Arama


Avatarı yok
insomnia42
Yasaklı
25 Eylül 2013       Mesaj #4
Avatarı yok
Yasaklı
Cuma Selamlığı

Osmanlı sultanlarının Cuma namazına gidişleri ve dönüşleri sırasında yapılan merasim.
İslâm devletlerinde Cuma namazının ictimaî ehemmiyeti pek büyüktü. Osmanlı padişahları kendilerinden önceki İslâm hükümdarları gibi at üstünde ve bir merasimle büyük camilerden birine giderek Cuma namazlarını kılarlardı. Bilhassa halifeliğin Osmanlılar'a geçmesiyle Yavuz Sultan Selim Han'dan itibaren Osmanlı sultanları aynı zamanda İslâm halifesi de oldukları için bu hususa daha çok ehemmiyet vermişlerdir. Cuma namazının kılındığı ve hutbenin verildiği camilerin bütün Müslümanlara açık olması hükümdarın halkla temasının sağlanarak derdini ve dileğini ona açıklamasını sağlıyordu.

Padişahlar Sultan İkinci Abdülhamid Han'a kadar camilere ata binerek giderlerdi. Rahatsızlığından dolayı Sultan Abdülhamid Hanın saltanat arabasıyla Cumaya gitmesinden sonra atla gidilmez oldu.

Cuma selâmlığı merasiminde askerî mülkî ve ilmiye sınıfından pekçok kimse bulunur her sınıf askerden meydana gelen birlikler namazdan sonra padişahın önünde resmi geçitte bulunurlardı. Askerini seven yüzyıllar boyu serhat boylarından zafer haberleri bekleyen ve atalarını yâd eden halk da bu merasimleri büyük ilgi ile takip ederdi. O gün sokaklar bayram günleri gibi dolup taşardı.

Selamlıklara bütün şehzadeler bazı yâverler tüfekçiler ve hünkâr çavuşları katılırdı. Selamlığın hangi camide yapılacağı bilinmediği için halk Sultan Abdülhamid Han zamanında Yıldız Sarayı’nda toplanır orada iradeyi bekler padişah çıkınca onunla birlikte hareket ederdi. Bu esnada alkışçı tabir olunanlar şöyle söylerlerdi: “Uğurun hayır ola yaşın uzun ola yolun açık ola. Saltanatına mağrur olma padişahım senden büyük Allah var.”

Son devirde otuz üç sene padişahlık yapan Sultan Abdülhamid Hanın selamlıkları hiç aksatmadığını camide dert ve sıkıntısı olanların arzuhallerini alıp gerekeni yaptırdığını tarihî kaynaklar belirtmektedir. Sultan Abdülhamid Han namaz kılıp kılmamak hakkında kimseye mecburiyet koymadığı gibi baskıda da bulunmazdı. Yalnız veliahtların namaz kılmalarını ister kılmayanları da ikaz ederdi.

Selâmlık resmini seyir için gelen halk uzaklarda dururdu. Padişahı çok uzaktan da olsa görmeyi arzu eden halk büyük bir kalabalık teşkil ederdi. Ecnebilere ise; bunlardan sefirler için Mâbeyn dairesinin önünde set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunurdu. Sefirlere burada sigara kahve vs. ikram edilirdi.

Padişahlar selamlık merasimi için her hafta bir büyük camiye giderlerdi. Böylece halkın değişik camilerde sultanı görüp dert ve şikâyetlerini anlatabilmeleri mümkün olurdu. Cuma selamlığından sonra Balmumcu çiftliğine Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine arasıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi’ne geziler yapılırdı.

Cülus (Cülûs)

Osmanlılarda tahta çıkacak şehzadenin padişahlığının ilan edilmesi dolayısıyla yapılan merasim.
Bu merasim Osmanlı Devleti töreleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü cülûs-ı hümâyûn İslâm kültüründen alınan bir takım usul ve teşrifat yanında Oğuz töresinin izlerini göstermekte olduğundan millî bir karakter taşımaktaydı.

Osmanlılarda saltanat sürmekte olan padişahın ölümü veya saltanattan hal’i üzerine yerine geçen padişahların cülûsları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunurdu. Eğer padişah gece vefat etmiş ise merasim sabah erkenden yapılırdı. Yeni padişahın cülûsu gün ve saati teşrifatçı tarafından merasime iştirak edecek olanlara derhal bildirilirdi.

