giyecekler, başmak yerine de kundura kullanacaklardı. Müslüman kadınların giydiği boyundan eteğe kadar yakalı elbise ile ince külah, ferace giyemeyeceklerdi.
1-"Millet-i hâkime" de denir.
2-Anlatılmak istenilen maksada göre "millet-i şâire", "cemaat-i muhte¬life", "teba'a-i gayrimüslime" tâbirleri de kullanılmıştır.
3-Müslüman ve gayrimüslim nüfusun özellikle voğun olduğu bölgeler vardır.
4-1322 sene-i Hicrivyesine Mahsus Sâluâme-i Devlet-i Aliyve-i Osma- nivye. Altmışıncı sene, Dersaödet, 1320, s. 900-914.
5-"Millet bir kavram değil, bir içtimaî teşkilatlanma, bir ruh hali ve te¬baanın birbirine bakışını ifade eder". Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 10.
6-Antakya, iskenderiye ve Kudüs'le de Ortodoks patrikler bulunmak¬tadır. Ancak bilindiği gibi Fener Rum patrikliği merkezdir.
7-Burada Hahambaşı'nm "at bindirilmesi" hususu önemli bir protokol unsurudur. Çünkü Padişah ve vekili Sadrâzam'dan gayri şehir içinde at binen kişilerin sayısı sınırlı olduğu gibi gayrimüslimlerin at bin¬meleri de yasaklanmıştır.
8-Tanzimat Fermanı ile (1839) zimmîlere de devlet ve orduda görev al¬maları hak ve yükümlülüğü getirildi.
9-Mantran; XVI."- XVN. Yüzyılda, s. 45-47.
10-Örneğin 1602 tarihinde bazı havraların tamiri gerekmiş Fatih'in mus- evilere verdiği bilinen fakat kaybolmuş ferman verine "fetevây-ı şe¬rife ve ecdâd-ı i'zâmın verdikleri evânür-i münife muktezâsınca bidâvet-i hâl üzere tecdid ve tâmir edileceği " hususunda ikinci bir ferman daha verildi. 1(W3 tarihinde Bizans döneminden kalma dört sinagog'un tamiri için yeniden ferman çıkartmak gerekmiştir. 1741 ve 1754 tarihlerindeki havra tamirler için ferman hükümlerinin yeni¬lenmesi gerekmiştir.
11-H.Nitekim Sultan NI. Ahmed 1725 (H. 1137) tarihli Fener'de izinsiz ola¬rak kilise gibi kullanılan bir kulenin yıkılmasına ilişkin fermanında "...Dâr ül-lslâm'da, kefere taifesinin Fetlı-i Hâkâni'den beri yedlerine terk olunan keniselerinden (kiliselerinden) maada müceddeden ke- nise ilıdâs ve bir mahalli kenise ittihaz eylemelerine bir veçhile mesağ-ı şer'i..." olmadığını belirtmiştir. Doğru, s. 39.
12-Doğru, s. 215.
13-Doğru, s. 32.
14-Evliya Çelebi've göre 1638 yılında İstanbul'da Yahudî cemaatinin 55 kasap dükkânı ve 200 Yahudî kasabı vardır.
15-Ahmed Refik, Onbirinci Asr-ı Hicrî'de ... s. 53.
16-Karal, Osmanlı Tarihi, c. IV, s. 274.
kaynak: 99 soruda Osmanlı