Onunla olan aşkımızın ifadesi kokulu silgiyi birlikte koklamaktı. Bu ikimize özeldi. O benim için, ben onun için özeldim. Kokulu silgi de bu özel olanın leitmotivi idi. Ama "aşk" sözcüğünü kullandığımda artık ergenlik dönemi başlamıştı ve ayna karşısında sivilce sorununa nasıl çareler bulacağım kaygısı da. Annemden gizli hafif makyaj denemeleri ve dore renkli çanta hevesi de ardından geldi. Limonatalı mezuniyet çayında topu topu dans etmiş idik, öyle yakın duruş değil ve her ikimizde kötü dans ediyorduk, ama yaptığımız dansa öylesine bağlıydık, o an dünyanın en iyi dans eden çifti biz gibiydik. Üniversitede artık "kadın" olmadıysam bile "kadın" lafını kendime yakıştırmaya başlamıştım. Ama o da sınırlı okul çevremdeki grupta. Bu fanusun dışında söylemeye ise yürek isterdi. "Galiba ben aşığım" dediğimde okul bitmiş ve ilk işimin ilk maaşını almıştım. Hemen ona gidip bir kaşkol almıştım. Ama onunla evlenmedim. Çünkü gerçek aşk, şu yağmur altında oturduğum burnu kemerli beyfendiydi. İkinci çocuğumuz doğduğunda ben otuzunda o ise otuzikisindeydi. Ama aşık olduğumuzu çocuklar gibi söyleyemez bir utangaçlık üzerimize evlilikle peydah olmuştu. Sadece bize özel anlarda söyleyebiliyorduk. Ama hala aşıktık. Torun doğduğunda kızım sormuştu "anne aşık mısın hala" diye. Utangaçlık evliliğin vazgeçilmezidir. Utanıp "kızım bu yaşta benim aşkla ne işim olacak" demiştim. Ama dediğimden dolayı da öylesine bir suçluluk duygusu duymuştum ki. Hastanenin kafesinde sigara içen, artık saçları aklaşmış ve bir by-pass geçirmiş o kemer burunlu beyfendiye hala aşıktım. Bir bahane uydurup kızımın yanından ayrılıp aşağıya indim. Kafenin en dibindeki masada oturmuş, yakın gözlükleri ile gazete okuyordu. Gittim yanına oturdum. "Kız nasıl? Bir şey mi oldu?" diye kaygıyla sordu. "Hayır" dedim tebessüm ederek. "Bana da bir kahve ısmarlarsın diye geldim." Sonra her zamanki gibi omuzlarına düşen bir kaç ak saçı alarak ceketini düzelttim. Ama atamadım saç tellerini yere. Aldım ve avucuma sakladım.
Onların aşkı ne "Devlerin Aşkı" idi ne de "Yüzyıllın Aşkları"ndandı. Birbirlerinin ilk kadını ve ilk erkeğiydiler. Kadın bir yaşında babasını, erkek ise bir yaşında annesini kaybetmişti. Kadın bir baba arıyordu, erkek ise bir anne. Küçük bir kasaba düğünüyle evlendiler ve birlikte bir başka küçük kasabaya gittiler. Erkek memurdu. İki tencere, dört tabaktan oluşan mutfaklarında o tahta masaya ne oturup ne konuşmuşlardı. Onları ne kadar o halleri ile hayal etsem de başaramıyorum. Fotoğraf çektirmek önemli bir işti o zamanlar. Onlar da çektirmişti. Ama her fotoğrafta görürdünüz, özel hazırlandıklarını ve aslında bayramlıklarını giyerek fotoğrafçıya gittiklerini. Mürekkeple yazılmış notlar vardı her fotoğrafın arkasında. Bu önemli anlarının unutulmamasına adanmıştı yazılar ve üçüncü okuyucuya hitap ediyordu cümleler, ölçülü ve olanı daha iyi gösteren. Sonra bizler geldik. Aile fotoğraflarında boy göstermeye başladık. Altı bez bağlı orlondan zıbınlarımız içinde, Cumhuriyet Bayramı'nda, bingo oynarken, bir aile yemeğinde... Bizsiz fotoğrafları o kadar azalmıştı ki. Her yerden çıkmıştık. Hafif hafif kilo almaya başlamışlardı. Erkeğin alnı açılmış, kadının saçları artık belinde değildi. Hepimiz evden ayrılana dek, ikisinin başbaşa kalacaklarını ve kardan ulaşamadığımız o günde telefonla onlarla konuşurken onları terk edip gitmenin garip bir sızısını içimizde hissedeceğimizi bilemezdik. Onlar bizim annemiz ve babamızdı. "Biz aşığız" dememişlerdi hiç bir zaman, belki de utangaçlıklarından belki de aşık olmadıklarından. Ama çocuklar anne ve babalarının aşık olduklarına inanmak ister. Aşk, anne ve babaya en yakışan duygudur. Onların aşkı ne "Devlerin Aşkı" idi ne de "Yüzyıllın Aşkı", ama benim şu ana kadar gördüğüm en güzel aşktı.