Padişahın tahtı Bâbüssaâde denilen Akağalar Kapısı önünde kurulurdu. Bundan sonra Dârüssaâde Ağası Silahtar Ağa ile birlikte yeni padişaha giderek onu babasından amcasından veya ağabeyinden boşalan tahta davet ederdi. Bundan sonra yeni padişah Hasoda önündeki demir kapıdan çıkarak taht odasına geçer burada Hırka-i Saâdet yanında iki rekat namaz kılarak şükrederdi. Daha sonra cülûs törenine gitmek üzere saltanat alâmeti olan yûsûfî destâr ve samur erkân kürkü giyen padişah dışarı çıkarak Bâbüssaâde önünde kurulu tahta oturur ve merasim başlardı. Kanun gereği sırasıyla; Nakibü’l-Eşraf Kırım Hanzâdesi Saray Ağaları ve Rikab Ağaları ile Kapıcıbaşı Ağalarının tebriklerinden sonra Şeyhülislâm Efendi kısa bir dua yapar ve biat ederdi.

Biat merasimi Mataracıbaşının biat edişine kadar devam ederdi. Biat merasiminden sonra yeni hükümdar huzurda bulunanları selamlayarak Hasoda'ya geçerdi. Burada biraz dinlendikten sonra vefat eden padişahın cenaze namazına katılırdı.

Cülûs töreni kılıç alayı ve türbe ziyaretleriyle tamamlanırdı. Önce bütün hükümdar türbelerini içine alan ziyaret sonraları sadece Fatih Sultan Mehmed Hanın türbesine yapılır oldu. Yeni padişahın cülûsu haberi derhal İstanbul’da tellallar vasıtasıyla ve toplar atılarak ilan olunurdu. Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermanlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı. Cülûs töreninden sonra hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı.

Cülûs bahşişi: Cülûs bahşişi verme usulü Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı. Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlüydü. Birisi belli ve kanunda belirtildiği gibi bir defaya mahsus olarak verilir diğeri ise askerlerin ulûfelerine zam suretiyle icra edilirdi. Tahta çıkan her padişahın; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbulümdür verilsin” suretinde lisanen tasdik etmesi ve bu tasdiki askerin işitmesi usuldendi.

Bu bahşişten yalnız asker değil büyük-küçük bütün memurlar istifade eder sadrazam ve şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi.

Osmanlı tarihinde ilk defa cülûs bahşişi 1389 tarihinde Kosova sahrasında padişah seçilen Yıldırım Bayezid Han tarafından kapıkullarına verilmiş ve bu usul Sultan Birinci Abdülhamid’in cülûsuna kadar devam etmiştir.

Cülûs bahşişi verilmesi Fatih tarafından kanun hâline getirilmiş Yavuz Sultan Selim Han da cülûs bahşişinde ödenecek paraları tespit etmiştir.

İlk zamanlarda padişahların bir ihsanı şeklinde olan cülûs bahşişi sonraları padişahların bir lütfu olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur.

Cülûs bahşişi dîvânı: Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân. Cülûs bahşişi kanununda bu paranın dağıtılması emrinin padişah tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan bu iş için dîvân normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır Kapıcılar Kethüdâsı ile Bâbüssaâde Ağası eliyle padişaha sunulurdu. Padişah bir taraftan bahşişin dağıtılması için yazılı izin verirken sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür verilsin” diyerek dîvâna haber gönderirdi. Hazırlanan bahşiş keseleri ulûfe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi. Bahşiş dağıtımı bitince vezirler arza girerlerdi. Bu merasime Defterdar katılmazdı.

Cülûs çıkması: Padişahların cülûsları münasebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tabir. Buna büyük çıkma umum çıkması da denilirdi. Çıkma mezuniyet demek olup acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan birinden diğerine memur edilmeleridir.

Cülûs tebliği: Yeni padişahın Osmanlı tahtına geçtiğini münasebette bulunulan devletlerin hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir. Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi.

Bu tebliğ üzerine yeni padişahı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler padişah tarafından özel bir törenle kabul edilirdi.

Yeni padişahın tahta geçtiği Osmanlı tebaasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar adına okunması bildirildiği gibi devlet içindeki il darphanelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi. Bundan başka Kırım Hanına da özel bir Kapıcıbaşı gönderilmek suretiyle yeni padişahın cülûs ettiği haber verilirdi.

Cülûsiyye: Padişahların saltanat tahtına çıkmaları münasebetiyle söylenmiş manzume veyahut yazılmış makaleler. Önceleri kaside tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler İkinci Abdülhamid Han devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır. Cülûsiyyelerde yeni hükümdarın tahta çıkmasıyla memleketin daha çok huzura kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır.

Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir:

Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı Sânî kim
Vücûduyla hayât-ı tâze buldu mülk-i Osmânî

Çektiri

Osmanlı deniz kuvvetlerinde kürekle hareket eden gemilere umumî olarak verilen isim.
Bu gemiler kürek sayısına göre özel isim alırlardı. Küçükten başlamak üzere şu isimler verilirdi: Karamürsel üstüaçık şayka kırlangıç firkate kalite pergende mavna kadırga baştarda ve baştarde-i hümâyûn. Çektiriler ince donanma ve büyük donanma gemileri olarak iki kısımdı. Birinci çeşit küçük gemilerden müteşekkil iç deniz ve nehirlerde hizmet gören gemilere İnce Donanma denilirdi. Bunlar savaş teknesi olarak değil araştırma taşıma ve haberleşme işlerinde vazife görürlerdi.

İnce donanmanın dışında bulunan büyük boy gemiler de donanma-ı hümâyûnu meydana getirirdi. Bu çektirilerde reis vardiyan kürekçi cenkçi topçu gibi muharip sınıfın yanında marangoz kalafatçı demirci halatçı gibi ustalar vardı. Bunların en küçüğü olan karamürsellerde 20 en büyüğü olan baştardalarda 800 savaşçı levent bulunurdu. Çektiriler aşı rengi boya ile baştardalar ise özellikle yeşile boyanmaktaydılar. Baştardalar amiral gemisi olarak görev yapar baştarde-i hümâyûn ise deniz seferine serdar tayin edilenin gemisi olurdu.

On yedinci asırda Osmanlı donanması 40 kadırga 6 mavna 20 bey gemisinden müteşekkildi ve bu gemilerde 10.500 kürekçi 5300 cenkçi ve 600 yardımcı sınıftan olmak üzere 16.400 asker vardı.

Çelebi

Türklerde muhtelif sanat ve meslek sahiplerine sembol olmuş bir tabir.
Lehçe-i Osmâniye’de; okuma bilen okumuş nâzik manâları verilmektedir. Asil nâzik soylu zarîf terbiyeli koca tabiri olarak da kullanılmıştır. Daha önceleri şehzadelere unvan olarak verilirdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin evlat ve ahfadına da bu unvan verilmişti.

Osmanlılar'da padişahların erkek çocuklarına evvelce “bey” sonra “çelebi” unvanı verilmiş daha sonra erkek kız ayrılmadan “sultan” tabiri müştereken kullanılmıştır.

Çelebi Türkçe'de kibar centilmen manâsını ifade ediyordu. Tatarlarda ise kadınlar kocalarının erkek kardeşlerine kardeşlerinin erkek çocuklarına hürmet ve tazim ifadesi olarak çelebi derlerdi.

Osmanlı yazı lisanında 17. asra kadar hanedan mensuplarının yüksek dinî erkânın meşhur müelliflerin lakap ve unvanı olarak kullanılmıştır. On sekizinci asır başına doğru çelebi kelimesi yerine efendi tabiri kullanılmaya başlanmıştır.

Çevgan (Çevgân)

Eski bir Türk oyunu. Milattan önceki Orta Asya Türklerinde İranlılarda Araplarda Yunanlılarda Bizanslılarda ve Uzak Doğu’da değişik türleri görülür. Türkler tarafından Hindistan’a ***ürüldü. İngilizler bu oyunu Hindistan’da görerek öğrendiler ve golf adını verdiler.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bildirdiğine göre Osmanlı Türklerinde de oynanırdı. Osmanlılar Çevgân oyununu oynamak için bir meydanın iki tarafına kale yerine mermerden iki sütun dikerlerdi. At üstündeki oyuncular iki gruba ayrılır her grup kendi sütunu arkasında yer alırdı. Meydanın ortasına ağaçtan adam başı büyüklüğünde bir top konurdu. Oyun esnâsında Mehterhâne takımı davullarıyla çalmaya başlar bunun arkasından her taraftan birer atlı çıkıp topu çevgân adını verdikleri ucu eğri sopalarla sürükleyerek kendi kalesine doğru ***ürmeye çalışır bu sırada diğer süvariler de ikişer ikişer karşılıklı olarak kendi arkadaşlarının yardımına koşarlar ve topu kendi taraflarına çevirmeye çalışırlardı. Hangi taraf topu kendi kalesine daha çok atarsa o taraf kazanırdı. Terbiye edilmiş atlarla oynanan oyun oldukça tehlikeli olup topun at veya süvariye çarpması kol ve ayakların kırılmasına sebep olurdu. Ancak beden hareketleri yönüyle savaş kabiliyetini arttırması bakımından oynanır sürek avları gibi bir nevi savaş hazırlığı sayılırdı.

Mehterhâne takımlarında kullanılan çatal başlıklı ve etrafı zincir ve çıngıraklarla donatılmış saplı âletlere de çevgân adı verilirdi. Ordu yürüyüş hâlindeyken mehterin en önünde taşınır sapı yere vurularak çalınır yürüyüşün temposu buna göre ayarlanırdı.